Öğrenci hareketlerinde akademisyenin yeri

by 01:24:00
Memlekette uzanıp haberleri izlerken, sanki içime çekiçle vuruyorlar. Yine de izliyorum. Biber gazı, terör operasyonları, trafik kazaları ve benzerleri ekrandan düşmek bilmiyor. Hepsi hakkında tek tek düşünüyorum. Olmuyor, işin içinden çıkılmıyor.

Bir yanda hükümetin ve kuklalarının seslerini dinliyorum. Kaynağı olmayan haberler, bir takım sanrılar, ehlileştirme çabaları.

Bir yanda Genç Bakış aracılığı ile karşı tarafı dinliyorum. Aynı klişe sözler, AK Parti seçmenini anlamak yerine aptallıkla yaftalamalar, arkası dolmayan bir Atatürkçülük.

Beni sevindiren iki şey var sadece bu saçma sapan ama hep var olan bu kaosta:


Biri haberlerde görebildiğim öğrenciler. Temiz yüzlü ve sahibinin sesi olarak konuşan takım elbiseli iyi çocuklar değil bahsettiğim. ODTÜ'de, var olduğunu reddedemeyeceğimiz polis şiddetine ve buna verilen akıl almaz desteğe direnen öğrencilerden bahsediyorum. Diğer dönemdaşlarının tersine gündem ile ilgilenen, doğru ama yanlış bir çözüm önerisi sunabilen öğrencilerden. Halen ağızda aynı eski sloganlar, Çav Bella'lar olmasa ne de güzel olurdu.

Ama beni daha da sevindiren şey televizyon programlarında çok kibar bir dille, algılarını sadece iktidara göre ayarlayabilen kişilere, bir üniversitenin nasıl olmasını gerektiğini anlatan değerli akademisyenlerin varlığıydı. Öğrencilerin ders hakkı engellenmeden bir amfide sanat gösterilerinin yapılabileceğini, öğrencilerin her ne konuda olursa olsun iktidarı özgürce eleştirebileceğini anlattı. Onlarla beraber yürüyen eğitmenleri gördük haberlerde. Kolay olanı çoğu rektörün yaptığı gibi basmakalıp kınamaları imzalamaktı, yapmadılar. Ülkenin solu bin parça zaten. Büyük ihtimalle o protestocu öğrencilerle aynı partilere bile oy atmıyor olabilirler. Önemsemediler, eleştiri hakkını savundular ve bu desteği kanlı canlı gösterdiler.

Bu değerli insanların önünde sadece saygı ile eğilinir.

Çoğunluk

by 02:27:00
"Çoğunluk" ne güzel bir filmmiş yarabbim.

İnsan kendini görebiliyor filmde. Yaşananların bazılarını ya ben başımdan geçirmişimdir, ya da çevremdekilerden görmüşümdür. Bir aile var. Baba belli ki Anadolu'dan İstanbul'a göçmüş, inşaat işine girmiş ve bir şekilde kendi şirketini kurmuş, yükselmiş. Karısı ile büyük ihtimalle birileri tarafından tanıştırılıp, onunla evlenmiştir. Kim bilir. Aklı fikri iş. Yapabileceği başka bir şey yok. İşinin ölmemesi için küçük oğlunun bu işin başına geçmesi lazım. Başkalarıyla çok yakın bir iletişimi yok, gerek de görmüyor. Babası büyük ihtimalle ona sevgi göstermemiş, o da oğluna göstermiyor.

Travma durumu varsa ortada küçük çocuk için var tabii ki. Düşün daha isminden başlıyor her şey; Mertkan. Baba temizlikçiyi uyarıyor mesela: "Mert değil onun adı, Mertkan". Adını İstanbullulaştırmış. Beyaz Türk olma isteği içten içe var ama olamıyorlar. Mertkan, saçlarını "apaçi" modeli yapıp, alt sınıf diskolarda arkadaşları ile vakit geçiriyor, hüzünlenince Doğuş dinliyor mesela. Buna rağmen Çingene diye dalga geçebiliyorlar Mertkan'ı seven kızla. Kız, ki aslında Kürt, ama umrunda mı bizim çocukların? İki yüzlü ahlak anlayışı, bir kızı Çingene diye ezip geçerken, onu bile fiziksel olarak elde edemeyenlerin cinsel ihtiyaçlarını gidermek için travestiye muhtaç kalıp onu eleştirmemesinde ortaya çıkıyor.

Mertkan'ı ötekilerinden ayıran şey, sevgi ihtiyacını karşılayabilecek birini bulabilmesi. İster şans de, ister fiziksel çekim. Ya da kızın şakayla karışık dediği gibi yakışıklı ve zengin bir koca bulmak istemesi. Gizli yaşamak zorunda bu ilişkiyi çünkü ne arkadaşları onaylıyor, ne babası ne de annesi.

Anne çok önemli bir figür aslında. Hep üzgün, hep yakınan. Kocasından sevgi görememiş, küçük oğlunun babası tarafından kendisine benzetilmesine karşı koyamamış biri. Mutfakta sigara içip, derdini içine atıyor. Adı filmde hiç söylenmemiş bile.

Çoğunluk, Mertkan'dan okumasını bırakıp işin başına geçmesini istiyor. Çoğunluk, Mertkan'ın askere gidip seve seve komando olmasını istiyor. Çoğunluk, devlete güçlendirmek için çalışmanın ne kadar önemli olduğunu belirtirken bir yandan kaza raporlarını değiştirmeni istiyor. Çoğunluk, azınlığı ezmeni istiyor. Çoğunluk, aileye yakışan "bölücü olmayan" bir gelin istiyor.

Mertkan ise baba baskısından kurtulmak istiyor, Gül ile bir gelecek kurmak istiyor, annesinin böyle hüzünlü olmamasını istiyor ama hiçbirini başaramıyor. Önce Gül gidiyor elinden, sonra baba baskısına mağlup oluyor. Daha da korkuyor azınlıktan, bireysel silahlanıyor.

Güzel hikaye, sade çekimler, pırlanta oyunculuk.

Ama daha önemlisi sahne sahne kendimi görmek. Tamamen farklı bir dünyada doğsam ve yaşasam bile insanın üstündeki o çoğunluk baskısı. Etrafımda gördüğüm, o azınlıktan korkma, yüksek sesle önyargılara dayalı eleştiriler. Her şey çok gerçek, tecrübe edilmiş. Kuştepe'deki teyp hırsızlığı bile birkaç kilometre ötede zamanında evime dalmalarını getiriyor aklıma.

Çok yan bir tema ama elinde o iğrenç, baş ağrıtan sesiyle oyuncak tüfek çocuğun "ben de askere gideceğim" dediğinde herkesten aldığı olumlu tepki geliyor aklıma. Daha sonra ise okuma bayramında asker kıyafeti giydirilip "Küçük asker, küçük asker, ne yapıyorsun bana söyle" diye melodik bir şekilde sorulan soruya "tüfeğime bakıyorum, ona süngü takıyorum" cevabını şarkıyla verişim geliyor. Daha süngünün ne olduğunu, nasıl kullanıldığını ve niçin kullanıldığını bilmezken.

Sonra birileri siyah tenli kıza Çingene derken, yine Edirne geliyor aklıma. Çocuk çalmalarından, Türk bayrağına pislemeleri gibi çocuk aklımla beynime sokulan imgeler geliyor.

Çoğunlukta kendimi görüyorum.
Blogger tarafından desteklenmektedir.