Mecidiyeköy cehennemi

by 23:12:00

Umut Sarıkaya, benim hissettiklerimi her zaman kağıda dökebilmiş bir insandır. Yukarıdaki karikatür de onlardan biri. Ben hayatım boyunca şehre bu kadar yakın ve bu kadar rezil bir yer görmedim. Çok vakit geçirmiştim zamanında bu semtte, oradan biliyorum. Lisenin yatakhane servisi beni Mecidiyeköy'de indirip, oradan geri alırdı. Tabii servisi kaçırmamak için (ki bunu istemezdin çünkü liseye başka bir şekilde gitme şansın yoktu. Vardı da yoktu. Uzun hikaye) erkenden gidip zaman geçirmek zorunda kalırdım. Karikatürdeki arkadaşın elinde bavullusunu düşünmek lazım tabii ki çileyi ikiye katlayalım.

Mecidiyeköy'de yapılacak bir şey yok, hiçbir şey yok. Dönercilere gidilir, metrodan Burger King'e yürünür, karşıya geçilir ve aynı yol geri yürünür, korsan CD bakılır, bankta oturulur. Bol bol egzos gazı, kulakta çınlayan sesler. İnşaatı hiç bitmez. Metro girişi inşaatı, otobüs duraklarının uzağa taşınması, Ali Sami Yen'in yıkılışı, Trump Towers inşaası ve benim göremediğim Metrobüs durağı inşaası. Yazdıkça tüylerim ürperiyor. Eski kırmızı otobüsler ve onun uzayıp giden sırası ki insanları sırayı girmeyi başarsa bile otobüse girerken o sıra bozulur, tartışmalar çıkar.

Dayanamıyorum araya fotoğraflar koyacağım.


Mecidiyeköy için sakin bir gün

Orhan Veli, İstanbul'u değil de Mecidiyeköy'ü gözleri kapalı dinleseydi, kim bilir nasıl bir şiir ortaya çıkacaktı? Kornalar ve insan sesleri. Sağ taraf komple simit dükkanları ve kafeler. Tam karşıdaki Polis'in yanında bir yerde de renkli harflerle "Çocuk Şube" gibi bir şey yazardı ki renklendirilmiş o kapıdan giren suça itilmiş çocukları düşündükçe yapmacıklık kaplardı her yanımı.

Zincirlikuyu'dan gelecek metrobüste yer olacağını cidden düşünüyor mu bu insanlar?

Metrobüs durağı güzelliği. Kim derdi ki metrobüs'ün araç trafiğine çare olayım derken insan trafiği diye bir şey yaratacak diye. Neyse ki pek işim düşmüyor metrobüse. Düşerse de Mecidiyeköy'ün bir seviye gelişmişi olan (Pikachu-Raichu gibi düşünebiliriz) Zincirlikuyu istasyonu daha bir cazip oluyor.

Azıcık da yukarıdan bakalım bu güzel semtimize. Gözümüze çapran yeşillikler soldaki mezarlık ve de Ali Sami Yen stadı ki artık orası o kadar da yeşil değil. Tam sağındaki eski Tekel fabrikasıyla beraber stad yıkılıyor. Yanlış bilmiyorsam yerine bir rezidans yapılacak. Projesini görmedim ama çok umutlu değilim. Mezarlık üstünde ise milyonlar çakalın gözünün olduğunu tahmin ediyorum ama ses çıkaramayacakları için mutluyum.

İnternette hem 3. köprü hem de Topçu Kışlası'nın yeniden yapımı için yeşil katliamının yapılacağı haberlerinin bol bol yer aldığı bugünde, İstanbul'un her yerinin bir Mecidiyeköy olması ümidiyle sözlerimi sonlandırıyorum. Bir daha baksanıza şu fotoğraflara. İstanbul, ne güzel bir kent, değil mi?

İnternette ne doğru ne yanlış?

by 00:12:00
İnternet'te yazan her şey doğru değildir. ("Bu da doğru değil o zaman" diyerek paradoks yaratmayalım lütfen)


Bu kadar basit bir gerçeği anlamak için çok yüksek bir zeka kapasitesine de gerek yok aslında.  Yine de yanlış bilgi kaynıyor internette. Belli bir yaşın üstünde olup, internet kavramı ile 5 yıl önce tanışmış insanları ayrı tutuyorum bu konuda. Ancak, neredeyse doğduğundan beri sanal ortamla bir şekilde haşır neşir olmuş insanların bu her bir şeye inanma hastalığına anlam veremiyorum.



Şöyle bir tweet okudum:
"LIECHTENSTEIN diye bi ülke var. 15 gün kaldıktan sonra vatandaşı olunabiliyor. Aynı zamanda ülke kiralanabiliyor."


Öncelikle, "Lihtenştayn" diye bir ülke var? Hadi canım! Tamam Lihtenştayn'ın başkentini bilme, nerede olduğunu kafanda canlandırma da erkeksen milli maç nedeniyle, kızsan da bir şekilde duymuş olman lazım. Hani en kötü "dünyanın en küçük ülkesi neresi?" diye hiç mi Google'dan bakmadın da ismini listede görmedin. Adamlar Avrupa'da sonuçta, Pasifik Okyanusu ortasında bir adadan bahsetmiyoruz burada.



Neyse "insanlık hali, bilmeyebilir" diyebilirsin, kabulum. Devam edelim: "15 gün kaldıktan sonra vatandaşı olunabiliyor" Yok artık! Dünya'nın herhangi bir yerinde bir ülkede 15 gün kalınca vatandaşlık alma olabilir mi? Hem de Avrupa'nın ortasında bir yerde. Bunun gerçek olması çok saçma sonuçlar doğururdu. Schengen'e dahil olan bu güzide ülke, vatandaşlığına geçirdiği suçlulularla nüfus patlaması yaşardı. Zaten küçücük ülke, hazinesi nasıl kaldırsın, o kadar kişinin sağlık haklarına nasıl baksın? Adamlar prenslik zaten, öyle bir şey olsa kral futbolculara para verip, 15 gün sınırlarında tutup milli takıma alırlar. Yapmayın etmeyin. (Bok atmadan önce internetten baktım, 5 sene kalıp, çok iyi derecede Almanca bilip, kanunlarla ilgili bir sınavı geçmen gerekiyormuş. Öyle 15 gün diye bir şey yok)

Devam edelim, "aynı zamanda ülke kiralanabiliyor" Oha! Yuha! Ada satın almaktan sonra, ülke kiralamak. Ne demek ayrıca ülke kiralamak? 15 gün kiralayıp, orada yaşayanlara "Kız arkadaşımla tatil yapacağız, gidip İsviçre'ye, Avusturya'ya!" mı diyorsun yoksa prense "Abi bi çekil, tahta ben oturuyorum bugün" mü diyorsun 23 Nisan çocuğu gibi? Kanun mu değiştiriyorsun, başka ülkelere savaş mı açıyorsun? Lan ülke kiralamak ne demek?? Bunu da acayip komik bir bilgi gibi paylaşıyorsun.



Şimdi o zaman internete şu an şöyle notlar düşüyorum:


"Finlandiya'nın Kuzey Kutbu'na yakın bölgesinde yaşamayı kabul edersen ömür sonuna dek Finlandiya vatandaşı olabilirsin."


Şimdi ben bunu bir "twitter fenomeni"ne göndersem (sıfata bak sıfata) ve o bunu paylaşsa, yemin billah 3 sene sonra bu cümleyi Google'da aratsam, yine bir yerden bulurum. Hem yukarıdaki kadar bir mantıksızlık da yok. Tabii ki "ülke kiralamak" kadar fantastik olmadığı için o kadar da ilgi çekmez ama binlerce inananı olur.


Sonuç olarak, internette her yazana da inanmayın be gözüm. Sorgulamak iyidir, güzeldir. İlginç bir bilgi mi gördün, paylaşmadan bir bilene danış da doğru mu yanlış mı öğren, farklı şeyler oku bu konu hakkında. İlla biriyle paylaşacaksan da "valla şöyle bir şey duydum, ne kadar doğru bilmem" de. Bu lafları kendime de söylüyorum tabii ki. Çokça kandırılıyoruz, ne doğru ne yanlış birbirine karışmış. Dikkat etmeli. Sadece anonim internet paylaşımlarında değil, okuduğumuz haberleri de sorgulamamız lazım. Bize haber diye sunulan şeylerin kaçı ısmarlama kaçı gerçeği yansıtıyor, hep bir şüphe olmalı. (Günün sosyal mesajı)


Hala "bu fotoğrafı paylaşırsan lösemi hastası Ayşen'e Facebook'tan 5 TL yardım gidecek" yazan resimleri paylaşan arkadaşlarım var benim maalesef. Kaç yaşına gelmişsiniz, yapmayın etmeyin.

Mesela şu laf gerçek değildir:
"Bir gün öldürmediğim her Yahudi için bana küfredeceksiniz - Adolf Hitler" (Ama önemli bir paylaşımdır, Irkçı turnusolü)
Ama bu laf gerçektir:
"İnternet'teki alıntılarla ilgili problem onların hakiki olup olmadığını bilmediğimizdir - Abraham Lincoln"

Bir vedaya yaklaşırken

by 00:41:00
Haberleri okumaktan nefret ediyorum ama insan nefret ettiği şeyleri bile gizliden gizliye yapmayı seviyor. Ya da sadece yapmak zorundayım, bilmiyorum. İçinde bulunduğum dünyaya yabancılaşmak istemiyorum. Ancak hep aynı hisle sonlanıyor bu maceram, olan bitene bir nefret ile. Ülkemde zaten fazlaca şey oluyor sinirimi bozabilecek, dünya haberlerine de baksam farketmiyor hiçbir şey. Nükleer savaş, ırkçılık, uyuşturucu ticareti, bireysel deliliklerin masum canları alması vs.

Bir de üçüncü sayfa haberleri vardır ki okunup geçinir. O kadar kanıksanmışlardır ki "çocuklarını öldürüp, intihar etti" diye bir haber manşet olamaz ülkemizde. Üçüncü sayfada hızlı bakılıp geçilir. Çoğu zaman ise ikinci sayfadaki magazin haberlerini okumaktan, üçüncü sayfaya bile geçilmediği olur. Ancak ne trajediler vardır orada. Kıskançlık cinayetleri, fakirlik cinnetleri, ahlaksız teklifler, gaz kaçakları, intiharlar vs.

Her gün bu ülkede birine tecavüz edilir, en ufak bir anlaşmazlıkta insan öldürülebilir. Kanıksanmıştır. Bir de başka şeyler olur bu ülkede, kimsenin ruhunun duymadığı ama birçok kişiyi etkileyen. Mafya işleri, ihaleye fesatlar, dolandırıcılıklar. Tesadüfen ortaya çıkarsa ortalığı inletin, "vay anasını neler dönmüş" diye okunur bu haberler. O da işte Susurluk'ta arabanın kamyon altına girmesi gibi tesadüfler gerektirir. Ya da daha güçlü olan karşısındakini zor durumda bırakmak için tuzaklar kurar. Milletvekillerinin seçim öncesi çıkan filmleri gibi.

Ülkede üçüncü sayfa olayları sabah programlarına çıkar. Herkesin birbirine bağırdığı, kavgalar çıkan, bayılmaların olduğu bir reyting kaynağı oluşturur. Ya da eskiden olduğu gibi Sıcağı Sıcağına gibi programlarda şiddet pazarlanır. Büyük çaplı konular ise gecenin köründe programlarda tartışılır. Orada da herkes birbirine bağırır. Yine kavga bir reyting kaynağı olarak kullanılır ve bunlar neden olur, nasıl durdurulur gibi konulara değinilmez. Toplumda olanları yansıtması gereken filmler çekilir çekilmesine de televizyonda yayınlanmaz. Diziler ise aynı hikayenin yüzlerce değişik versiyonlarının çekildiği Akasya Durağı gibi anlamsızdır.

Ben Behzat Ç.'ye birinci sezonun sonlarında başlayanlardanım. Daha önceden başlamamamın iki nedeni vardı: pek dizi izleyen biri olmamam ve Arka Sokaklar'dan dolayı oluşan bir önyargı (Allah bin belamı versin). Sonra Leyla ile Mecnun bölümü ile izlemeye başladım. Sonunda Bahar'ın tren ile Behzat'ı ve Ankara'yı terkettiği bölüm. İnsanın daha önce  hiç izlemediği bir bölümün sonunda gözleri dolar mı? Pilli Bebek, "tren yolları boyu düşündüğünü" söylerken doldu. Sonra da hiç unutmam "Duruyor Zaman"ın çaldığı ilk bölüm. Bir radyo spikerinin kızının kaçırıldığı bölüm. Bu sefer sonunda o malum şarkı çalıyordu ve sanki bir kızım varmışçasına gözlerim dolmuştu. Sanki "bana uzanan küçük eller" vardı da tutamamış gibiydi.

Dizi üçüncü sayfadan ekranlarda yansıtılamayanlara kaydıkça, artık tiryakisi olmuştum dizinin. Kendimi Behzat'ın yerine koyuyordum. Elini nereye atsa bambaşka şeylerin çıktığı, insanın dayanma gücünün kalmadığı bir ortamın içindeydim sanki. Mehmet Ağar'ın söylediğini inkar etse de bu durumu çok iyi anlatan "bir tuğla çeksem bütün duvar yıkılır" sözü yankılanır oldu diziyi izledikçe. Tabii ki bir yanda imkansız aşk ve evlat meseleleri.

1. sezon finalini iki kez izledim, biri kendim, biri kardeşimle. Her seferinde tüylerim ürperdi. Bir daha izlesem bir daha ürperir herhalde. 2. sezon finalini dayanamayıp kütüphanede izledim. Bir makale yazmam gerekiyordu ama yazamıyordum. En sonunda kulaklıkları takıp izledim. Sonunda yanımda oturan arkadaşıma alelade bir hoşçakal diyip kaçtım kütüphaneden. Yoksa büyük rezillik geliyordu. Aksi gibi çıkışta bir arkadaşa denk geldim. Hemen güneş gözlüklerini takıp kırmızı gözlerimi sakladım. Ben hiçbir zaman böyle sulugöz olmamıştım ama insan kendini kaptırınca bir şeye, tavırlarını pek kontrol edemiyor.

Haftaya ise 3. ve son final günü geldi, çattı ve ben bu dizinin olmadığı bir dünyayı şu an hayal edemiyorum. Evet, etraf üçüncü sayfa cinayetleri dolu. Evet, derin devlet diye bir şey var. Evet, bu dizinin var olması bunların çözümüne olumlu bir etkide bulunmuyor. "Ancak kendini tatmin ediyorsun" desen de varsın, öyle olsun. Gerçek dünyada her katil bulunmuyor, her yolsuzluk çözülmüyor. Bunlar olmayacak da. Varsın bu dizi bizi uyuştursun her şey çözülecek diye. Ama bunu da yapmıyor. Aksine hiçbir şey çözülmeyecek diyor. "Sen ne kadar uğraş, çözülmeyecek" diyor. Umutsuzluk verici, değil mi? Ama bir yandan da "çözülmese de uğraş" diyor. Daha ne desin?

Teşekkür ediyorum, dünyadaki bütün kötülükler; cinayetler, gizli hesaplaşmalar, terkedilmeler. Her şeyin tozpembe olduğu bir dünyada Behzat Ç olamazdı zaten. Siz acı çektirmeye devam edin ki, sevdiği gazeteci fazla ileri gidiyor diye hapse atılan Hayalet, sevdiği kıza amcası tecavüz eden Akbaba, sevdiği kızın sırf yakışıklılıktan dolayı başkasına aşık olduğu Harun ve savcı Esra dışında tüm dünyanın sırtından vurduğu Behzat gibi insanların anlatacak hikayeleri olsun. Onlar anlatsın, ben dinleyeyim. Zamanın sonuna dek.

Yolunu çiz evlat

by 00:33:00
Blog'u boşladığım doğrudur. Ancak zaten günlerini tez yazarak geçiren biri için belli bir yerden sonra kafayı bir şeyler yazmaya odaklamak çok zor geliyor. Neredeyse her zaman geceleri yazarım blog'a. Tabii böyle bir durumda geceleri yarı kapanan gözlerle pek yazacak takatim kalmıyor.

Aslında yazıya dökecek şeyler var kafamda. En çok da üzerimde biriken beklentiler hakkında yazasım var. İki yıl önceki Haziran'a geri dönmüş gibiyim. "E okudun okudun, ne olacak şimdi?" soruları. O zaman da belirsizdi, şimdi de belirsiz. Ancak o zaman güzel sonuçlanmıştı, e umarım bu sefer de güzel sonuçlanır.

Mesela babam her zaman ama her zaman yolumu çizemediğimden yakınır ya da bir yolda sabit kalamadığımdan. Tam olarak neden yakındığını da anlayamıyorum açıkcası. Sanırım herkes kendi kafasında benim için bir yol çizmiş durumda. Babam çok uluslu bir şirkette iyi para kazanan (burası önemli) bir yönetici olmamı ister mesela. Verdiği örnekler bu yönde. Annem, bu konularda eskiden daha bir rahatken şimdi alttan altta babamın çizdiği yola ortak oluyor sanırım. Neyde uzlaştıklarını bir kenara bırakırsam, bir şeylerde uzlaşıyor olabilmeleri benim için ayrı bir mutluluk kaynağı olduğu gibi, ayrı bir yazı konusu da. Dayılarımdan biri bunca emeğin boşa gitmemesine değinir. Ebeveynlerimden farklı olarak para konusunu o kadar öne sürmez ama ne yaparsam emeğimin boşa gitmeyeceği konusunda sanırım ortak noktada buluşamadık. Aile bireylerimin hepsini burada saymama gerek yok ama siyasal bilimler okumamı %100 destekleyen birini bulamam. "Sen okuyorsan bir bildiğin vardır" şeklindeki destekleri de maalesef destek olarak kabul etmiyorum :(

Aslında ben ne istediğimi açıkça belirttiğimi düşünüyordum: siyasal bilimlerde uzmanlaşmak, akademik çalışmalar yapmak, ister üniversite olsun, ister araştırma enstitüleri. İleride de daha büyük organizasyonlarda rol almak. Tabii bunların bir kısmını Almanya'da yapmak olunca seçeneklerim azalıyor ama kovalıyoruz bir şeyler. Aslında bu fikirlere de çok büyük bir muhalefet yok ama şu konu açılıyor "25 yaşına geldin, geç kalıyorsun". Öncelikle benim bu yukarıda yazdığım şeyleri yapmak için en az yüksek lisans bitirmek lazım ve bunu daha erken bitirmenin insanlıktan feraget etmedikçe hiçbir şansı yok. İkincisi, 25 gerçekten o kadar geç mi? Benim yüksek lisans yapmayan arkadaşlarımdan farkım sadece 2 sene zaten. İnsanlar 18 yaşında işe değil, üniversiteye giriyorlar.

Bende dil pabuç kadar oldu valla ancak karşı tarafa iki üç kere anlatmaya çalışıyorum, beklediğim reaksiyonları alamayınca vazgeçiyorum. (Buradan megalomanlıkla ilgili bir çıkarım yapılabilir, yapılmasın, alakası yok) Zaten karışık konular bunlar. Anneme okuduğum okulların eğitim sistemini lise ortasında anlatmayı bıraktım. Buraya ilk geldiğimde "nasıl dersler görüyorsunuz?" dediğinde annem, "şimdi R diye bir program var, buraya bir konu hakkındaki istatistikleri yerleştiriyoruz. Ellerimizle yazdığımız istatistik modelleriyle, 'regression' dediğimiz istatistiki bağlantıları kuruyoruz. Bunların tablolarını oluşturup, hangi etmenin etkili, hangisinin etkisiz olduğunu anlıyoruz..." diye giden cümleler kurmak yerine "boşver" diyorum, o mutlu ben mutlu. Babam ise sağolsun yüksek lisans biterken geldi sordu neler gördüğümüzü. Biraz anlatmaya başladım, baktım konu sarmadı çünkü gelişmiş devletlerin gizli politikalarını maalesef göremiyorduk. Gerçi öyle olsa ne güzel olurdu. Daha ilk derste, "Her şeyin arkasında ABD var, birileri düğmeye basıyor" diyip diplomayı verirlerdi bize. Tekrardan söyleyeyim sevgili dostlar, siyasal bilimler oturup "Çin çok büyüdü. ABD bitti artık, Çin var" gibi havadan sudan muhabbetler yapmak değil, "hangi faktörler üye devletlerin AB yasalarına uyumlarını etkiler" ya da "bireyin politikadan dışlanmasının arkasında yatan şeyin ekonomik ya da politik nedenler olması" gibi sistematik şeyler. Ben de ilki gibi sanıyordum ama değil. Gerçekten değil. Yoksa "PKK neden saldırıyor? ABD" derken birdenbire "PKK neden çekiliyor? ABD" demek kolay. ABD'yi de hiç sevmem ha. Lisede ya da yüksek lisansta ve hatta doktorada kendilerini seçsem hayatım kariyer anlamında çok farklı olurdu ama yok, hayallerimi süslemiyorlar.

Bu konu daha çok uzar ama şimdilik bu kadar yeter. Yazdım iyi oldu (umarım) çünkü bir yerden sonra içine ata ata bilinçaltından patlıyor bu düşünceler.

Kısacası lütfen bir konuşma öncesi "nasılsın?", "havalar nasıl Almanya'da?", "neler yapıyorsun boş zamanlarında?" gibi soruları sorun bana, size ne kadar saçma sapan gelse de. Çünkü merhabalaşmak sonrası "ee kariyer planların ne?" diye bir soruyla karşılaşınca gerçekten üzülüyorum :(
Blogger tarafından desteklenmektedir.