1970'lerin müziğinde doğan yeni bir gün

by 00:08:00
Arada blogdaki yazılarımın ne kadar okunduğuna bakıyorum da Mazhar ve Fuat'ın "Türküz Türkü Çağırırız" albümü hakkındaki notlarım iyi bir okunma sayısına ulaşmış. Bundan destek alarak, plakçalarımda sık sık döndürdüğüm bir klasiği daha yorumlamak istedim kendimce. İşte karşımızda Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in 1979 tarihli o efsane albümü: Yeni Bir Gün.



Eski bir günde Barış Manço

1979 yılına gelmeden önce Barış Manço, Türkiye popüler müzik tarihinde çoktan kendine bir yer açmıştı. Twist ve rock n roll ile başlayan kariyeri 1960'larda yurtdışındaki dönemdaşları gibi daha rock hale gelirken bir yandan da Türk müziğini keşfediyordu. Deneme yanılma şeklinde geçen 60'lar bittikten hemen sonra 1970 yılında Dağlar Dağlar ile gerçek patlamasını yaptı. Dağlar Dağlar plağı ilginç bir 45'likti. Bir tarafı yabancı grup arkadaşlarının çaldığı daha rock bir Dağlar Dağlar iken öteki tarafı kemençe üstadı Cüneyd Orhon ile beraber kaydettiği daha alakturka bir Dağlar Dağlar'dı. Halkın beğenisine iki versiyon sunan Manço, alaturka versiyonun daha fazla tutması sonucu mesajı aldı ve bir sonraki plağında "İşte Hendek İşte Deve" ile daha yöresel bir Manço olarak kariyerine devam etti. 


1970'lerin ilk yarısını bu tarzda şarkılar yayınlayarak geçiren Manço, ikinci yarısında ise daha deneysel işler yapmaya başladı. 1975'te çıkan ilk longplay'i 2023'te "Acıh da bağa vir", "Kol bastı" gibi Anadolu kokan şarkıları sağlam bir rock altyapısı ile sunarken, "2023 / Kayaların Oğlu" ve "Baykoca Destanı" gibi o dönem Pink Floyd ve Genesis'in sık sık yaptığı "süit"lere de imza attı. Diğer taraftan da Belçika'da kaydettiği tamamı İngilizce'den oluşan Anadolu sosu az, pop/rock'a yakın bir longplay ile yurtdışına açılmaya çalıştı ancak başarılı olamadı.

Manço, bu denemeler ile uğraşırken grubu Kurtalan Ekspres ile sabit bir düzen kurmaya çalışıyordu. En sonunda 70'lerin sonuna doğru bas gitarda Ahmet Güvenç, gitarda Bahadır Akkuzu, perküsyonda Celal Güven ve Caner Bora ikilisi ile uzun süre devam edecek bir forma kavuştu. Klavyelerı de çok yetenekli Kılıç Danışman çalmaya başladı. Kadronun oturmasıyla Manço artık Anadolu ve progresif rock'ı bir potada eritme çabasında zirveyi görmeye hazırdı.

Yeni bir gün doğdu, merhaba

Albüm "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa" ile açılmakta. Şarkı, Manço'nun daha önceki birçok şarkısı gibi - ama daha iyi bir müzikal performansı ile - Anadolu deyimlerinden birini temel alarak hayata dair önemli mesajlar vermekte ve daha sonra yayınlanacak "Halil İbrahim Sofrası" gibi şarkılara da öncülük etmekte. Albümde kadın vokal duyulan tek şarkı olarak da dikkat çekiyor. 10 numara 5 yıldız.

Bu hareketli girişten sonra bir türkü yorumu "Gesi Bağları" başlıyor. Ahmet Güvenç'in şarkıya çok iyi oturttuğu bir bas gitar rifi sonrası türkünün bildiğimiz melodisi Danışman'ın çaldığı klavyeden dökülüyor. Kendisinin çok güzel bir solosu da mevcut şarkıda. Yorum usulca akıp gidiyor. Sözlerin hüznünü çok güzel yansıtıyorlar. Kanımca bu yorum aynı dönemde çıkan Selda'nın Gesi Bağları yorumundan çok daha iyi ama zevkler ve renkler meselesi tabii.

Bu şarkının ardından deneysel çalışmalardan "Çoban Yıldızı" başlıyor. Şarkının hikayesi albüm kapağında yazılı. Venüs'ten Nemrud'a inen bir uzaylının bir insanoğlu ile ilişkiye girip geri dönmesini anlatıyor. Aslında şarkı biraz daha farklı bir şekilde "Boğaziçi" adıyla 45'lik olarak yayınlanmıştı (örneğin davul yoktur bu ilk versiyonda) . Manço, şarkının orijinalinde gitarı çalan Fuat Güner'i çağırmış, bu albümde de çaldırmış. "Ambient" tabir edilen 1 dakikalık bir girişten sonra, tüm grup devreye giriyor. Şarkının sonundaki "esrarengiz" kemanlar da biraz daha senfonik bir hava katıyor şarkıya. Bu arada bu şarkının 2. dakikasının hemen ardından giren melodi Cartel'in yayınlanmayan ikinci şarkısı "Cartel Geliyor"da kullanılmıştı. Ne zaman bu şarkıyı dinlesem aklıma Erci-E ve Karakan geliyor açıkcası.

Boğaziçi'nin öteki yüzündeki "Flower of Love" da "Bir Selam Sana Gönül Dağlarından" adıyla yeniden yorumlanıyor. Çok ısındığım bir şarkı olduğunu söyleyemem. Bu da şarkının orijinali ile alakalı. Boğaziçi ve Flower of Love, mistik havaları ile birbirlerini tamamlayan iki şarkı iken Türkçe versiyonundaki poplaştırma çabası şarkıya pek gitmemiş. Tenor saksafon kullanımının iyi bir fikir olmadığını düşünüyorum. Ayrıca sözlerin melodiye de tam oturmadığını hissediyorum. Eh Barış abi aşkolsun.

Lakin "Ne Ola Yar Ola" nedir öyle? İlk duyduğumda aşık olmuştum, halen öyleyim. Sözler bildiğimiz Barış Manço. Şarkının atmosferi muhteşem. Danışman ve Güvenç yine beraber şov yapıyorlar. Şarkının en üst noktası ise ortasındaki flüt ve klavye solosu. Bir önceki şarkıda Oktay Aldoğan'ın saksafonunu ne kadar gereksiz bulduysam bu şarkıda da flütünü o kadar etkileyici buluyorum. Danışman şovdan sonra, Bahadır Akkuzu temiz bir klasik gitar ile soloyu bitiriyor. Sonra yine o atmosfer, yine Manço'nun o güzel sesi.

Plağın ikinci yüzünü çevirdiğimizde bizi "Aynalı Kemer" karşılıyor. Manço'nun en güzel melodilerinden biri bu. Sözleri de bir o kadar tatlı. Şarkıda pek bir sürpriz yok aslında. Kıtalar sakin, nakaratlar hızlı. Böyle bir kaç tekrardan sonra şarkı bitiyor. Bu şarkının bence önemli özelliği şu: Aynalı Kemer'in sözleri Manço'nun daha önceki aşk temalı şarkıları gibi (Ben Bilirim, Nazar Eyle) yine halk edebiyatı gibi (sabah yeli, ılgıt ılgıt, gül, bülbül, diken, dudu kuşu, kuşluk vakti) ancak müziği ise bu adını saydığım şarkılar gibi Doğulu değil. Aksine daha sonra yazacağı Unutamadım, Al Beni gibi pop şarkılarına çok daha benzemekte. Daha önce Manço bu şarkı gibi "sözler Doğu'dan müzik Batı'dan" bir deneme yaptı mı bilmiyorum ama Aynalı Kemer ile muhteşem bir sentez ortaya çıkardığı kesin.

"2024", bir önceki albümdeki 2023'ün devamı olarak düşünmek lazım ancak iki şarkı arasında aşırı bir benzerlik yok. Özellikle Kılıç Danışman'ın bestelediği girişteki piyano uvertürü kendi başına etkileyici bir eser. Sonlara doğru ise 2023'ü andıran melodiler ile synthesizer devreye giriyor ve klasik müziği elektroniğe bağlıyor. Bu da bir sonraki albümde yayınlanacak 2025'e yatay bir geçiş gibi görülebilir. "İkinci Yolculuk" da oldukça keyifli bir jam session gibi. Bahadır Akkuzu ve Celal Güven'in parladığı anlar bu anlar. Tabii ki Danışman ve Güvenç de bizi oynak melodilerinden mahrum bırakmıyorlar. Müzik resmi olarak Manço'ya ait olsa da kanımca Kurtalan Ekspres'in bu şarkıdaki imzası yasal olarak gösterildiğinden daha fazla.

Bu albümün beğenemediğim bir diğer şarkısı da "Ham Meyvayı Kopardılar Dalından" yorumu. Bu şarkıyla ilgili problemlerim temel olarak Bir Selam Sana ile benzer. Ayrılık temalı bu şarkıyı da gereğinden fazla pop ve hareketli buluyorum. Sadece oturup Ahmet Güvenç'in bas partisyonlarını dinlemek yeter.

Bu şarkıdan sonra ise "Yeni Bir Gün" süiti başlıyor. İlk şarkımız "Yeni Bir Gün Doğdu Merhaba". Saat alarmı ile başlayan şarkı, daha sonra tekrar duyacağımız bir melodi ile devam ediyor. Akşamdan kalma kahramanımız yeni bir güne uyanıyor ve herkese günaydın diyor. Aradaki enstrümental kısım çok güzel. İkinci şarkımız ise "Anlıyorsun Değil Mi?". Manço'nun en güzel şarkılarından biri. Flüt - ksilifon ikilisinin bize ulaştırdığı çok güzel bir melodi ve o mutlu melodiye bir o kadar ters hüzünlü sözler. Kahramanımız soğuk sokaklarda dolaşmakta. Mutsuz ve gidecek bir yeri yok. Zaman geçmiyor. Aklındaki tek şey onu bırakıp giden sevgilisi. "Ne Köy Olur Senden Ne Kasaba" ile öykü devam ediyor. Öğreniyoruz ki kahramanızım pek parası pulu yokmuş. Sevgilisi de iyi şartlarda yaşamaya alışmış. Bu nedenle ilişki yürümemiş. Kahramanımız fukaralığından dolayı kendini suçlamakta. Yaşamın ağırlığını bir kez daha hissediyor ve sonuna doğru ilerliyor. Şarkı kısa ama Güvenç'in bası su gibi akıyor. "Elveda - Ölüm" ise iki şarkının birleşimi. Önce kahramanımız Yeni Bir Gün Doğdu Merhaba'nın sözlerini değiştirerek bize veda ediyor. Şarkıyı da Ahmet Güvenç'in bestelediği karanlık bir enstrümental ile kapıyoruz. Burada bize kemanlar da eşlik ediyor. Süit 30 saniyelik "Bir Kelebeğin Yaşam Öyküsü" ile bitiyor. Yeni Manço bize diyor ki "yaşam çok kısa dostlar". Bu şarkı, 1980'deki Disco Manço albümündeki Dragon Fly'ın introsu olarak bir kez daha karşımıza çıkacak. Bu süit ile albüm bitiyor. Yurtdışındaki örneklerine göre kısa sürese de ve konusu pek orijinal olmasa da Türk Rock tarihinde enderine az rastlanan örneklerden biri olduğu için bu süite saygım sonsuz.

Genel bakış

Şarkı şarkı gittikten sonra, bir de genel olarak albüme bakalım. Neredeyse kusursuz bir albüm var önümüzde. Anadolu'nun, efsanelerin, mistiğin, klasik Türk müziğinin, progresif rock'ın birbirinin içine başarıyla yedirildiği belki de tek örnek bu albüm. Hem ortalama müzik dinleyicisine hitap edecek şarkılar var içinde, hem de birden fazla sözsüz şarkı ile Türkiye'deki sıradanlığın dışına çıkılmış. Manço'nun vokali her daim muhteşem. Kılıç Danışman ve Ahmet Güvenç neredeyse her şarkıda şov yapmış. Diğer Kurtalan elemanları da görevini aksatmamış. Yukarıda bahsettiğim o iki şarkı dışında dinlemekten inanılmaz keyif aldığım bir albüm bu. Manço ve Kurtalan Ekspres'in opus magnum'u. Kapağından da belli değil mi zaten?



Orijinal Yavuz Plak baskısını bulmak zor ve masraflı olsa gerek ancak Guerssen'in yeni basımı orijinaline sadık. İçinde orijinalin tıpatıp kopyası bir kitapçık, bir de yabancılara Manço'yu anlatan tek sayfa bir yazı da var. Kesinlikle tavsiye ediyorum.

Manço bundan daha iyisini yaptı mı?

Bunun cevabı çok kolay. Kesinlikle hayır. Lakin Manço kaliteyi de bir anda düşürmedi. Kılıç Danışman'ın gruptan ayrılmasına rağmen sonraki albüm Sözüm Meclisten Dışarı oldukça iyi bir albüm oldu. Albüm, Manço tarihinin en iyi şarkılarından Dönence'yi içinde barındırıyordu. Ancak yıllar içinde sanatçının albümlerindeki şarkı sayıları azaldı. Kurtalan Ekspres'in adı önce albüm kapaklarından düştü, sonra da sadece bir konser grubuna dönüştürüldüler. Manço ise müzik kariyerindeki ilham perisini zamanla yitirdi. Beyaz ekranda bambaşka (ve başarılı) bir kariyere yelken açtı.

....

En iyi üç şarkı: Ne Ola Yar Ola, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Aynalı Kemer

Partili cumhurbaşkanlığı sistemine derin bir bakış

by 14:05:00
Dün gece Türkiye demokrasisinin en utanç verici günlerinden birini yaşadık. Anayasa değişikliği maddelerindeki sıkıntılar bir kenara, AKP milletvekillerinin göz göre göre kabine girmeme ya da kabine toplu halde girme tavırları ile "gizli oy" kullanımını ihlal etmeleri, buna itiraz edenlere "sucsa suç, sana ne!" tarzında verdikleri cevaplar, ana akım medyanın görüşmeleri tarafsız olarak yayinlayamamasi gibi rezaletler ile çok kötü bir geceye şahit olduk. Değişiklik teklifi çok büyük ihtimalle referanduma gidecek ama halkın kafasında halen nelerin değiştiği açık değil. Elimden geldiği kadar bu değişiklikleri aciklamaya çalışıp, daha sonra da bu konuda genel düşüncelerimi yazacağım.

Onay verildi, vira bismillah


Maddeler:

Madde 1: "Yargı yetkisi, Türk Milleti adına bağımsız mahkemelerce kullanılır." cümlesinde değişiklik yapılacak, mahkemenin tanımı "bağımsız ve tarafsız mahkemeler" olarak değiştirilecek. Mahkemeler zaten tarafsız olmak zorunda olduğu için tamamen goy goy bir madde, geçiyorum.

Madde 2: "Türkiye Büyük Millet Meclisi genel oyla seçilen beşyüzelli milletvekilinden oluşur." cümlesi "altı yüz milletvekili" olarak değiştirilecek. Bir yandan il başına düşecek milletvekili sayısının nasıl düzenleneceğini bilmiyorum ve de fazla kalabalık bir meclisin zor işleyeceğini düşünüyorum. Öte yandan 80 milyon vatandaşın daha fazla kişi tarafından temsil edilmesi, mecliste daha farklı fikirlerin bulunabilmesi de kulağa fena gelmiyor. Zaten Türkiye'de şu an kişi başına düşen milletvekili sayısı düşük. O yüzden bu maddeyi desteklemek ve çekimser kalmak arasindayim.

1 milyon kişi başına düşen milletvekili sayısı
Madde 3: "Yirmibeş yaşını dolduran her Türk milletvekili seçilebilir." değişecek, "Onsekiz" olacak. Bu biraz saçma. 18 yaşında dediğin kişi daha üniversite eğitimi almamış, ergenlikten yeni çıkmış, ona yüklenen bu önemli görevi taşıyacak olgunluğa ve birikime erişmemiş biri demek. Kısacası meclisi kırıp PlayStation'da arkadaşlarıyla kapisabilecek ya da Bu Tarz Benim izleyecek birine bu görev verilemez. Işin daha da saçması şu: bu maddenin ikinci fıkrası milletvekili secilememe şartlarını anlatıyor ve deniyor ki "askerlikle ilişkili olanlar" milletvekili secilemezler. 18 yaşındaki her erkeğin askerlikle ilişkisi olmak zorunda olduğuna göre bu önerilen "onsekiz" değişikliği ile sadece belirli bir kitle bu yaşta milletvekili olabilir: kadınlar ve askerlikten muaf olan erkekler. Politikacıların da bir şekilde oğullarını yalan yanlış raporlarla askerlikten muaf ettiklerini düşünürsek, bu değişikliğin kime yarayacagini bilmek kolaylaşıyor.

Madde 4: "Meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimleri beş yılda bir aynı günde yapılır. Cumhurbaşkanlığı seçiminde gerekli çoğunluk sağlanmazsa ikinci oylama yapılır". Öncelikle meclis seçimleri 2007 referendumu ile dört yılda bire indirilmişti ve AKP bu değişikliği destekleyen taraftır. Yeni değişiklik ile kendi yaptıklarını bozuyorlar. Meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimlerinin aynı gün yapılmasını ise desteklemiyorum. Nedeni de partili cumhurbaşkanlığı. Seçimler aynı anda olacağı ve iki seçimde de partiler yarışacağı için herkes çok büyük ihtimalle iki seçimde de aynı partiye mührü basacak. Böylece yasama ve yürütme her zaman aynı partiden çıkacak ve güçler ayrılığı daha da zarar görecek. Ama meclis ve cumhurbaşkanlığı seçimleri ayrı ayrı olursa iki farklı parti seçimlerin galibi olabilir. Ancak böylece meclis ve cumhurbaşkanlığı birbirini - normal şartlarda olması gerektigi gibi - denetleyebilir.

Madde 5: TBMM görev ve yetkilerinden "Bakanlar Kurulunu ve bakanları denetlemek; Bakanlar Kuruluna belli konularda kanun hükmünde kararname çıkarma yetkisi vermek" geçersiz oluyor ve meclsite "bütçe ve kesinhesap kanun tasarıları" yerine "kanun teklifleri" görüşülüp, kabul edilebiliyor. Bunun da nedeni Bakanlar Kurulu diye bir şeyin kalmamasi ve bütçe kanun tasarılarının Cumhurbaşkanı tarafindan hazırlanması. Parlamentonun işlevinin azaltılmasına ve bu görevlerin tek kisinin keyfine bırakılmasına karşıyım.

Madde 6: TBMM denetleme yetkilerinden gensoru ortadan kalkacak. Ortada Bakanlar Kurulu kalmadığı icin gensoru da otomatikman düşüyor. Bu da yürütme üstündeki denetime vurulan darbelerden sadece biri.

Madde 7: Cumhurbaşkanlığı adaylığı kolaylastiriliyor. Eskiden en son seçimdeki geçerli oylar toplamı yüzde onu geçen partiler aday sunabilirken, şimdi yüzde besi geçen partiler aday sunabilecek. Ayrıca en az yüzbin seçmen imza toplayarak aday sunabilecekler. Bunlar güzel. "Cumhurbaşkanı secilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir." cümlesi düşüyor. Yani Cumhurbaşkanı partili olabiliyor. Bu da "bağımsız ve tarafsız" olarak tüm Türkiye'yi kucaklayacak bir figürün yasal olarak da kaybolacagini gösteriyor. Buna karşıyım. Bu maddenin devamında cumhurbaşkanlığı seçimlerinin detaylari yazmakta ancak burada bir şey dikkatimi cekti. "Ikinci oylamaya tek adayın kalması halinde, bu oylama referandum şeklinde yapılır. Aday, geçerli oyların salt çoğunluğunu aldığı takdirde Cumhurbaşkanı seçilir." diye bir şey var. Son cumhurbaşkanlığı seçimlerini düşünelim. Erdoğan, ikinci oylamaya tek aday olarak kalmış ve otomatikman Cumhurbaşkanı seçilmişti. Bu kanuna göre, böyle bir durum bir daha yasanirsa halk bir kez daha sandığa gidip "Erdoğan CB olsun mu olmasin mu?" diye oy mu kullanacak? Eğer öyle ise, bu bir fiyasko ve zaman kaybı. Umarim yanlış anlamisimdir.

Madde 8: Cumhurbaşkanlığı görev ve yetkileri değişmekte. Şu yetkiler tek bir kisinin insiyatifine verilmek isteniyor: 

  • "Cumhurbaşkanı yardımcıları ile bakanları atar ve görevlerine son verir."
  • "Üst düzey kamu yöneticilerini atar ve görevlerine son verir."
  • "Cumhurbaşkanı, yönetme yetkisine ilişkin konularda Cumhurbaşkanlığı kararnamesi çıkarabilir (Bunlar temel haklar, kişi haklari, kanunda açıkça düzenlenmis konularda olamaz. TBMM aynı konuda kanun cikararsa Cumhurbaskanininki hükümsüz olur.)
  • "Cumhurbaşkanı, kanunların uygulanmasını sağlamak üzere ve bunlara aykırı olmamakla şartıyla yönetmelikler çıkarabilir."
Yani görüldüğü gibi ufak tefek bir takım kısıtlamalar ile Meclis'in bir çok görevi Cumhurbaşkanının hizmetine sunulmuş. Bu da "parlamenter sistemi güçlendiriyoruz" gibi sözlerin ne kadar boş olduğunu gösteriyor. Açık açık yapılan bu güçlendirmenin bir de sinsi versiyonu denendi. Erdoğan'ın başkomutanlık sevdasının ne kadar büyük olduğunu son dönemlerde açıkça gördük. Ancak ben Anayasa'daki başkomutanlık cümlesinin aslını hiç okumamistim: "Türkiye Büyük Millet Meclisi adina Türk Silahli Kuvvetlerinin Baskomutanligini temsil etmek". Yani aslında Erdogan başkomutan degil, halkı temsil eden Meclis'i temsilen başkomutan. Yeni tasarı bunu değiştirmek istedi ve "TBMM adına" kısmını çöpe atmaya çalıştı ama komisyonda bu tabir geri geldi.

Madde 9: Cumhurbaşkanının cezai sorumluluğu detaylandirilmis. TBMM'nin üye tamsayısının (600 MV) salt çoğunluğu (301 MV) Cumhurbaşkanı hakkında soruşturma açılmasını isteyebilecek ve meclisin 3/5'inin "gizli" oyuyla (360 MV) soruşturma açılabilecek. Komisyon ve genel kurul tartışmaları sonrasi meclisin 2/3'ünün "gizli" oyuyla (400 MV) Cumhurbaşkanı Yüce Divan'a sevk edilebilecek. Soruşturma açılan Cumhurbaşkanı seçime gitme kararı alamayacak. Bu değişiklikten memnunum açıkçası cünkü şu an anayasaya göre "Cumhurbaşkanı, vatana ihanetten dolayı, TBMM üye tamsayisinin en az ücte birinin (184 MV) teklifi üzerine, üye tamsayısının en az dörtte üçünün (413 MV) vereceği kararla suclandirilir" ve bunun dışında pek bir bilgi yok. Bu madde tek başına oylanabilse "evet" verirdim.

Madde 10: Cumhurbaşkanına vekalet artik TBMM Baskani'nin değil Cumhurbaşkanı yardımcısının görevi olacak. Peki Cumhurbaşkanı tarafindan atanan yardımcılar ve bakanlar suç islerlerse ne olacak? TBMM'nin salt çoğunluğu soruşturma açmak isteyebilir. Meclis tamsayısının 3/5'inin "gizli" oyuyla soruşturma açılabilir. Komisyon ve genel kurul tartışmaları sonrası meclisin 2/3'ünün "gizli" oyuyla bakanlar Yüce Divan'a sevk edilebilir.

Bu da demek ki bakanlarin yargılanması bugüne göre daha da zor olacak. Yolsuzluk oylamalarindan hatırlarsınız, 4 bakanın Yüce Divan'a sevki için salt çoğunluk gerekiyordu ama AKP'den verilen firelere rağmen bu çoğunluk sağlanamadı. Yeni anayasa ile Cumhurbaşkanının keyfekeder atadığı bakanları Yüce Divan'a sevk etmek icin 1/2 degil 2/3 oy gerekmekte.

Ah o oy vermen yok mu senin?
Madde 11: Bu çok acayip bir madde. Şu an Cumhurbaşkanının seçimleri yenilemek ile ilgili bir yaptırımı yok. Hükümet güvenoyu alamazsa ya da güvensizlik oyu ile düşürülürse Cumhurbaşkanı TBMM Baskani'na danışarak seçimleri yenileyebiliyor. Bu anayasa tasarısına göre ise Cumhurbaşkanı seçimlerin yenilenmesine tek başına karar verebiliyor. Buna "meclisi feshetme" demek doğru degil çünkü Meclis seçimleri yenilenirken Cumhurbaşkanlığı seçimleri de yenilenmek zorunda. Yani karşılıklı bir fesih durumu söz konusu. Lakin, Cumhurbaşkanının bu karari - yine söylüyorum - keyfekeder alabilecek olması bile tek başına oldukça tehlikeli. Işin komiği de su: ikinci dönemindeki bir Cumhurbaşkanı seçimlerin yenilenmesini isterse üçüncü kez seçimlere girebiliyor! Neden? Bilmem. 10. senesinde Cumhurbaskanligi'na hala doyamamis, güce tapan birinin tekrar şansını deneyip 5 sene daha hüküm sürebilmesinin devlete ne gibi bir yarari olabilir ki?

16 senedir secimle baskanligini devam ettiren baskanlar yok degil
Madde 12: Bugün OHAL kararını Cumhurbaşkanlığı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu verirken, değişiklikle OHAL kararı tek başına Cumhurbaşkanı tarafından verilebilecek. OHAL'in uzatılması için de aynı şey geçerli. OHAL süresince Cumhurbaşkanı kararname çıkarabilecek. Eğer bu kararnameler bir ay içinde TBMM'de görüsülemezse, kararnameler kendiliğinden yürürlüğe girecek. Yani OHAL'in patronu da Bakanlar Kurulu değil, Cumhurbaşkanı olacak.

Madde 13: "Disiplin mahkemeleri dışında askeri mahkemeler kurulamaz" maddesi eklendi ancak bu madde savaş halinde işlemiyor. Bilgim olan bir konu değil. Cekimserim.

Madde 14: "Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu"'nun adı "Hakimler ve Savcılar Kurulu" olacak. Üye sayısı 22'den 13'e inecek. Üyeleri seçeceklerde değişiklikler var. Cumhurbaskani'nin seçtiği üye sayısı azalırken, TBMM'nin seçtikleri artıyor. Bu madde hakkında çok fazla yazı okumadım ama şu anki hali ile rahatsız olduğum bir durum yok. Bu maddeye de "evet" diyebilirdim.

Madde 15: Değişiklikler ile bütçe kanun teklifi Cumhurbaşkanınca verilebilecek hale getiriliyor. "Cumhurbaşkanlığı", "örtülü ödenek", "masraflar", "Beştepe" gibi kelimelerin yan yana geldiğinde soru işaretleri uyandırdığı bu dönemde bütçe ile ilgili kararları da Cumhurbaşkanının keyfine bırakmanın yanlış olduğunu düşünüyorum.

Madde 16: Anayasadaki diğer bütün "Bakanlar Kurulu" tabirleri çöpe gönderiliyor.

Madde 17 & 18: Geçici maddeler. 3 Kasım 2019'da Meclis ve Cumhurbaşkanlığı seçimleri beraber yapılacak. Hakimler ve Savcılar Kurulu değişecek. Meclis yasalarda gerekli değişiklikleri yapacak. Askeri Yargıtay, yüksek idare mahkemeleri ve askeri mahkemeler kalkacak.

Özet geçelim: Başbakan diye bir şey olmayacak. Bakanlar Kurulu diye bir şey olmayacak. Daha fazla milletvekiline ve daha genç mebuslara sahip Meclis'in yapabileceklerine kısıtlamalar gelecek. Cumhurbaşkanı, yardımcılarını ve bakanları atayacak. Yardımcılar ve bakanların sorgulanması daha zorlaşacak. Cumhurbaşkanı kendini de seçime götürme şartıyla meclisi kafasına göre seçime götürebilecek. OHAL verme yetkisi de tek başına Cumhurbaskaninda ve kendisi bu dönemde tek başına kararname çıkartabilecek. Iki dönem görevde kalan Cumhurbaşkanı meclisi feshederek üçüncü kez seçime gidebilecek. 18 maddenin arasında birkaç tane yararlı ya da etkisiz değişiklik olsa da genel olarak sadece "bir kişi"ye yarayacak değişikliklerden bahsediyoruz.

Genel düsüncem

Peki,bu degisiklikler ülkemizin en önemli problemlerini cözebilecek mi? Mesela bu anayasa degisikliginde terörü bitirecek bir cözüm var mi? Göremiyorum. Kapali kapilar ardinda devam eden cözüm sürecinin basarisiz olma sebeplerinden biri bu konularin Meclis'te, halka acik tartisilmamasiydi. Meclis'i daha da bitirip, yetkileri tek bir kiside toplamak bu konuyu cözemez. Ekonomiyi canlandiracak, yatirimlari arttiracak, issizligi azalatacak degisiklikler var mi? Sanmiyorum. Hatta su an dolar kurlarinda da gördügümüz üzere yatirimcilarin bu olasi keyfi düzenden kactigi asikar ve bu da ekonominin daha da zora gireceginin isareti. Dis politikanin düzelme ihtimali var mi? Hayir. AKP bürokratlari bile artik kimseye danismadan sürdürdükleri Suriye politikasinin ne kadar yanlis oldugunu seslendirmekteler. Ancak dis politika bu degisikliklere ragmen halen tek bir adamin dilinin altinda olacak. Is kazalari, doga katliamlari, trafik ya da bunun gibi günlük hayat problemlerini cözebilecek bir isik var mi? Hayir. Beyin göcünü engelleyecek bir sey var mi? Yok. Egitim? Yok.

E niye o zaman biz bu degisiklikleri yapiyoruz? Var mi bunun mantikli bir sebebi?

Halkin "baskanlik" ya da "partili cumhurbaskanligi" sistemlerini cok da istemedigi ortada. 7 Haziran secimlerinden sonra bütün AKP'li yorumcular "Halk, baskanlik istemedigi mesajini verdi" yorumlamasini yapiyorlardi. Bunun sonucunda da Kasim secimleri öncesinde bu konu pek de gündeme gelmedi. Halen yapilan arastirmalar halkin yarisindan fazlasinin baskanlik istedigini göstermiyor. Muhalefetin (milletvekili sayisina göre) en büyük iki partisi CHP ve HDP görüsünü net olarak gösterdi. MHP'nin bazi milletvekilleri ve tabaninin önemli bir kismi baskanliga karsi. AKP'nin icinde bile baskanliga cok sicak bakmayanlar var. Davutoglu'nun apar topar basbakanliktan kovulmasinin sebebi baska ne olabilir ki? Dün geceki yüz karasi gizli oylama esnasinda bile AKP'nin milletvekillerine nasil gizli oylama yaptirmadigini gördük. Bunun da en önemli nedeni fire verme korkusu.

Peki kim bu baskanligi istiyor? 

1) Demokrasiyi hala sindirememis, kafasini politika ile yormak istemeyen, görece egitimsiz, sorgulamayi sevmeyen, tebaa olmayi kabullenmis bir kesim. Bu kesimdir ki ülkemizin gercek yarasi. Belki haddimi asacagim, tam anlamiyla hakim olmadigim bir konuda yorum yapacagim ama söylemezsem icimde kalir. Bu ülkenin genetik kodlarinda bir babaya tamamen teslim olmak var. Kim bilir belki kaliplasmis Türk ailesi tablosunda gördügümüz, cocuklarina uzak duran, bagiran, cagiran, gülmeyen, dayak atan babalar, gercekten de toplumu temsil ediyordur. Böyle bir durumda da cekirdek ailesinde sevgi görmemis bu insanlar bir baba ariyorlardir. Bir tesadüf müdür ki arabeskciler icin Müslüm, Orhan ve Ferdi, rock'cilar icin Erkin hep "baba"dir, taraftar Demba Ba degil de Dem Baba der, Süleyman Demirel sapkasini kaptirmayan babadir? Baba, ailenin reisidir. Tayyip Erdogan da ülkenin "reis"idir. Sever de döver de. Sorgulanmaz. Her zaman bir bildigi vardir. Bu nedenle etrafinda Bakanlar Kurulu'na falan da ihtiyaci yoktur. Bu kesim böyle bir anayasa degisikligine dolayisiyla evet der.

2) Tayyip Erdogan yalakalari ya da yalakalanmak zorunda kalanlar. Bu insanlar onurlarini satmislardir. Bazi seylerin yanlis oldugunu görüyorlardir ancak borclari vardir ve akan cesmeyi kapatmak istemezler. Su ölümlü hayatlarini insan haklarindan, toplumun mutlulugundan daha önemli görürler. Cokca karanlik ise karismislardir. Belki pismanlardir ama duvar yikilirsa altinda kalirlar. "Duvari güclendirmek daha iyidir" derler.

3) Devlet Bahceli ve destekcileri. Söylenecek fazla söz yok. 2002 yilindan beri - Haziran 2015 disinda - ayaginin ucuna devlette söz sahibi firsati gelmeyen Bahceli, artik hayatinin son yillarinda Cumhurbaskaninin sag kolu olabilmek icin kendini yirtiyor. Eyvallah. Ancak unutmasin ki bu yasaya göre Cumhurbaskani kimseye hesap vermeden istedigini bakan yapar, isterdigini yardimcisi, istemedigine de hicbir görev vermez.

4) Tayyip Erdogan. Kendisi bu istegini de her zaman acik etti. Refah Partisi saflarinda da demokrasi hakkindaki görüsleri belliydi, 2002'de göreve geldikten sonra yaptiklariyla da belliydi, simdi de belli. Baskanligi istemesinin tek istegi de ego tatmini. Tipki göreve geldigi gibi Dolmabahce Sarayi'ni kullanmak istemesi gibi. Tipki kendine 1000 odalik saray yaptirma ihtiyaci duymasi gibi. Her an daha fazla yetki istiyor ve bu degisiklikler olsa bile bunun duracaginin garantisi yok.


En basit soruyu soralim: eger Tayyip Erdogan diye biri olmasaydi, bu degisiklik gündeme gelecek miydi? Binali Yildirim cikip "bir gemi iki kisiyle gitmez" diyerek kendi makaminin lagvedilmesini destekleyecek miydi? Hayir. Hicbir AKP secmeni "ya su cumhurbaskaninin yetkilerini güclendirsek mi?" sorusunu sormayacakti. Hele ki cumhurbaskani baska bir partiden olsaydi ve o parti bu degisiklikleri isteseydi, AKP secmeni sokaklara cikar, bu degisiklikleri protesto ederdi.

Ben, hicbir partiye üye degilim. Hasbelkader bir partiye oy atiyor, geciyorum. Benim icin tek önemli sey Türkiye'nin demokratik bir sisteme sahip olmasi. Bu nedenle bir AKP'li gibi "Kudurun len XD" demeyerek ya da at gözlüklü bir muhalif gibi "Padisahlik bu!" demeyerek, her degisikligi analiz etmeye calistim. Görüyorum ki bu degisiklikler ciddi yetkileri tek kiside topluyor ve bu yetkiler kötü kullanilmaya cok müsait. Tarihte böyle örneklerin ne kadar aci sonuclandigi da ortada. Bu tasariyi sagci parti de solcu parti de getirse düsüncem sabit. Bu degisiklikler demokrasi icin tehdittir ve her madde ayri ayri oylanmadigi sürece bu teklife demokrasiye inanan herkesin hayir demesi gerekmektedir.

Survivor guilt

by 22:25:00
Türkiye'yi geride bırakmaya kararını yaklaşık yedi yıl önce vermiştim. Daha Türkiye, bugün düştüğü karamsarlığa düşmemişti. Bir takım "liberaller" hala Türkiye'nin büyüme sancıları çektiğini ama yakın zamanda düze çıkacağını iddia ediyorlardı. Buna inanan ciddi bir kitle vardı. Etrafımda yaşadığı ülkenin koşullarından memnun olmayan çok kişi vardı ama hiçbirisi yurtdışı planları yapmıyordu. İş hayatının dönen çarklarında bir yollarını bulacaklarına inanıyorlardı. Ben de bunu çok düşündüm. O dönemki blog yazılarıma bakan da "gidebilecek miyim, gidemezsem burada yapabilecek miyim?" karmaşasını görebilir sanıyorum ama bu dönen çarklar bana uymuyordu işte. Ülkenin temel problemlerinden olan üstün alta baskı kurması, kabalık, rutine saplanıp değişime kapalı olmak gibi meseleler, eğitimli ve kültürlü olarak bilinen beyaz yakalıların kendi aralarındaki ilişkilerinde de vardı. Sonra, bu dönen çarkların bir parça olmak için trafikte kaybedilen saatler, yorgunluk, bitkinlik bana inanılmaz ters geliyordu. Bunun gibi daha bir çok şey vardı elbet. Terörse bunlardan biri değildi.

Psikoloji, çok fazla anladığım bir konu değil ama geçenlerde hakkında ufak tefek bir şeyler okudğum "survivor guilt" şu an içinde bulunduğum hisleri az çok anlatabilen bir kavram. Yakın zamanda uçak kazası sonucu neredeyse bütün oyuncularını kaybeden Chapecoense takımında farklı nedenlerden dolayı uçağa binmeyerek hayatta kalan futbolcuların hissiyatı "survivor guilt". Dostların travmatik bir olaydan dolayı acı çekerken, senin çekmiyor olmandan dolayı hissettiğin üzüntü diye özetleyebilirim. Acı çekmiyor değilim elbette bütün bu olaylar yüzünden ama elimden gelemeyen bir şey var. Mesela kardeşim her gün Taksim'e gidip gelirken, arkadaşlarım haftasonu merkezi bir yerde buluşurken, ailem otogar ya da havaalanı gibi yerlerde bulunurken eminim ki akıllarının bir tarafına "ya bir şey olursa?" kırıntısı düşüyordur. İnsan böyle durumlarda yaşantısından tam zevk alamıyor. Yılbaşı kutlaması için evine tıkılıyor ya da şehirden uzaklara kaçıyor mesela. Bu "bombalar ile yaşamak" hissiyatını anlayamadığım için kendimi şanslı hissetmek istesem de hissedemiyorum; aksine, tam olarak empati yapamadığım için şu "survivor guilt" geliyor, yakama yapışıyor. Hadi bombalar (bu kadar sık olmasa da) Fransa'da da Almanya'da da patlıyor. Geride bıraktığım o güzel insanlar bir Gezi direnişi yaşadılar, onu da geçtim ciddi ciddi darbe gördüler. Ben bunları kafamda nasıl tam olarak canlandırabilirim ki? İnsanlar tabii ki de bu olaylardan sonra aynı kalamıyor. Bakıyorum, bazı arkadaşlarım tamamen politize olmuş, her şeye muhalif. Diğerleri işin içinden çıkamayınca "üst akıl" masallarına yönelmiş. Bazıları durup durup HDP'ye oy verenlere küfrediyor. Diğerleri uydurma Atatürk sözlerini paylaşıyor. Sosyal medya hesaplarımda aynı insanlar var ama her telden görüş önüme düşüyor. Bunlara şahit olmak çok ilginç.

Yani demek istediğim, ben ülkemi geride bırakırken sadece belli başlı problemlerden uzak kalacağımı düşünürken, şimdi oradaki insanlardan da gitgide uzak kaldığımı hissediyorum. Mesela bir gün İstanbul'a ziyarete gidersem bütün naifliğimle farkında olmadan "Nevizade'de mi buluşsak?" dediğimde bana garip garip bakılacağını düşünüyorum. Bir yerde otururken, olan biteni konuşurken ZDF'in nasıl bir yayın programından bihaber bir tanıdığımın Türkiye'deki sözde haber kanallarından birinden duyduğu bir bilgi kırıntısı ile "Almanya'da haber kanalları da Türkiye'yi çok karıştıyormuş" diyebileceğini düşünüyorum. Sanki terör sadece o güzelim canları değil, geride kalanlardan da birçok şeyi götürmüş gibi. Ben burada izole bir baloncuğun içindeymişim, memlekette kalanlar ise bambaşka düşünce tarzlarına evriliyor gibi geliyor. Belki de yanılıyorum, bilmiyorum.

İşte ülkeden uzakta olmanın psikolojisi böyle, Türkiye'den kaçıp gitme hayalleri kuran dostlara duyrulur. Sokakta yürürken değil, en fazla uçak tribülansa girdiğinde ölebileceğimiz aklımıza geliyor. Trafik yok, saygı var, yerler temiz, şöyle böyle. Burada oldukça mutluyum. Elimde olanlara şükrediyorum. "Ama bir Müzeyyen Senar da yok be!" muhabbetine de asla girmedim. Ancak her saldırı sonrası geride kalanları düşünmek zor. Sıyrık bile almasalar dahi yüklendikleri o psikolojik ağırlıkla hayatlarına devam etmek zorunda oldukları gerçeği zor. Bu bahsettiğin "survivor guilt" de işin cabası.

Temsili resim - resim koymazsam ana sayfa çok çirkin oluyor maalesef :(

Blogger tarafından desteklenmektedir.