Öğrenci hareketlerinde akademisyenin yeri

by 01:24:00
Memlekette uzanıp haberleri izlerken, sanki içime çekiçle vuruyorlar. Yine de izliyorum. Biber gazı, terör operasyonları, trafik kazaları ve benzerleri ekrandan düşmek bilmiyor. Hepsi hakkında tek tek düşünüyorum. Olmuyor, işin içinden çıkılmıyor.

Bir yanda hükümetin ve kuklalarının seslerini dinliyorum. Kaynağı olmayan haberler, bir takım sanrılar, ehlileştirme çabaları.

Bir yanda Genç Bakış aracılığı ile karşı tarafı dinliyorum. Aynı klişe sözler, AK Parti seçmenini anlamak yerine aptallıkla yaftalamalar, arkası dolmayan bir Atatürkçülük.

Beni sevindiren iki şey var sadece bu saçma sapan ama hep var olan bu kaosta:


Biri haberlerde görebildiğim öğrenciler. Temiz yüzlü ve sahibinin sesi olarak konuşan takım elbiseli iyi çocuklar değil bahsettiğim. ODTÜ'de, var olduğunu reddedemeyeceğimiz polis şiddetine ve buna verilen akıl almaz desteğe direnen öğrencilerden bahsediyorum. Diğer dönemdaşlarının tersine gündem ile ilgilenen, doğru ama yanlış bir çözüm önerisi sunabilen öğrencilerden. Halen ağızda aynı eski sloganlar, Çav Bella'lar olmasa ne de güzel olurdu.

Ama beni daha da sevindiren şey televizyon programlarında çok kibar bir dille, algılarını sadece iktidara göre ayarlayabilen kişilere, bir üniversitenin nasıl olmasını gerektiğini anlatan değerli akademisyenlerin varlığıydı. Öğrencilerin ders hakkı engellenmeden bir amfide sanat gösterilerinin yapılabileceğini, öğrencilerin her ne konuda olursa olsun iktidarı özgürce eleştirebileceğini anlattı. Onlarla beraber yürüyen eğitmenleri gördük haberlerde. Kolay olanı çoğu rektörün yaptığı gibi basmakalıp kınamaları imzalamaktı, yapmadılar. Ülkenin solu bin parça zaten. Büyük ihtimalle o protestocu öğrencilerle aynı partilere bile oy atmıyor olabilirler. Önemsemediler, eleştiri hakkını savundular ve bu desteği kanlı canlı gösterdiler.

Bu değerli insanların önünde sadece saygı ile eğilinir.

Çoğunluk

by 02:27:00
"Çoğunluk" ne güzel bir filmmiş yarabbim.

İnsan kendini görebiliyor filmde. Yaşananların bazılarını ya ben başımdan geçirmişimdir, ya da çevremdekilerden görmüşümdür. Bir aile var. Baba belli ki Anadolu'dan İstanbul'a göçmüş, inşaat işine girmiş ve bir şekilde kendi şirketini kurmuş, yükselmiş. Karısı ile büyük ihtimalle birileri tarafından tanıştırılıp, onunla evlenmiştir. Kim bilir. Aklı fikri iş. Yapabileceği başka bir şey yok. İşinin ölmemesi için küçük oğlunun bu işin başına geçmesi lazım. Başkalarıyla çok yakın bir iletişimi yok, gerek de görmüyor. Babası büyük ihtimalle ona sevgi göstermemiş, o da oğluna göstermiyor.

Travma durumu varsa ortada küçük çocuk için var tabii ki. Düşün daha isminden başlıyor her şey; Mertkan. Baba temizlikçiyi uyarıyor mesela: "Mert değil onun adı, Mertkan". Adını İstanbullulaştırmış. Beyaz Türk olma isteği içten içe var ama olamıyorlar. Mertkan, saçlarını "apaçi" modeli yapıp, alt sınıf diskolarda arkadaşları ile vakit geçiriyor, hüzünlenince Doğuş dinliyor mesela. Buna rağmen Çingene diye dalga geçebiliyorlar Mertkan'ı seven kızla. Kız, ki aslında Kürt, ama umrunda mı bizim çocukların? İki yüzlü ahlak anlayışı, bir kızı Çingene diye ezip geçerken, onu bile fiziksel olarak elde edemeyenlerin cinsel ihtiyaçlarını gidermek için travestiye muhtaç kalıp onu eleştirmemesinde ortaya çıkıyor.

Mertkan'ı ötekilerinden ayıran şey, sevgi ihtiyacını karşılayabilecek birini bulabilmesi. İster şans de, ister fiziksel çekim. Ya da kızın şakayla karışık dediği gibi yakışıklı ve zengin bir koca bulmak istemesi. Gizli yaşamak zorunda bu ilişkiyi çünkü ne arkadaşları onaylıyor, ne babası ne de annesi.

Anne çok önemli bir figür aslında. Hep üzgün, hep yakınan. Kocasından sevgi görememiş, küçük oğlunun babası tarafından kendisine benzetilmesine karşı koyamamış biri. Mutfakta sigara içip, derdini içine atıyor. Adı filmde hiç söylenmemiş bile.

Çoğunluk, Mertkan'dan okumasını bırakıp işin başına geçmesini istiyor. Çoğunluk, Mertkan'ın askere gidip seve seve komando olmasını istiyor. Çoğunluk, devlete güçlendirmek için çalışmanın ne kadar önemli olduğunu belirtirken bir yandan kaza raporlarını değiştirmeni istiyor. Çoğunluk, azınlığı ezmeni istiyor. Çoğunluk, aileye yakışan "bölücü olmayan" bir gelin istiyor.

Mertkan ise baba baskısından kurtulmak istiyor, Gül ile bir gelecek kurmak istiyor, annesinin böyle hüzünlü olmamasını istiyor ama hiçbirini başaramıyor. Önce Gül gidiyor elinden, sonra baba baskısına mağlup oluyor. Daha da korkuyor azınlıktan, bireysel silahlanıyor.

Güzel hikaye, sade çekimler, pırlanta oyunculuk.

Ama daha önemlisi sahne sahne kendimi görmek. Tamamen farklı bir dünyada doğsam ve yaşasam bile insanın üstündeki o çoğunluk baskısı. Etrafımda gördüğüm, o azınlıktan korkma, yüksek sesle önyargılara dayalı eleştiriler. Her şey çok gerçek, tecrübe edilmiş. Kuştepe'deki teyp hırsızlığı bile birkaç kilometre ötede zamanında evime dalmalarını getiriyor aklıma.

Çok yan bir tema ama elinde o iğrenç, baş ağrıtan sesiyle oyuncak tüfek çocuğun "ben de askere gideceğim" dediğinde herkesten aldığı olumlu tepki geliyor aklıma. Daha sonra ise okuma bayramında asker kıyafeti giydirilip "Küçük asker, küçük asker, ne yapıyorsun bana söyle" diye melodik bir şekilde sorulan soruya "tüfeğime bakıyorum, ona süngü takıyorum" cevabını şarkıyla verişim geliyor. Daha süngünün ne olduğunu, nasıl kullanıldığını ve niçin kullanıldığını bilmezken.

Sonra birileri siyah tenli kıza Çingene derken, yine Edirne geliyor aklıma. Çocuk çalmalarından, Türk bayrağına pislemeleri gibi çocuk aklımla beynime sokulan imgeler geliyor.

Çoğunlukta kendimi görüyorum.

Sporda yolsuzluk nasıl önlenebilir?

by 23:51:00
Yolsuzluk karşıtı konferans IACC'nin 15.sinde konulardan biri spordaki çürümeydi ve programıma uyan iki konferansta bulunup notlar alabildim. Duyulanlar kulaktan uçar gider ancak alınan notları bir yere kaydetmek hem benim bunları hatırlamama, hem de arayanın bilgiye ulaşmasına yardımcı olacak.

İlk konferans, BBC spikerlerinden Rob Bonnet tarafından başkanlık edilen bir konuşmaydı. Konu daha çok futbola odaklanmaktaydı. Bonnet, söze futbolun basit olması ve insanları bir araya getirmesi gerektiğine değişenerek başladı.

Düşük risk, yüksek kazanç

İlk konuşmacı Ralf Mutschke, daa önce INTERPOL'de görev yapmış, şimdi FIFA'da görev yapan bir güvenlik uzmanı. Yozlaşmanın temel nedeni olarak cezaların yetersiz olması ve yakalanma riskinin düşük olmasını gösterdi. Almanya'da alt liglerde başlayan şike soruşturmasının, 20'den fazla ülkeyi kapsayan bir çeteye ulaştığını ve bunun şans eseri bulunduğunu söyledi.

Sonra Wilson Raj Perumel'in hikayesine değinidik. Hikaye şöyle; Finlandiya'da yaşayan bu Singapurlu, sahte pasaport nedeniyle polis tarafından takip edilirken yerel bir futbol takımı oyuncularıyla buluştuğu görülüyor. Farkediliyor ki kendisi aslında dünya çapında aranın bir düzenbaz aslında. Milyonlarca doların sahibi olan bu adam genellikle alt liglere bahis oynayarak bu serveti kazanmış. Daha sonra işi büyütüp, sahte şirketler kurup futbol turnuvaları düzenleyip, hakemleri ayarlayıp, bahis oynamış. Kendisini dünyaya duyuran ve benim de haberdar olduğum olay ise şaşkınlık verici. Haber şurada. Bahreyn Milli Takımı, Togo ile futbol oynadığını sanıyor ama aslında Togo ekibi sahte bir milli takım. Bu çok bariz düzenbazlığa ise acil paraya ihtiyacı olduğu için girişmiş. (Kendisi hakkında İngilizce bir kaynaktan daha çok öğrenmek için de şöyle alalım)

Tabii ki Türkiye'nin adını - maalesef - duymazsak olmaz. Antalya'da aynı gün içinde iki hazırlık maçı oynandı. Estonya ile Bulgaristan 2-2 berabere kalırken, Letonya, Bolivya'yı 2-1 yeniyordu. Ancak üst üste tesadüfler yaşanmıştı. Bütün goller penaltıdan gelmişti. Kaçan penaltılar hakem tarafından tekrarlatılmıştı. Televizyon yayını yapılmamış, sahaya seyirci alınmamıştı. Böylece hakemlerin kimliği gizli tutulacaktı. Ancak bu gizemli maçları Güney Asya'dan bahis oynamak serbestti. (Daha detaylı bilgi için de şurası)

Bu örnekler ile olayların büyüklüğüne değinen Mutschke, bunun organize suç örgütlerine karşı verilen bir mücadele olduğunu ve FIFA'dansa, polis güçlerinin bunun ile savaşması gerektiğini belirtti.

Nasıl savaşmalı?

İkinci konuşmacımız ise yine bir INTERPOL çalışanı John Abbott'tu. Kendisi yasal bahis endüstrisinin yarısı kadar büyüklükte bir illegal yapının bulunduğunu ve bu yapının %92'sinin futbol bahisleri olduğunu belirterek konuşmasına başladı. Bu savaşı kazanmak için; yerel hükümetler ve futbol federasyonları arasında ortak çalışması, bilgi paylaşımı yapılması, kimin hangi görevi almasının belirlenmesi ve sorunu çözmek yerine sorunu engellenmesinin gerekliliğini söyledi.

BM Uluslararası Suç görevlisi Dimitri Vlassis de işbirliğinin önemine değinerek küresel ve ortak yasaların var olması gerektiğine ve aktörlerin birbirini eğitmesinin önemine değindi. Eski hakem ve günümüzün hakem gözlemcisi Drago Kos, Japonya'nın bu savaşta önemli bir başarı örneği olduğunu belirtti. Diğer konuşmacılara şike karşıtı savaş konusunda katılan Kos, bu savaşın zorluklarını da şöyle sıraladı: spor organizasyonlarının çok bağımsız olması, devletin spordan gelir etme isteği ve bahis siteleri olarak gösterdi.

Peki ne zaman değişecek?

Mutschke'ye göre yavaş olsa bile uygun kanunlar yürürlüğe girmekte. Kendisi 7/24 saat, FIFA'ya ulaşılabilecek bir online hattın yürürlüğe gireceği müjdesini verdi. Ayrıca "whistle blowing" tabir edilen ihbar sisteminin de bu organizasyonda yürürlüğe gireceğini belirtti. Kendisi, FIFA'ya yönetilen suçlamaların yalan olduğunu belirtirken, bu düzenlemelerin FIFA'nın halk içinde bozuk olan imajını da bir nebze düzeltmesini bekleyebiliriz. John Abbott de sosyal medyanın yerini tekrardan vurguladı.

FIFPro'nun kara kitabı

Futbolcuların sendikası FIFPro'nun çıkardığı "The Black Book" (Kara Kitap), John Abbott tarafından önemli bir örnek olarak gösterildi. Burada şikenin ne kadar yaygın olduğunun görülebileceğinden bahseden Abbott, Doğu Avrupa'da futbolcu maaşlarının zamanında ödenmemesinin şikeyi doğruduğunu, İtalya'da hakem satın almaların fazlalığını, Bulgaristan'da son 10 senede 15 kulüp sahibi ve spor gazetecisinin öldürüldüğünü, Nijerya'da bir bakanın ülkedeki en çürümüş organizasyonun futbol federasyonu olduğunu söylerken maalesef Türkiye'nin adını ikinci kez geçirerek, Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım'ın uzun süre hapiste kaldığını belirtti. (Bazı istatistikleri için buyrun)

Abbott, şikenin sadece futbolda olmadığına dikkat çekti. Şike teşebbüslerinde en çok genç oyuncular, hakemler ve menajerlerin kullanıldığını söyledi ve olayın fiziksel tehdite kadar gittiğini belirtti.

FIFA'ya eleştiriler

İkinci toplantının moderatörü ise ünlü spor yazarı Simon Kuper'dı. Türkiye'deki şike konusunda daha önce röportajlar veren ve hatta bazı Türk taraflar ile twitter'da tartışan Kuper, eleştirel tavırlarıyla dikkat çekiyordu. Şikenin en büyük sorumluları olarak özellikle Asya'da oynanan online bahisi gösteren Kuper, bahis sektörünün spor endüstrisinden büyük olmasına ve bunun tehlikelerine değindi.

Burada FIFA'ya önemli eleştiriler getiren Kuper, 2002 Dünya Kupası'nda İtalya'nın Güney Kore'ye sürpriz bir biçimde elendiği maçın hakemi olan Via Kushibo'nun eroin kaçakçılığından  yakalanmasını, gazeteci Declan Hill'in 2006 Dünya Kupası'nda bazı maçların sonucunu önceden suç örgütlerinden öğrendiği iddiasını, FIFA'nın son Dünya Kupaları'nı Rusya ve Katar'a vermesinin ardından itibarının azalmasını ve FIFA'nın İsviçre'de olmasının, organizasyona kazandırdığı rahatlığa da değindi. Blatter'ın tek adam olarak son seçimleri kazanmasının demokratik olmadığını söyledi. Bu kadar eleştiriden Brezilya da kaçamadı ve futbol federasyonu başkan Ricardo Teixeira'nın yolsuzluk suçlamaları nedeniyle istifa etmesine de değindi.

Şikede çok para var mı?

Spor ekonomisi uzmanlarından Simon Chadwick, sözlerine şike dışındaki diğer sporda yolsuzluk yöntemlerini anlatarak başladı. Oyunculara ulaşarak gizli bilgilerin sahibi olmanın da yolsuzluk olduğuna değindi. Buz hokeyinde sonucu doğrudan etkilemek yerine rakip oyuncuyu sakatlamak için oyunculara para ödendiğini belirtti. Avrupa Konseyi'nin spor platformunun başında bulunan Stanislas Frossard, spor endüstrisinin büyümesinin şikeyi yanında getirdiğini belirtti. Burada üçüncü kez Türkiye'nin adı geçti. Frossard, Fenerbahçe'nin şike iddiaları nedeniyle Şampiyonlar Ligi'ne alınmaması nedeniyle, gelir kaybının karşılanması için UEFA'dan 45 milyon euro istediğini söyleyerek, spor endüstrisinde dönen paraya örnek verdi. Frossard, online bahis şirketlerinin en hızlı büyüyen endüstrilerden biri olduğunu söyleyip, 2015'te toplam gelirin 13 milyar euro'ya çıkmasının beklendiğini belirtti.

Türkiye'den gelen şike telefonu

Bu konferansta da yer alan Drago Kos, daha öncekinde anlatmadığı bir hikayesinde yeniden Türkiye adını geçirerek, Güney Asya ülkelerinden sonra spor yolsuzluğunda adı en çok geçen ülkenin Türkiye olmasını sağladı. Birkaç sene önce Makedonya'da oynanacak bir UEFA turnuvası eleme maçı öncesi genç bir hakem, Kos'a Türkiye'den telefon aldığını ve maçın sonucuna etki etmesi halinde iyi bir miktar para alacağın söylemiş. Kos, kendisine bunu kabul etmemesi gerektiğini söyleyip, durumu UEFA'ya haber vermiş. Ancak UEFA, bu duruma sessiz kalıp, uzun aramalar sonrası durumun polise bildirilmesi gerektiğini bildirmiş.

Polis, herhangi bir kanıt olmadığı için bir şey yapamayacağını bildirmiş. Hakem maçta şike yapmamış ve maçı ev sahibi ekip kazanmış. Daha sonra Türkiye'den arama yapanların hakemin kim olacağı bilgisini UEFA'dan öğrendikleri ortaya çıkmış. Bir ara son yıllarda hangi Türk takımlarının Makedon takımlarla maç yaptığına bakacağım.

Brezilya, Dünya Kupası ve Olimpiyatlara hazır mı?

Kuper, Brezilya'nın bu savaşta yeterli olmadığını düşünerek, adı konuşmacılar listesinde olmayan Brezilyalı yetkiliye bazı sorular sordu. Paulino, sadece iki çeşit bahisin Brezilya'da yasal olduğunu, online bahis sitelerinin ise ülke dışından bulunmasından dolayı kontrol edilemediğini söyledi. Ancak olimpiyatlar öncesi, bu denetimlerin sıklaştırılacağının sözünü verdi.

Yenilen stadyumlar ve diğer çalışmalar hakkında spekülasyonlar yapıldığı hakkındaki yoruma ise insanların bu çalışmaları takip edeceği iki tane websitesinin var olduğunu söyleyerek cevap verdi. Basının bu konularla çok ilgili olduğunu söylerek, Brezilya'da işlerin şeffaf gittiğini belirtti.

Drago Kos ise organize suç örgütlerinin Dünya Kupası'ndan sonra hemen Olimpiyatlar'ın aynı ülkede başlamasını kullanacağını çünkü kurdukları yolsuzluk sistemini değiştirmeden Olimpiyatlar'da aynı kişiler ile devam ettirebileceği tehlikesini dillendirdi. Kos, Brezilya'da büyük para transferlerinin gerçekleşeceğini ve bunun sınırlandırılması gerektiğini de ekledi.

Kuper bir seyirci sorusundan yola çıkarak, Paulino'yu biraz daha sıkıştırmaya devam edip, kendisine şehir seçimindeki keyfiyet faktörü ve stadyum yenilenmesi için gereksiz harcama yapılması ile ilgili eleştirileri aktardı. Paulino'ya, statların dokuzunun devlete, üçünün özel sektör ait olduğunu açıkladı. Statta ne kadar harcama yapıldığını bilmediğini söyleyen Paulino, önemli miktar harcamanın altyapı çalışmaları için harcandığını belirtti. Kuper ise yanlış stadyum tercihlerinin Güney Afrika'daki 2010 Dünya Kupası'ndaki gibi boş statlar problemine yol açabileceğini belirtti.

Sonuç olarak ne yapalım?

Bu konuşmalar sonunda Simon Kuper çözümleri şöyle sıraladı:

  • FIFA'ya ev sahipliği yapan İsviçre'nin denetimlerinin artması
  • Spor organizasyonlarının bağımsız hale getirilmesi
  • Yasal olmayan bahsin kontrol altına alınması
  • Aktörler arasında daha fazla işbirliği
  • Sponsorların desteği
  • Spor mahkemelerinin işlevselliğinin arttırılması
Değişik görevlerden ve ülkelerden gelen bu kadar kişinin aynı ülkülere ve bu çürümeyi engellemek için aynı heyecana sahip olması geleceğe karşı umut verse de özellikle bahis siteleriin desteğini almadan bu sorunların çözülmesinin zor olacağı kanısındayım. Özellikle de bu konuşmalarda en çok adı geçen ülkelerden birinin vatandaşı olarak, bu konuya daha çok eğilmem gerektiğini de farkındayım.

Dershanelerde geçen ömrüm

by 18:32:00
Çocukken dershane

Hayatımda ilk dershane sınavıma 3. sınıfın sonunda girdim. Hadi bunu yaşa dökelim; 9! Yazı ile dokuz! Şimdi bakınca çılgınlık gibi geliyor ama o zaman hayatın bir gerçeğiydi. Çünkü ben okumaya başladığımda ilkokul vardı, ilköğretim değil. Normal şartlarda 5. sınıfta orta okul sınavlarına girmem gerekiyordu. Sınava girdiken ve dershaneyi burslu kazandıktan sonra ise  eğitimin 8 yıla çıktı, ortaokula giriş sınavları da bu nedenle kalktı. Ancak ben dershaneyi kazanmıştım ve görünüş o ki, dersaneye gitmem gerekiyordu.

1997 Eylül'ünde dershaneye başlamış olmam gerekiyor. 9 yıl 3 ay! Çok iyi hatırlıyorum ki Kanal D'de Çocuktan Al Haberi programı vardı. Öğlenci olduğum zamanlar başını kaçırdığıma çok üzülüyordum. Aynı dönemde Selim Can, televizyonlarda program yapıyordu. Aile bireylerim; "Bak bak ne akıllı çocuk, televizyonda büyük adam gibi yorum yapıyor" diye kendisini bana örnek gösteriyordu. Ne yalan söyleyeyim, gitmiyordu işte hoşuma. Dershaneye gidip bir şeyler öğrenmemin onları mutlu etmesini bekliyordum. Oluyorlardı da, eminim. Ama hala birilerini bana örnek göstermeleri üzüyordu biraz. Sonra kaderin oyunu, Selim ile liseyi beraber okuduk aynı dönemde."Ulan senin yüzünden ne laf yedik ailemden!" diyemedim kendisine. Çünkü büyük ihtimalle benim durumumdaki bir çok kişi kendisine bu lafları demiştir.

Dershanede okula destek olacak çok bilgi öğrendim, kabul. Şunu, şunu dershanede öğrendim diye sayamam belki. Sadece Türkiye çapında yapılan sınavlarda fena olmayan dereceler yaptığımı, babamın da ÖSS'ye kadar beni bu sınavlar ile insanlara tanıttığını biliyorum.

Ancak dershane döneminin bana ekstradan kattığı şeyleri de söylememek olmaz. 10 yaşında bir çocuk olarak kendi başıma minibüs ile bir yerlere gitmeyi öğrendim. Arkadaşlar ile tenefüste ciğer-ekmek yiyerek, kendi başıma bir restorana gitmeyi öğrendim. Top oynamaya dalıp derse geç kaldığımız için kızların karşısında ilk azarımı yedim, böylece azar yemeyi de öğrendim.

Ergenliğe girerken dershane

Bir sene sonra yine haftasonlarım dershane ile dolmuştu. Ancak bu sefer sistem biraz daha farklıydi çünkü dershane sadece İngilizce dersleri veriyordu. Biz de bütün ilkokul tayfası ve birkaç ekleme ile derslere başlamıştık.

Neden böyle bir şeye gönderilme gereği duyduğumu bilmiyorum. Büyük ihtimalle Edirne'de özel kolejler açılmaya başladığı için İngilizce konusunda bizi geliştirmek istemişti ailelerimiz. Dershaneden aklımda kalan tek şey "Prime Minister" kelimesini öğrenmek olmuştu çünkü büyüyünce ne olacaksınız sorusuna hep astronot demekten sıkıldığım için sözlüğe bakıp "I want to be a prime minister" demiştim.

Haşarılık dozu artıyordu gitgide. Şansımıza da dershane binasının yanında bir halı saha vardı. Derslere yine geç kalıyor, terli terli ve yorgun bir şekilde sıramıza oturuyorduk. İçimizde de hayatında ilk kez halı sahada babasını izlemek yerine yop koşturan çocukların, oyunları kesildiği için hissettikleri kızgınlık vardı. Yes, I was really angry!

Ergenlikte dershane

Ah, ah. Kanatlanıp uçmak isteyen bir kuşu zorla kafese tıkmak gibiydi LGS'ye hazırlanırken dershaneye gitmek. Evet, gitmek zorundaydım. Zaten hafta içinde erken kalkarken, haftasonları da erken kalkmanın ne kadar sinir bozucu bir şey olduğunu o zaman öğrenmiştim. Edirne, o kış çok soğuktu. Dershaneye gittiğim her gün çok üzgündüm ve hatta sinirliydim.

LGS, benim kendimi göstereceğim sınav olarak bakılıyordu. Tamam, okulda iyiydim. Ancak bu sınav çok farklıydı. Herkes çok iyi yapacağıma inanıyordu. Ben inanmıyordum ama kendime. Kötü bir not aldığım dershane sınavı oldukça moralimi bozuyordu.

Dershanede gerçekten çok yalnız hissediyordum ben. Arkasına kocaman bir gitar çizdiğim açık kahverengi çantam ile şarkılar mırıldanarak dershaneye giderim. En arkaya otururdum en iyi anlaştığım arkadaşım ile. Bir şekilde geçerdi zaman.

Etüt kavramıyla da o zaman tanıştım. Haftada iki gün okuldan sonra ek derse dershaneye gidiyordum.

Pek mutsuzdum. Kimsenin de pek umrunda değildim.

Delikanlıyken dershane

Sonra da lise zamanı dershane dönemi başladı. İki sene üstüste. Yazları Edirne'de başladığım, kışın ise İstanbul'da devam eden dershane günleri. Edirne'de dershanede tanıştığım bir hanımefendi ile uzun bir süre sevgili olmak dışında bir anım yoktur.

Burada bu paragrafı açmak lazım ki dershane erkekler ve kızları yakınlaştıran önemli bir yerdir. Dershane öncesi okul içindeki kızlar arasında, yani kısıtlı imkanlar içinde sevgili aranırken, dershane bu muhtemel sevgili grubunu genişlettiriyordu. Bu yönünden dershanelerin hakkını teslim etmek lazım.

Bu dönemdeki en büyük sorun da sabahları erken kalkmaktı. Hele İstanbul trafiğini düşününce saçma sapan karanlık saatlerde güne uyanmak olağanlaşmıştı.

ÖSS zamanı artık ailemden uzak bir birey olduğum için hiçbir şekilde üniversite baskısı görmedim onlardan. Hatta ÖSS sonucunu babama kahvaltıda açıklamıştım. Önce puanı söyleyip çok heyecanlı bir tepki almamıştım kendisinden. Bir şekilde bir yere gireceğimi biliyorlardı zaten. Ancak dereceyi söylediğimde babamın başını kaldırıp, "hadi canım" dercesine baktığını unutmam.

Ancak bu sefer de dershaneden baskı geliyordu çünkü dershaneler öğrencilere bağlıdır. Onların kitaplarında sırıtan yüzünle, nasıl başarılı olduğunu açıkladığın yazılarla bulunmalısın ki reklamlarını yapsınlar. Ben de bunlardan biri olmuştum. Sağolsunlar bir laptop ile benim payımı vermişlerdi. Hala iş yapar kendisi. Ancak kurallar serttir. "Kız arkadaşınız olmasın" diyemeseler de bunu ima ederler. Derslerde laubaliliği ancak hoca yapar. Herhangi bir şekilde hocanın düşüncesine ters bir şey söylenmemelidir. Günde ne kadar soru çözülmesini gerektiğini söylenir. Vs. vs. vs.

Dershaneler kapatılsın mı?

Görüldüğü üzere hayatımın 5 senesinin haftasonları dershanelerde kaybolmuş biriyim. Bunun yerine sevdiğim bir şey yapsaydım, mesela gitar kursuna gitseydim Eurovision'da olurdum belki, ya da futbol kursuna gitsem Gençlerbirliği'nde olabilirim. Hani hiçbir şey yapmasam bile belki belki çok kitap okur, çok şiir okur, çok farklı hayat tecrübeleri edinebilirdim.

Ancak farkındayım. Dershaneler olmasaydı kendi başıma çalışıp şu an bulunduğum yerde olamazdım. Dershaneleri hiç sevmedim, sevmeyeceğim de. Ancak, durum bu. Dershaneler kapatıldığında sadece özel ders almaya parası yeten maddi durumdaki yerinde ailelerin çocuklarının iyi üniversitelere gireceğinin farkındayım. Devletin büyük bir vergi kaybının olacağının da farkındayım. Daha bir çok şey olacak, onların da farkındayım.

Bu nedenlerle, bu ucube eğitim sistemiz maalesef dershanesiz olamaz. Dershaneleri kapatmak yerine, daha iyi bir üniversiteye giriş sistemi getirilmesi, lise eğitiminin iyileştirilmesi gibi çözümlerin daha yararlı olacağını da iddia ediyorum.

Caulfield ve Mr. Spencer

by 15:02:00
Gerçek anlamda edebiyat ile lisede tanıştığımı söyleyebilirim. Bunun sancılı bir süreç olduğunu da söyleyebilirim. Çocukken, aile bireylerim sağolsun, masallarla, Disney ansiklopedileriyle başlayıp Dahl'ın Dev Şeftali'si ya da de Saint-Exupery'nin Küçük Prens'ine kadar birçok çocuk klasiğini hatmetsem de, ergenliğin ve o zamanki adıyla LGS olan lise sınavlarının etkisiyle tüm bu kitapları bir kenara bırakmış, roman niyetine Marilyn Manson ya da Bon Jovi'nin sözlerini okumaya başlamıştım.


Lise Hazırlık'ta ise bütün dersleri İngilizce görmenin yanısıra, İngilizce derslerde sadece gramer öğrenmiyor, öyküler ve romanlar okumaya başlıyorduk. "Rite of passage" deyimini orada duymuştum ilk kez. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş öyküleri temalı hikayeler okuyorduk. Hatta bir anne ve çocuğunun hikayesini çok sevmiştim de Anneler Günü'nde Türkçe'ye çevirip anneme hediye olarak vermiştim.



Sonraki yıl ise artık gerçek anlamda bir lise öğrencisine döndüğümüz için İngilizce'nin bizdeki yeri ve öneminde de bir azalma meydana gelmişti. Hatta o zamanki İngilizce öğretmenimizin bir erkek düşmanı olması İngilizce ile aramızın kopma noktasına geldiğinin de bir habercisiydi. Neyse ki Romeo ve Juliet'i okutmuşlardı bize o sene. İngilizce'nin kulağa ne kadar hoş gelebileceğinin farkına ancak o zaman varmıştım. İlk aşklarımızı yaşıyorduk o dönemlerde ve kendimizi Romeo ve Juliet'in Türk versiyonları gibi hissediyorduk. Rahmetli River Phoenix'in Stand by Me'sini de o sene izleyip hem filmin hem kendisinin hayranı olmuştum.



Benim hayatımın "rite of passage"ı ise lise 2'nin başında gerçekleşmişti. Daha dönemin başında annem bir ameliyat geçirmişti. Bir yandan onu o halde gördüğün için çok üzülüyorsun, kahroluyorsun. Ancak aile yanında bunu göstermemen lazım ki moral olsun onlara. Erkek yatakhanesinde ise böylesine duygular hiç gösterilmez. Yine içine atman lazım. Aynı dönemlerde ilk kez ciddi bir kız arkadaşım oluyordu ancak benim tecrübesizliğim ve yaşça küçüklüğüm nedeniyle daha çok abla-kardeş gibi bir durum olmuştu. Yeni bir döneme, hem aile içinde güçlü duracak, hem de bir ilişki yürütebilecek ama bu sorumlulukları kaldıramayacak bir çocuk olarak başlamıştım.



Sonra o dönem Roger Field ile tanıştım. Yeni İngilizce hocamız. Uzun ve ince, beyaz saçlı, gözlüklü, sakin konuşan ve sık sık gülümseyen biri. O döneme kadar ilkokuldaki sınıf öğretmenim dışında hiçbir hocamla çok samimi bir ilişkim olmamıştı. Lise boyunca da pek olduğunu söylemem ki bunu ekşisözlük'te yazdığım entrylerde de görebilirsiniz. Bu problemim üniversitede de sürdü ve Köln'de bir üniversite hocası ile arkadaş olunabileceğini gördüm ki bugün Almanya'daysam bunun büyük bir etkisi vardır. Mr. Field ise sinirleri hoplatılamayacak, herkese hoşgörülü davranan biriydi.



Böyle bir durumda benim her şeyi alttan alan bu adama karşı elimden gelen bütün şımarıklıkları yapmam gerekirdi. Bundan önce hep böyle olmuştu. Ancak yapmadım. O adam bize defterimizde boş bir sayfa açtırdı ve elimize kalem tutuşturdu. Her dersin ilk 10 dakikasında serbest yazı yazmamızı istedi. Aklına ne gelirse. İlk zamanlardan birinde annemin o durumu hakkında içimdeki her şeyi dökmüştüm. Aileme söyleyemediklerimi, arkadaşlarıma anlatamadıklarımı tek tek başka bir dilde kelimelere dökmüştüm. Her hafta Mr. Field bu defterleri toplar, sonraki hafta geri verirdi. Hemen yazdığı yorumlara bakardın. O hafta bana ne kadar zor şeyler yaşadığımı anladığını ancak böyle bir durumda bile çok olgun davrandığımı ve hep böyle devam etmemi istediğini yazmıştı. Anlayacağınız İngilizce'de şu yanlış bu doğru değil, daha çok derdimizi nasıl anlatabilmişiz ona bakıyordu. O destek verdi, ben yazdım. Gün geldi o kısacık zamanda şiir yazıp onu şaşırttım, bazen arkadaşlarımız suratlarına bakıp o anda ne hissettiklerini tahmin etmeye çalıştım. O dönem okuduğumuz kitapları arkadaşlarıma uyarladım. Yazmaktan zevk aldığımı hissettim. O ise destek vermekten bıkmadı.



O dönem okul "the Catcher in the Rye" okutuyordu bize. Bu muhteşem kitabı Mr. Field ile birlikte okumak, tüm lisenin bana 5 senede verdiği şeylerin en önemlilerinden biriydi. Orada tam olarak neler anlatıldığını bize doğrudan anlatmıyor ama düşündürtüyordu. Kitabın içine daha çok giriyordun ve gitgide kendimi Holden Caulfield ile özdeşleştiriyordum. Sanki Mr. Field beni Holden olmaya ittiriyordu. Hala ara ara okuduğum bu kitapta kendimi bulurum onun sayesinde. Daha sonra Salinger'ın külliyatını okurken - ki çok zor değildir - kendisini hep anmışımdır.



Lise 3'e geçince artık kendisi ile yollarımız ayrılmıştı ancak okulda görüp selam vermemek olmazdı. Bir gün okulun düzenlediği Sevgi Gönül gecesinde çalışmaya giderken lojmanda yaşayan öğretmenlerle oraya gitmiştik ki kendisi de servisteydi. Selamlaşıp ayak üstü muhabbet etmiştik. Sonra beni arkadaşlarına Holden Caulfield olarak tanıtmıştı da en çok gurur duyduğum anlarımdan biridir.



The Catcher in the Rye'ın başlarında bir sahne vardır. Caulfield okuldan atılır. Şehirden ayrılmadan önce tarih öğretmeni Mr. Spencer'a gider veda etmek için. Bir tek onu önemsiyordur çünkü. Mr. Spencer kendisine çok iyi davranır ama neden tarihten kaldığını, tarih sınavını yüzüne okuyarak anlatır. Caulfield, yanlışlarını duymaya dayanamaz ve çeker gider. Sonra da Mr. Spencer'a onu sınıfta bıraktığı için kötü hissetmemesi gerektiğini söyleyen bir mektup bırakır.



Eğer kendimi Caulfield olarak görüyorsam, Mr. Field'in hayalini de Mr. Spencer olarak görmüşümdür. (Aynı hisleri Türkçe öğretmenlerim Vildan Hocam ve Huriye Hocam için de hissediyorum da o da başka bir yazı konusu olsun) Ne zaman edebiyattan şu ya da bu nedenle uzak düşsem Mr. Field'in bana gelip neden böyle olduğumun sebebini sorguladığını hissetmişimdir.



Üniversite ortasında Köln'den dönüp, işletme okumak istemediğimi bambaşka şeyler yapmak istediğimi anladığım anda Radikal'in ekonomi sayfası yerine hep okumak isteyip atladığım klasik İngilizce edebiyat eserlerini okumaya başlamıştım. Bu dönemde Roger Field'in Facebook'u olup, bir arkadaşımın arkadaşı olduğunu farketmiştim. Büyük bir heyecan ile kendisini ekledim. Sonra bana mesaj attı. Önce her zamanki gibi çok cool olduğumu söyleyip, neler yaptığımı sordu. Çok ama çok mutlu olmuştum. İltifatları için çok teşekkür edip neler yaptığımı anlattım. Boğaziçi'nde son sınıfta olduğumu, ancak bir yerlerde uluslararası ilişkiler master'ı yapmak istediğimi anlattım. Hala İngilizce edebiyat eserleri okumaya devam ettiğimi ve ona bana hep destek olduğu için çok mutlu olduğumu söyledim. O da bana teşekkür edip, neler yaptığını anlattı. Blog'unun adresini verdi ancak ne yazıktır ki hiçbir zaman adam gibi girip bakamadım.



Geçen ay bir arkadaşım ile hoş bir Alman barında şarap içerken, bana ABD'de lisedeyken şiirler yazdığını, edebiyat derslerinin olduğunu ve çok sevdiğini anlattı. Ben de ona Mr. Field ve bana kazandırdıklarını anlattım. Dün ise yine aynı arkadaşımla bir şeyler konuşurken en sevdiğim kitabın "the Catcher in the Rye" olduğunu yazmıştım. Bugün de aynı arkadaşıma şu mesajı attım; "işte o İngilizce öğretmenim hayatını kaybetti".



Roger Field, geçen Cumartesi uykusunda hayatını kaybetmiş. Kendisine yakışan, sessiz, sakin ve huzurlu bir ölüm. Önce bir hüzün kaplasa da içimi Facebook'tan kendisine yazılanlara ve fotoğraflarına baktım. Hep gülümseyen, hayattan zevk alan bir adamın fotoğrafları ve kendisini çok seven insanların duvarına bıraktığı notlar var orada. Ben ise kendisi hayattayken benim için ne kadar değerli olduğunu az da olsa aktarabildiğim için çok mutluyum. Yine de bir kez daha tekrarlayayım.



Mr. Field, bana Bob Dylan'ın Hurricane şarkısını ilk kez dinlettiren sizdiniz. Güzel bir şarkı öğretmenin yanında ırkçılığa karşı durmanın önemini en sanatsal, dolayısıyla en güzel şekilde bana göstermiştiniz. Çalışma masamda Bob Dylan'ın şarkı sözleri var şu an. Rüzgara, şehre, aşka dair söylenmiş milyonlarca güzel söz. Siz şiiri seversiniz, bilirim. Bana da sevdirdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Hayes'in özgürlüğe kaçışı

by 18:06:00
Billy Hayes, 1970'in Eylül ayında Yeşilköy Havaalanı'nda yakalandığında gazetelere haber olmamıştı. Dönemin koşulları gereği esrar kaçaklığı (ve bir yandan kullanımı da) sıkça görülen bir durumdu. Bu nedenle Hayes'in dediği gibi, üstünden bomba çıkmasının beklendiği bir adamdan esrar çıkması herkesi rahatlatıyor ve gülümsetiyordu. Ancak bunun suç olduğu gerçeğini değiştirmiyordu.

Geceyarısı Ekspresi, Türkiye'de bir tabu. Filmi iki yaz önce ilk kez izleme fırsatı bulmuştum. Film oldukça güzeldi. Konu heyecan vericiydi, hapishanede yaşanan baskıyı ve şiddeti içine kadar işleyebiliyordun. Müzikleri ise bir enfesti. Tek problem Türkler'in yansıtılmasıydı. Herkes kötü ve pis olarak tektipleştirilmişti. Ancak abartıya kaçmasaymış Türkiye'deki, özellikle de o dönemin, hapishane hikayelerini çok iyi yansıtabilirmiş.

Hayes'in National Geographic kanalı için çekilen Banged Up Abroad serisindeki belgeselini izledim. Çok güzeldi, filmin kendisinden bile güzel. Hayes'in daha önce üç kez Türkiye'ye gelip aynı taksiciden haşhaş alıp ABD'ye götürdüğünü, dördüncüsünde yakalandığını bilmiyordum mesela. Kaçmayı, kafasına koyup Amerikalı arkadaşını Türkiye'ye çağırdığını ancak arkadaşının İstanbul'da otel odasında parası için öldürüldüğünü de bilmiyordum. Bununla ilgili de bir haber bulamadım maalesef internette.

Kaçış olayı çok ilginç. "İmralı deniz ile çevrelenmiş, kimse kaçamaz" diye düşünülüp güvenlik biraz daha rahat bırakılınca Hayes, fırtına için demir atmış bir sandala yüzüp onu kaçırıyor ve Bandırma'da karaya vuruyor. Bu planı da Adnan Menderes'in mezarının üstünde kurması da ironik. Sonra ise muamma. Hayes, Bandırma'dan İstanbul'a gittiğini söylüyor. Parayı nereden bulduğu meçhul. Kendisinin kaçtığının ne zaman farkedildiği meçhul. İstanbul'a kadar nasıl tanınmadan geldiği meçhul. İstanbul'da saçını boyayıp, Edirne'ye kadar geliyor. (Bu arada Alinur Velidedeoğlu'na verdiği röportajda Hayes, Edirne adını hatırlayamayıp "Ya sınırda büyük bir şehir vardı, Adrianapolis diyorlar hatta" dese de bizim Türk reklamcı "Çanakkale mi?" diyor. Bir Edirneli olarak pek yaraladı beni :( ) Edirne'de Karakasım köyünde kalmış. Oraları da bilirim. Hemen karşısı Yunanistan'dır. Sanki iki adım atsan oradasındır. Bizimki de öyle yapmış, gece vakti Meriç'ten yüzmüş karşıya geçmiş. Orestiada yakınlarında da karaya çıkmış olsa gerek.

Kaçışı tabii ki gazetelerde yer buluyor. Ancak büyük bir sansasyon olduğunu da söyleyemeyiz. Film çekilene kadar da bir sıkıntı yok. Billy Hayes, hayatını yazıyor ve Milliyet gazetesi Hayes'in kitabı uyuşturucu kullanan gençleri uyuşturucudan soğutmak için yazdığını iddia ediyor. Halbuki Hayes halen röportajlarında uyuşturucuya karşı olmadığını söylüyor. Uyuşturucunun yasallaştırılmasını isteyen Hayes'e göre Nixon'ın uyuşturucuya karşı açtığı savaş mafyalaşmaya, rüşvete ve hatta cinayetlere neden oldu. Tarihimizde de Nixon ve Ecevit'in haşhaş ekimi yasakları hakkında birbirine girdiği bilinir. Nixon'ın bütün isteğine rağmen Ege bölgesindeki haşhaş ekimine yasak getirilmemiştir. Adı Afyon olan bir şehre sahip bu bölgenin ekonomisinde haşhaş ekiminin ne kadar önemli olduğunu tahmin edebiliriz herhalde. Ekşisözlük'teki "Haşhaş Sorunu" başlığı, güzel bir referans olabilir bunun için.

Film çekilip, Cannes Film Festivali'nde gösterildikten sonra Billy Hayes, Türk medyasında "Billy Hayes adında biri" yada "Billy Hayes adındaki esrarcı" haline gelir. Kendisi ise iyi para kazandığını reddetmez. Daha sonra oyunculuk işlerine girse de pek başarılı olmaz. Filmden ve kitaptan 30 yıl sonra Hayes tekrardan Midnight Express günlerini geri hatırlatmak için döner. Yazdığı mektupları kitaplaştıracağını söyler, o günleri hakkında tek kişilik oyunlar sahneleyeceğini söyler. Bu noktada biraz "para suyunu çekti" eleştirisi getirsem ayıp olmaz. National Geographic'teki mimiklerinin de bazı noktalarda çok abartılı, bazı noktalarda ise (arkadaşı Patrick'in ölümü gibi yerlerde) hiç duygu yansıtmadığını söyleyebilirim. Pek çözemedim kendisini.

Dublörün Dilemması ve selam çakma hastalığı

by 01:20:00

"Çaycı Osman'ın masaya kahve getirme sahnesi ile Christopher Nolan'ın Memento filmindeki bilmem ne sahnesine selam çakan süper dizi"

Ekşi Sözlük'te beğenilen bir dizinin başlığında bu tatta bir entry'nin okunması çok olağan. İnsanlar bu "selam çakma" işini seviyor. Selamı aldığını, "benim entelektüel kimliğim çok iyidir" alt mesajı ile belirtmek istiyor. Bunu o kadar istiyor ki bazen olmayacak şeylerden olmayacak "selamlar" çıkartmak için kafa yoruyor.

Sinema/televizyon bu göndermeleri yapmak için çok daha uygun, hele bir kitap ile karşılaştırıldığında. Dublörün Dilemması'nda Nuh Tufan ile İbrahim Kurban'ın yaptıkları bir muhabbette Pulp Fiction'ın bir sahnesinin bir çizgi romandan doğrudan alındığı söylenir. Pulp Fiction'da yapılan selam çakma meselesinin güzel örneklerinden biri diyebilirim. Pulp Fiction diyalog ağırlığı ile olsun, silahların bol bol konuşmasıyla olsun bir çizgi roman tadında olduğu için bu tadında gönderme insanın gözüne gözüne sokulmadan yapılmış, bilen bilmiş.

Kitapta bu tarz bir göndermelerin insanın gözüne sokulmadan yapılması zor. Mesela D.D.'de şu an açık olan sayfadan bir gönderme örneği vereyim: "çünkü Cool Hand Luke filmindeki Paul Newman'ın maskesini takmıştım." Bu güzel. Yazarın kafasında öyle canlanmış, sevdiği filmi ve aktörü kitabının adını eserinde geçirmiş. Peki bir sonraki bölüme bir göz atalım.

"Merhum aktör Turgut Özatay'ın [25 Haziran 2002 günü 75 yaşında ölmüştü] maskesini yaptım." Şimdi bu doğum-ölüm tarihi verme meselesi kitapta bir çok kez karşımıza çıkacak ve kitabı romanlıktan alıp ansiklopediye çevirecek. Devam edelim. "Bu sözü bir yerden hatırlıyordum ... Hangi filmdi? Sokaklar Yanıyor [1965], Ölüm Temizler, Dövüşmek Şart Oldu [1966], Cehennemde Boş Yer Yok [1968], Namlunun Ucundasın  [1971], Ölüme Yalnız Gidilir [1976],  yoksa Suçlular Cehennemi [1979] mi?" Merhaba, beyazperde.com. Özatay'ın hayranı olduğunu göze sokmak için filmografisinin bir bölümünü, çekildiği yılları ile birlikte vermek başarılı bir yöntem mi yoksa kelime kalabalığı mıdır, tartışılır.

Daha önce Elif Şafak için Ekşi Sözlük'e yazmıştım, buraya da yazayım. "Baba ve Piç"te (evet ben de selam çaktım!) ana karakterin kitapçıdan aldığı 10 tane romanının hepsinin adını yazarları ile vermiş, okurken uyuduğu makalenin bile adını yazmıştı. Tamam, en çok filmi siz izlediniz. Tamam, en çok kitabı siz okudunuz. Tamam, en çok şarkıyı siz dinlediniz. Yalnız, Cohen'ın "Dance Me" diye şarkısının asıl adının "Dance Me to the End of Love" olduğunu bilmemeniz, şarkıda geçen "Dance me to you're beauty"nin de "your" olduğunu ve 17. baskıda bunu hala düzeltmediğiniz beni üzüyor.

Dublörün Dilemma'sına kafayı bu kadar takmam yaşadığım büyük hayal kırıklığından ötürüdür aslında. Kitabın son dönemin en iyi Türk edebiyatı eserlerinden olduğunun telaffuz edilmesi benim beklentilerimi çok yükseltmişti. Aynı şekilde övülmüş Tol'u okuduğumda nasıl kendime gelemediysem, bunda da bir o kadar üzüldüm. Selam çakma meselesi ise bunun sadece bir kısmı.

Başyapıt olmasa da D.D. güzel kitap, buna kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Yazarın yukarıda da gördüğünüz üzere adını geçirdiği Tarantino filmi tadında olağandan farklı bir kurguya sahip, silahların konuştuğu bir kitap. Kapakta da bunu görüyoruz zaten. Afili Filintalar'ın diğer üyelerinden Onur Ünlü'nün (ki kapakta Ah Muhsin Ünlü kişiliği ile bulunmakta) Polis'inde veya Emrah Serbes'in Behzat Ç.'sinde de görürüz silahları. İnsanların birebir aynı maskelerini yapıp, boğaza yerleştirilen çiple ses değiştirmesi de bilim kurgu tadını vermiş. Absürtlük karakter isimlerinde de kendisini göstermiş; Pembe Pepe, Ferruh Ferman, Erman Ferman, Taliha ve oğlu Talha, Habip Hobo gibi kafiyeli ya da aynı baş harfli isim soyadı kombinasyonları var. Kitabın gerçekten uzak olduğunu okura hissettirmek istiyor yazar.

Tamam gerçek değil ama yetimhanede okumuş ve normal bir liseye giden Nuh Tufan'ın çizgi roman kültüründen felsefenin derinliklerine kadar her şeyi bilmesi, (diğer karakterlerimiz de maşallah kendisinden az değil) kendini dine veren, heykel öğrencisi ve bir yıl kimya ve tıp dışında bu konularla ilgilenmemiş İbrahim Kurban'ın icatlar bulması abartıya kaçıyor. Ferruh Ferman'ın siğilinin dua ile geçmesi ile yazarın inançsal kimliğinin konu ile alakasız olarak hikayeye yansıtıyor. Kitabın dört farklı anlatıcısı var ve hepsinin üslubu birbirine benziyor. Bazı detaylar ise gözden kaçıyor. Mesela Nuh Tufan'ın dayak acısını hissetmediğini bilirken bir yerde Tufan, "Artık darbelerin acısını hissetmiyordum" diyor.

Hızlı okunan bir kitap D.D. Kapakta da poz veren Alper Canıgüz'ün arka kapağında dediği gibi "ilginç", "heyecanlı" ve "eğlenceli". "Derinlikli" olduğu konusunda ikna olamadım ama. Kendiliğinden derinlikli olmamış ama büyük sözlerle derinleştirilmeye çalışılmış gibi geldi. Bazı karakterlerin o hayatın anlamını çözmüş, özdeyiş gibi gelen cümlelerini gerçek hayatta duysam o ortamdan kaçmak için yer arardım. Ancak en sevdiğim sözü de paylaşmazsam olmaz: 

- "Bir gözlük almalısın Geronimo." [Geronimo: Hacer Ceren'in lakabı.]
- "Neden?"
- "Her defasında dudaklarımı ıskalıyorsun."

Filme çekilse izlerim ben bu öyküyü. Yakışır çünkü. Güzel de bir kitaptır. Ama Çağdaş Türk Edebiyatı'nın zirvesi demek için, "ehehe ehehe Leyla ile Mecnun'da Erdal Bakkal "İsyeaaan" dedi, Halil Sezai'ye gönderme yaptı, çok komik" diye yazan bir Ekşi Sözlük yazarı olmak lazım. Bazı şeyleri abartmamak lazım.

Kapağı harbiden güzel. Sarı yakışmış.

Bir çocuk gözünden deprem

by 00:26:00
Çok fazla uykudan uyandırılmışlığım yoktu benim. Aklımda tek kalan salonda uyuduğumda uyandırılıp yatağa götürülmem ya da "tuvaletin gelmiştir senin" diye ebeveynlerim tarafından tuvalete götürülmemdir.

11 yaşındaydım ve güzel bir uykunun tam ortasında olsam gerek. O gün neler yapmıştım, ondan önceki günler nasıl geçiyordu hatırlıyor değilim. Ancak o günü asla unutamam. Uyandırılmıştım ve annem tarafından laf evrilip çevrilmeden deprem olduğu söylenmişti. Edirne-Gölcük arası 350 kilometre. Bu evin beşik gibi sallanmasını önlemişti belki. Ancak uyandığımda gördüğüm oda avizesinin bir sarkaç gibi sallanıyor olduğuydu.

Önce evin önündeki boşlukta durduk, sonra o zaman sahibi olduğumuz lokalin bahçesine gittik. Beşiktaş maçlarını izlediğim o büyük televizyonda bu sefer neler oluğunu öğrenmeye çalışıyorduk. Hangi televizyon kanalıydı hatırlamıyorum bir film gösteriyordu. Büyük ihtimalle onlar da ne yapacaklarını bilemiyordu. Bilgiler altyazı ile ulaştırılıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Radyo dinliyorduk bir de. Cep telefonları o dönem ilk kez kullanılmaya başlanmış, İstanbul'daki akrabalarla kısa süre konuşabilmiş, içimizi rahatlatmıştık. Sonra hatların çöktüğünü, konuşmanın imkansızlığını hatırlıyorum.

Bahçedeydim. Hayatımda ilk kez sabahlıyordum. Ne yapacağımı bilmeden, hiçbir şey hissedemeden göğe bakıyordum. Yıldız her zamankinden daha parlaktı. Binlerce yıldız vardı gökte. Bunun nedeni yaz günü havada bulut olmaması ve etrafta ışıkların yanmamasıydı elbette. Ancak uzun süre çok parlak yıldızlı gökyüzü gördüğüm zaman depremin habercisi gibi gelmişti bana. 

Aile dostları ile bahçede buluşmuştuk. Etrafta arabada yaşamak, bir çadır alıp onun içinde kalmak gibi fikirler uçuyordu. O gece eve gidemezdik, koltukta otururken sabahı yapıp eve geri döndük. Televizyonda hep yıkım görüntüleri vardı günler boyunca. O yaz Kral TV'den başka bir şey izlemeyen ben, ne radyodan şarkı dinleyebiliyordum ne de televizyondan klip izleyebiliyordum. Toplumsal bir depresyon içinde gündüz siyah beyaz filmler, akşam ise haberlerde göçükleri izliyordu herkes. Kanal D'de ilk kez kopmuş bir el görmüştüm canlı yayında. 17 Ağustos'u düşündüğümde kafamdaki en canlı imgelerden biri odur.

İkinci canlı imge ise depremin merkezinden eve gelen akraba mı desem aile dostu mu desem, evleri zarar gördüğü için göçebe bir hayata doğru yol alan bir aileydi. Büyükler ne konuşurdu hatırlamıyorum ama kızları bana deprem sırasında bir oda dolusu müzik CD'sinin sarsıntıyla beraber yıkıldığını anlatmışlardı.

Tam her şey normale dönüyor derken Düzce depremi meydana geldi. Ali Kırca'dan haberleri dinlemek için stüdyoya bağlanmışken kamera sallanıyordu, Ali Kırca sallanarak haberleri sunmaya çalışıyordu. Benim kafam ise tekrardan avizeye dönmüştü. Bu sefer salon avizesi sarkaç gibi sallanıyordu. Baktım, baktım ve bir anda ağlamaya başladım. Sanki hayatımızın sonuna dek deprem olacaktı. Sanki hep yıkılan evler, kopan eller ve düşen CD'ler olacaktı. Tüm umudumu yitirmiştim. Annem sakinleştirdi beni. O gün bir sirke gidecektik. O sirk moralimi düzeltmiş, uzun sürebilecek bir travmanın etkisinden kurtarmıştı.

Ben şanslıydım. Gölcük'te, Kocaeli'nde, Sakarya'da, Yalova'da ve diğer birçok yerde olanlar o kadar şanslı olamadılar. Tek şanssızlıkları orada olmaktı. O dönemde deprem, heyelan ya da çığ gibi doğal afetlerden biriydi sadece. Kuzey Anadolu Fay Hattı öğretilmemişti bize ya da deprem sırasında ne yapılacağı da öğretilmemişti. Daha fazla kâr elde etmek için deniz kumu kullanan ya da demirleri az kullananlar yüzünden, bunları kontrol etmeyip rüşvet ile dönen bürokrasi yüzünden on binlerce insan öldü,  yirmi binlerce insan yaralanda, yüz binlerce insan yerlerinden oldu ve milyonlarca insan kalbine görünmeyen ama akla geldikçe hep hissedilen bir yara aldı.

O avize sallandığından andan itibaren ben de o yaralardan almış ve çocukluğumdan bir adım daha uzaklaşmıştım.

17 Ağustos 1999 - Kanal D Haber | Alkışlarla Yaşıyorum

Ernst'e veda

by 00:01:00
Beşiktaş'lı olmam sonuçta kader işi. Kendim seçmedim. Babam başta olmak üzere etrafımda bu kadar Beşiktaşlı olmasaydı, belki de Beşiktaşlı olmayacaktım. Ama bir kulüpten bahsedince içine milyonlarca farklı konu geliyor ve sen de o konulardan birini seçiyorsun sevmek için. Mesela bugün "Quaresma gitmesin" diyen on binlerce yıldız körü Beşiktaşlı'dan biri olmadım hiç. Benim için Beşiktaş asla John Carew ya da Ailton olmadı mesela. Giunti'ciydim ben mesela, görevini yapan, çok göze batmayan.

Sonra Fabian Ernst gitti Beşiktaş'tan ve Ernst'e üzüntümün kendisinin Alman bir futbolcu olmasıyla bir ilgili varsa İnönü'nün ortasına gömsünler beni. Bunca yıllık hayatımda üç şampiyonluk hatılarım. Biri hayal meyal, biri daha canlı. Ancak 2009'un yeri bende ayrıdır. O dönemki hayat arkadaşımı zorla yanıma alıp, Beşiktaş'ın zar zor da olsa kazandığı maçlarda kendimden geçmişliğim vardır. Bu kendimden geçme halini yaratan en büyük adamdı Ernst.

Sonra Beşiktaş, başına bulunan şımarık çocuk yüzünden binlerce hata yaptı. O formayı taşımaması gereken adamlar İnönü'nün o çimlerine basıyorlardı. Ernst, hep çabaladı, ekran karşısından görüyordum onu. Sonraki sene kombine alma kararı verdiğimizde, bir Beşiktaş forması almam gerektiğini anlamıştım. Peki arkasına ne yazacaktım? İki seçenek vardı, ya Bobo, - ki çok hayranı olduğunu söylemeyezdim ama son sezonlarda Beşiktaş'ın en golcü ismiydi, bir yerde hakkını teslim etmek lazımdı. Diğer ise Ernst. İkinci seçeneği seçtim.

Stattayken her şey çok farklı. Görüntü yönetmeninin seçtiği şeyleri, iki spiker eşliğinde izlemiyorsun Neye odaklanmak istiyorsan, nasıl yorumlamak istiyorsan hepsi senin elinde. Ben, Ernst'i izledim. Herkese nereye koşması gerektiğini gösteren, sakatlanmayan, elinden geleni yapmaya çalışan o saçsız kralı.

Şimdi yollarımız ayrılmış diyorlar. Beşiktaş ile bir oyuncak gibi oynayan o adamın kalıntılarını temizlemek gerekiyormuş. Beşiktaş'ı anlıyorum, kimseye çok para veremez hak etseler bile. Ernst'i de anlıyorum, dünya tatlısı ikizleri için hayatının bu döneminde kazanabileceğini azaltmak istemiyor. Ancak, Aybaba'yı anlamıyorum. Ernst benim futbol sistemimde yok diyor. Ya yalan söylüyor, ya da futboldan anlamıyor. İleride bunları da görürüz.

Ernst, Kasımpaşa'da diyorlar. Hani o maçlarını Recep Tayyip Erdoğan Stadı'nda oynayan, iktidara yakınlığı ile benim antipatime sahip o takımda. Bu bile Ernst'in İstanbul'u bırakmama isteğinin bir göstergesi. Mümkün ise bu sefer bir Kasımpaşa forması alıp arkasına Ernst yazdıracağım.

Neden mi?
Çünkü sadece Beşiktaş değil, hayat bir mücadeledir. Başka şehirlerde ayakta kalmaya çalışmayı, elinden gelenin en iyisini vermeye çalışmayı çok iyi bilirim. Ufak tefek performanslar mühim değil, Ernst beni hiç yanıltmadı. Eğer inandığım bir Beşiktaş ruhu varsa, başka formalar altında o ruhu da göstereceğine inanıyorum.

Fabian, der Arbeiter.

Amatör ruh yaşıyor

by 23:56:00


Bu şarkıyı sevmek için binlerce nedenim var bence. Hepsinde de haklıyım, efendim. İtiraz istemiyorum.

Müzikte amatör ruh önemlidir. Bu ruhu kaybettim mi, maçı kaybediyorsun. Parayı kazanıyorsun tabii. Böyle de bir durum işte. Çok saçma sapan bir şekilde örnekleyeyim şimdi ben bunu. Ercan Saatçi var ki kendisini genel olarak sevmeyiz. Ancak ekşisözlük'e girin, başka online platformlara girin, Ercan Saatçi diyince Sayenizde şarkısı çıkacak karşınıza. Şimdi bu adam İzel Çelik Ercan'dan girdi, "ebabil bir kuştur, sözünden dönen puşttur"dan çıktı, albümler çıkardı falan. Geriye ise bir tek Sayenizde şarkısı kaldı. Niye bu kaldı? E şarkı amatör ruh ile yazılmış. Bir gitar var, bir perküsyon, bir de geri vokal var ve 2 dakika sürüyor. Aynı şeyleri on kez tekrarlamıyor. Kısa, öz ve vurucu.



Neyse, Of Monsters and Men grubumuz da böyle gösterişli düzenlemelere girmeden, iki gitar, bir bas, bir akordeon ve bir trompet (bu üflemeli aletleri hep karıştırıyorum, çok pardon yanlış ise) ile güzel güzel yazmış şarkısını.

Bir de gemi muhabbeti var ki şarkıda, içinden gemi geçen her şeyi çok sevdiğim gibi "Little Talks" şarkısını da çok sevdim. Bir de Calexico misali üflemelerle girince nakarata birdenbire bir Meksikalı doğuyor içimde, "el mariachi", "desperados" gibi Robert Rodriguez film isimlerini sayıyorum dışımdan ki azıcık daha Meksika ruhunu hissedeyim.

Sonra efendim, şarkıcı olan bakımlı olacak kaidesine inat, şişman diyebileceğimiz bir erkek vokale sahip grup. Güzel şeyler bunlar. Zaten müzik endüstrisinin başına ne geldiyse, ses değil de görsele eğilmekten dolayı geldi. Hanım kızımız ise eli yüzü düzgün bir kızım. İki tür kıza karşı dayanıksızım, buradan açıklamış olayım. Birincisi ağlayan kız, ikincisi ise enstrüman çalan kız. Enstrümana gönül vermiş insandan zarar gelmez. Neden mi? Müzikal enstrüman çalmak sabır ister, emek ister, o işi gerçekten sevmeyi gerektirir. Bir kızın gerçek anlamda gitar çaldığını duyduğumda bir seviye üste çıkar çünkü belli maharetlere sahiptir kendisi. Bazı erkekler beraber maç izleyeceği kızın hayalini kurar, bazıları yemek yapan ve çocuk bakan kızın hayalini kurar. Benimkisi tam olarak hayal sayılmaz ama beraber gitar tıngırdatabilmek çok tatlı olurdu. Bu yüzden Johnny Cash ve June Carter ikilisine her zaman saygı duymuşumdur. Hoş, Johnny Cash'in çapkın yaşamı nedeniyle, mükemmel çift diyemesem de yarım asır görmüş, her şeye rağmen birbirlerini deli gibi seven bir ikilidir onlar.



Bir de erkek ve kadın sesleri uyumlu olduğunda tadından yenmez bir ikili oluyor. Little Talks bunun örneklerinden. Bir de sözler falan da tatlı ve romantik. Bana Juno filmi ile kulaklara kazınan (deyime gel) Anyone Else But You şarkısını da hatırlattı. Kendisini de hemen buraya koyayım.



Sonuç olarak, Little Talks şarkısı, müziğin ölmediğini yüzüme bir tokat gibi çarptığı için önemli benim için ve hiçbir tokattan sonra bu kadar mutlu olmamıştım.

BB

by 00:17:00
Geçen gün spor salonunda haberlere bakarken bir haberi çıkmıştı Brigitte Bardot'nun. Yine her zamanki gibi hayvan haklarıyla ilgiliydi her halde. Yanına da son dönemlerde kendisi ile ilgili çıkan her haberde kullandıkları sağda bir örneğini görebileceğiniz şekildeki bir fotoğraf ile. Hani, "yaşlandı da bakın ne hale geldi" mesajını alttan altta vermek için. Mesela bizim çok elit websitemiz milliyet.com.tr doğrudan "Neydiler, ne oldular!" diye bir foto albüm yaratıp bu resimleri gösteriyorlar.

Neyse efendim. Benim Brigitte Bardot'a olan sevgim ve saygım çok yüksektir. Kendini doğal bir şekilde yaşlanmaya bırakması çok takdir edicidir mesela. Yüzünü gerdirip, mimiksiz bir robota dönüşmek yerine yaşlılığın ve bilgeliğin asaletini yansıtmayı seçmiştir. Elini ayağını da sanat işleriden çekip hayatını hayvan haklarına adaması da takdir edicidir. Ha, bu kadar etkili bir kadın olarak daha politik bir figür olabilir miydi? Olabilirdi, belki de Fransa için öyledir. Yine de doğa için bir şeyler yapması bile onu boş bir aktristen öteye koyar.

Yalnız, Brigitte Bardot'un gençliği benim hayatım boyunca gördüğüm en güzel kadındır, bunu da gönül rahatlığı ile söyleyebilirim. Resimleri bir yerde karşıma çıktığında dibim düşer. Zamanın ötesindedir. Çok ciddi olarak söylüyorum, herkesin beğendiği günümüz top modellerinin ne çoğunun ismini bilirim, ne de muhteşem güzel olduklarını savunurum. (Tabii bu, 'ay Adriana Lima güzel mi, şurası yamuk bi kere onun' diyen bir Türk kızı tribini kastetmiyorum.) Elleri yüzleri düzgündür ama bir şeyler eksiktir. O eksik şey de Brigitte Bardot'ta vardır.

Nedir o eksik şey? Bilmiyorum. Yaşlılığında da kaybetmediği asaleti olabilir, şıklığı olabilir. Her şey olabilir. Serge Gainsbourg'un eski yâri olması da bunda etkili olabilir. O dönemde şarkıcılığa da soyunmuştur. Sesi, güzelliğinin yanında bir hiç olsa da, sesinde de ilginç bir şey vardır Bardot'nun. Güzel bir ses değil ama inip çıkan vurguları dinlenir kılar söylediklerini. John Lennon da tapar mesela Bardot'ya. Bizim "her akşam votka, rakı ve şarap"çı Dario Moreno abimiz de kendisine bir şarkı bestelemiştir.

Bu mükemmel sistem kendiliğinden olmuş olabilir mi?

Her bir şey yeşil

by 00:14:00
Eğer bir Alman vatandaşı olsaydım Yeşiller'e oy verirdim. Doğa önemli çünkü. Ekonomi de önemli aslında. Ama doğa bir ayrı önemli. Ekonomiyi sonuçta bu işin okulunu okumuş, en önemli yerlerde çalışmış adamlar bile düzeltemiyor, bir noktadan sonra patlak veriyor. Her inişin bir çıkışı oluyor, her çıkışın da bir inişi. Doğayla ekonomiyi karşılaştırmak da elmalar ve armutlar meselesi. Olsun farketmez.

Eğer bir ev yaptırabilseydim yeşillikler içine, doğayı bozmayacak şekilde yaptırırdım. Çünkü günlük hayatım bilgisayar başında heba oluyor.  Sabah uyanınca gazeteleri bilgisayardan oku, elektronik posta kutunu kontrol et. Okula git, makaleleri bilgisayardan oku, bilgisayarda yaz. Akşam dizini/maçını bilgisayarda izle. Arkadaşların ile bilgisayarda konuş/yazış. Bir yandan da ironik aslında çünkü bilgisayar olmasa, o gazete/mektup/makale/karalama kağıdı derken ağaçların hepsi gidecekti. Bu sefer de sen bilgisayardasın, ağaçlar kesilmiyor ama ağaçlara gidemiyorsun.

Eğer bir mevsim seçebilseydim yaz mevsimini seçerdim. Eğer yaz sevmeyen arkadaşlarım kızacaksa ilkbaharı da seçebilirim. Ama bana karışmayın da yazı seçeyim. Ama Temmuz ayı olsun, Ağustos değil. Deniz soğuk olsun ki sıcaktan bunalınca atlayalım. Ağaç gölgesine oturalım, konuşalım, mangal yapalım. Arada öyle sıcak bassın ki buz gibi bir bira içmeden rahatlayamayalım. Tabii yine ironik, çünkü bu sefer de soğuk biralar için buzdolapları, daha serin bir ortam için vantilatörler çalışacak, elektrik kullanımı artacak.

Doğa önemli çünkü, doğada yaşamak güzel olurdu. Ayrıca, eğer bir şey değiştirebilirseydim kendimde bu kadar gerçekçi düşünmemeyi değiştirirdim.


Kadın kürtaj yapamaz da devlet yapabilir mi?

by 23:28:00
Haberleri okumak çok zor be abi. Bir gün beynimin bütün şalterlerini indirip, bir yandaş gazetenin dağıttığı hayali pembe gözlükleri takıp, intihalci hocaların (ki bilim adamı demek bilime hakaret) verdiği hayat tavsiyelerine uyup kafamdaki bütün dertlerden kurtulasım var. Yok o pembe gözlükleri takmayacaksam, iki seçeneğim olacak. Ya devlet Cesur Yeni Dünya'daki gibi yasal olarak uyuşturucu dağıtacak ki kafam ne zaman atsa sakinleştiricimi alacağım ve uysallaşacağım. Ya da savaşmak gerecek. Ancak kendi fikirlerimi farklı farklı milyonlarca insan üzerinde uygulatmak için değil, herkesin kendi özgürlüklerini yaşayabileceği, insanların birbirinin giyim kuşamına, cinsel tercihine, konuşmasına, inancına karışmak yerine, yardıma ihtiyacı olana yardım etmeye uğraştığı bir dünya için savaşmak gerekecek. Bu savaşın sonu da iki seçenekli. Ya demir cop, ya biber gazı. Keza eğitim sistemine, sınav sistemine tecavüz edilmiş bir toplum geliyor geriden. Kürtaj da yasak.

İnsanı duygularına ket vurmuş bir bakan "tecavüz sonucu doğan çocuğa devletin bakacağı, bu nedenle kürtaj yapılmaması gerektiğini" söylüyor. Yıllardır susup susup, başbakanı bu konuyu açınca müdahale etmek gereği duyan, bireysel bir düşünce yaratamamış biri. Daha başka alakasız adamlar ise birden bire kürtaj sanki bir doğum kontrol yöntemi gibi kullanılıyormuşçasına atıp tutmaya başladılar. Tecavüzü zaten geçtim, sen bilebiliyor musun senin zihniyetinin yarattığı (ya da değişmesine izin vermediği) cinsel bilinçsizlik nedeniyle yanlışlıkla hamile kalan bir genç kızın hissedebildiklerini? Sen de hissedemezsin, ben de. Ama ben empati yapabilirim, sen anlamazsın. Belki bir hata nedeniyle olmuş, istenmeyen, bakılamayacak bir çocuğu lise çağındaki kız doğurunca ne kızdan hayır gelecek, ne çocuktan. Bir embriyonun olası yaşamını bu kadar düşünürken, yaşamına devam ederken üzerine bomba yağdırdığınız, suçu sadece kaçakçılık olan Uludereliler'in yaşamını neden düşünmüyorsun? Hadi onlar Kürt ve "aynı yolda geçtiğiniz, aynı sudan içtiğiniz" toplum içinde Kürtleri görmek istemiyorsunuz belki. Bir şekilde muhalif olup, biber gazıyla ya da gözaltında öldürülen yaşamları niye bu kadar önemsemiyorsun? Çünkü bir tecavüz sonucu da olsa, anne sevgisi almış olmasa da bir şekilde o çocuk büyüsün. Zaten eğitim sistemin ile onu senden biri haline getireceksin. Gelmezse de biber gazın ile copun ile sen kürtajını yapacaksın. O gencecik kız yapamayacak.

O yüzden her kürtaj bir Uludere'dir. Devlet kürtaj yapar, ama kadın yapamaz. Zaten kadının ne yapacağını devlet söyler. Tecavüzcüsü ile evlendirilirse indirimini yasalar yapar, çocuğa devlet bakar. Üç çocuk olursa, vergiden düşer. Her şeyimizi önceden planlarlar, bize de düşünmek kalmaz. Eşimiz mutfağında yemeğini yaparken, Samanyolu TV'de yayınlanan sansürlü Rocky filmimizi izler, ardından Türkçe Olimpiyatları'nda Nihat Doğan taklidi yapan Zambiyalı çocuğa kahkahalarla güleriz. Sonrası iyilik, güzellik.

24

by 23:48:00
Bugün yine yoğun ve dolayısıyla yorucu bir günü geride bırakarak tramvay ile odama dönüyordum. Her zamanki gibi müziğimi dinlerken, cam kenarına oturdum. Yine beni o eski günlere götüren şarkılardan biri çalmaya başladı. Tramvay nispeten boştu, böylece uzaklara dalabilirdim. Daldım da.

Daha önceden de yazmıştım sanırım; müzik dinlemek ya da fotoğraflara bakmak zaman makinasına binip bir yerlere gitmek gibi. Çoğu şey kafamda öyle net ki. Çünkü, o güzel günlerin hepsini saniye saniye kafamın içine kaydetmişim. Bir müzik notası onları oradan çıkarmama yetiyor. (Ne kadar ironiktir şu anda bu temada bir proje hazırlıyor olmam.) Sadece hafıza gelse iyi, lise hayatımın ikinci yarısını zevk ile geçirdiğim o stüdyoların kendine has kokusu geldi burnuma. İşte bu nasıl oluyor anlamıyorum.

Bir yandan o şarkı çalıyordu, bir yandan da o CD'yi bir yatılı gezisinde aldığımız aklıma geliyordu. Mesela Darth Vader maskemi ve ışın kılıcımı da böyle bir gezide almıştım. Aslında çok sevdiğim, ancak alırsam parasız kalacağım ya da aldıktan sonra çok pişman olacağım şeyleri düşünmeden alırdım. Herkes bir şeyler alırdı, ancak onu bir kişi değil, herkes kullanırdı. Bilmiyorum ki şimdi niye böyle tek başına kalmaktan zevk alıyorum. Halbuki lisede en azından üç kişi olurduk bir yere gittiğimizde. Tabii şöyle bir şey de vardı; ne kadar sayıca üç kişiysek de ruhlarımız mı kaderimiz mi, adını tam koyamam ama sonuçta bir kişiye dönüyorduk.

İşte o stüdyolarda da bir olurduk. Herkeste aynı heyecan, kafada aynı şarkılar. Bitince istisnasız herkes acıkırdı da tavuk dönerleri götürürdük. Ben o muhabbetlerde güldüğüm kadar hiç gülemedim ondan sonra. İstiklal Caddesi'nin kaldırımları sökülüp sökülüp yeniden yapılırdı o zaman. İlayda vardı mesela o zaman, koşa koşa Taksim'e giderdim onu görmeye. Sonra da servisi kaçırmayayım diye aynı şekilde Kadıköy'e topuklardım. Paçalarım çamur içinde olurdu, içimde de bir ateş. Sonra vapura binerdim. O zamanlar sevmeye başlamıştım vapurları. Hala da severim.

Dershane vardı mesela, sabahçı olduğumda erken kalktığım için, öğlenci olduğumda ise gün kayboldu diye küfrettiğim. Uzun tenefüsleri güzeldi ama. Terasa çıkıp Boğaziçi'ni görebilirdik. Çok iyi insanlar vardı şimdi saymaya gerek yok ama görmesem bile onları, benim için hiç değişmediler. Kadıköy de değişmedi benim için. Halen dershane, playstation cafe ve barlardan başka bir şey değildir. Dövmemi orada yaptırdım ama şimdi gidince bir gram zevk alıyorsam ne olayım. Moda halen güzel olabilir ama, gitmedim ki bileyim.

Şimdi kalbimin bir yarısı Amerika'da, bir yarısı Türkiye'de, ben ise ikisinin arasında bir yerdeyim. Sagopa Kajmer artık öyle şarkılar yapmayı bıraktı. Bizim stüdyo kapanmış. O dandik kokoreççi zaten biz daha mezun olmadan kapanmıştı. Taksim'e Demirören kocaman bir mağaza açtı. Neyse ki kaldırımlar artık değişmiyor. Ben Beşiktaş'a olan heyecanımı kaybettim. Başka bir çok şeye karşı olan heyecanımı kaybettim. Ama yenilerini de kazandım. Ben de değiştim tabii her şey gibi. İlayda ise hala jhsjhdfsdvssfjshs diye gülüyor, sağolsun.

Mutsuz değilim, asla. Şu an olabilecek en iyi ikinci seçenekteyim. Vapurum yoksa tramvayım var. Gitarım yoksa ukulelem var. Hafızam ise yerinde. Belki o günlerden sonra daha çok heyecanlı olduğum günler oldu, daha olgun hissettiğim günler de oldu. Ya da daha huzurlu. Ya da daha aşık. Daha gururlu hissettiğim de oldu. Her gün zaten daha yaşlı hissediyorum. Belki de daha şefkatli hissettiğim de oldu.

Ancak daha sonra hiçbir zaman o kadar mutlu hissetmedim.

Ya müzik ruhun zehriyse?

by 01:30:00
Ravi Shankar, aşağıdaki videoda şöyle buyuruyor; "Bazı müzik vardır, seni Tanrı'ya yaklaştırır, bazı müzik vardır şeytandır. Müzik insanların ruhunu etkileyebilir." Bu konuşmanın üstüne bir süre düşündüm.



Önce eleştiresim geldi. "Ruh haline göre müzik seçersin" diye düşündüm. Ama kendimden biliyorum ki dinlediğim müzik ile ruh halimin değiştiği çok sıkça rastlanmıştır. Tabii ki bunun en büyük şartı iyi bir müzik dinleyicisi olmak. Spor yaparken, ya da trafikte sıkılmayayım diye açtığın müzik pek etkili olmaz.Ancak kendini müziğe kaptırmak diye bir şey var ya, işte o zaman ruh halinin kontrolünü çalan müziğe bırakıyorsun.

Ben o kadar farklı müziği bir arada dinliyorum ki, otobüste cam kenarında yolculuk ederken Sex Pistols çaldığında sokakları yakacak anarşiye, sonraki şarkıyı Bob Marley söylediğinde yüzümde gülümseme ile bir rahatlamaya bırakıyor vücut kendini. Tabii, oldu mu sana karman çorman bir ruh hali? E, sadece bir tarz müzik dinlesen bu sefer de öteki şarkıların ahı kalıyor üstünde. Müzik dinlemek o kadar kolay bir şey değil yani aslında.

Tarih boyunca "Gloomy Sunday"den "Suicide Solution"a (ki "Bu Akşam Ölürüm" de bu listeye dahil) insanları intihara sürüklemesi ile ünlenen şarkılar olmuştur. Hak vermemek elde değil ama müzisyenleri de bu nedenle suçlamak öyle abes. Şarkı yazarken, "acaba bu kendini kontrol etmekten bu kadar aciz olan adam intihar etmesin, ben yazmayayım" diye vazgeçmek olmaz. İnsan kendini kontrol edecek. Edemiyorsa, çok perişan bir haldeyken Müslüm Gürses dinleyeyim demeyecek. Sonra jilet atınca kendine Müslüm Gürses suçlu. Tamam, şarkı en mutlu adamı bile zindanlara atıyor da herkes jilete başvuracak değil ya. "Sen çok içme lan, sana dokunuyor" dediğimiz insanlar gibi arabeski kaldıramayan da dinlemesin.

Zaten müzik ruhun gıdası olmasa, su sesi ya da dingin müzik ile insan tedavisi diye bir şey tarihte görülmezdi. Ancak müzik ruhun gıdası olduğu gibi, müzik ruhun zehridir. Yoksa, Ajdar'dan Şahdamar dinlerken, başımın içininin Veli Efendi Hipodromu olmasını başka bir şekilde nasıl açıklayabilirim ki?

Secmeli dersler harbiden cok secmeliymis

by 13:34:00

Maddi dünyada yaşam

by 00:27:00
Düşün mesela, dünyanın en çok para yapan bir şirketindesin. Piyasaya ne sürsen deli gibi satacak. Her gün televizyonlardasın. Bütün kızlar sana hayran. Resimlerin her yerde. Ne yaparsın? Parayı nereye harcayacağını bilemezsin, aşırılara kaçarsın. Her çiçekten bal alırsın. Kalite yapım çıkarmak için uğraşmazsın, kendini de yormazsın. The Beatles'ı neden severim bilir misiniz? Böyle bir hayatın girdabında kendilerini kaybedebilirlerdi. Bir anda bir daha turneye çıkmayacaklarını ilan ettiler. Muhteşem giden kariyerlerinde bir durdular. Kendilerini aradılar. Sonra ne mi oldu? Standartların dışında müzik yaptılar. Kendilerini öyle bir geliştirdiler ki bir grup olmaya ihtiyaç duymadılar çünkü her biri bir grup olmuştu zaten. Kendi yollarına ayrıldılar. Ama George Harrison bir başkadır. İçinde bir yaratıcılık vardır ama bir Lennon/McCartney değildir. O yüzden uğraşır, uğraşır. Sonra albümlere birer birer şarkı sokmaya başlar. Şimdi yıllar sonra Beatles sevenlere ya da müzik kritiklerine "en iyi 10 Beatles şarkısı" sorulsa, Harrison üç tane bestesini kafadan sokar - ki siz onların hangileri olduğunu biliyorsunuz. Lakin müzisyenliğinden farklı olarak (ki müziği ile ayırmak namümkündür) tabii ki kendisinin maneviyat ile ilişkisine değinmek istiyorum. İlk paragrafta o maddi hayatı anlattım. Peki kim bunları ikinci plana atabilir? Geçen günlerde "George Harrison: Living in the Material World" belgeselini izledim. Eşinin dediği gibi; "öldüğünde öyle parlaktı ki odada ışık açılmasına gerek yoktu" tarzında, modern çağ peygamberi olarak tanımlayamam kendisini. Benim aldığım mesaj şu ki; kendini şöhretin, paranın, kadınların etkisinden kurtarmaya çalışan, zaman zaman nefsine yenik düşse de genel olarak huzur kapısını aralamayı bulmuş bir adam George Harrison. Arkadaşları film çekemiyor diye evini ipotek ettirebilecek kadar cömert bir adamdı. Arkadaşlarını yitirdikçe, onları hep bizimle olduklarına inandıracak kadar da güven verici bir adamdı. Ölüm yatağında daha az vergi ödemek için hastane değiştirmeyi öne sürebilecek kadar da mizah sahibiydi. Harrison, ünlü 1968 Woodstock'una gider ve çiçek çocukları yerinde görmek ister. Ancak büyük bir hayal kırıklığıdır. Etrafta sadece uyuşturucu etkisi altında dans eden, politik olmaktan uzak bir topluluk görür. O gün kimyasal madde kullanmayı bırakır. Beatles'ta kendini ifade edemediğini görür, Beatles'ı bırakır. Müziğin gittiği yönü 1980'lerde görüp, solo olarak müzik yapmayı bırakır. Eşinin, en yakın arkadaşı ile beraber olduğunu görür, eşini bırakır. En sonunda sadece dostları, eşi, oğlu, aradığı Tanrı figürü ve buna ulaşmak için kullandığı ağlayan gitarı kalır. O zaman Lao Tzu'dan uyarladığı "The Inner Light"tan gelsin; "Kapınızı açmadan / dünyadaki her şeyi bilebilirsiniz / camdan dışarı bakmadan / cennetin yollarını bilebilirsiniz / biri ne kadar gezerse / o kadar az bilir / bu yüzden oraya gezmeden varın / bakmadan görün / hiçbir şey yapmadan başarın"

Paranoya ne güzel

by 00:56:00
Paranoyanın kapıyı çalıp kaçması çok sinir bozucu bir durum. Ben psikolojiden resmi olarak anlamam. Kendime göre bazı görüşlerim vardır elbet ancak böyle bir bilim dalı varken, benim yorum yapmamın sözlük karşılığı işkembeden sallamak oluyor. Ama şundan neredeyse eminim ki, paranoyak olan insanda bir sorun yoktur. Karşısındaki insanlarda sorun vardır.

Benim paranoya belirtilerim hep İstanbul'da oluyor. Hele eve hırsız girdikten sonra iyiden iyiye insanlara karşı bir güvensizlik başladı. En fenasını geçenlerde yaşadım. Taksiciyle biraz muhabbet ettikten sonra - ki evde yalnız kalıyordum - kendisine bu kadar fazla şey anlattığım için kendime çok sinirlendim. Sonraki gün evden çıkıp, evi yalnız bırakırken etrafta beni gözleyen biri var mı yok mu diye kontrol ettim. Sonraki gün gerçekten de bir araba, içinde de biri vardı. Hala arabanın bilgileri aklımda, 34 GY'li bir plaka, beyaz Volvo. Neyse ki bir şey olmadı. Ancak nereye gidiyorum bilmiyorum.

Bu konuya da şöyle geldim; kardeş blog'a biri yorum bırakmış. Master için yardım edip edemeyeceğimi sormakta. Mailden cevap yazarken birden bire kardeş blog'da adımı vermediğimi hatırladım. Ona mail atmam demek, kendisine kimliğimi deşifre etmem demek. O yüzden cevap yazamadım. Bu sosyal medya paranoyası da Adnan Oktar'ın bir adamının bana twitter'dan bir şey yazmasından sonra başlamıştı.

Her şey olacağına varır diye düşünmek de bir çözüm. Ama uygulamada sınıfta kalıyorum. Etrafıma bakıyorum, haberleri görüyorum. Şaşırma eşiğim, sonuç olarak, o kadar yükseklerde ki kafamda kurduğum aksiyon filmlerine konu olabilecek senaryolar hiç de gerçekdışıymış gibi gelmiyor. O zaman hepinizi şuraya alayım (başka paranoyalı şarkı bilmiyorum ne yapayım - sakın paranoid android ile gelmeyin ama -);

Rüyada sarhoş olmak

by 01:38:00
Bazı hurafeler vardır rüyalarla ilgili. Mesela rüyalarda kimse koşamaz ya da ölemez derler. Hem koştum, hem öldüm. Hatta rüyada koşmak oldukça normal benim için. Çok kez beni kovalayan bir şeylerden koşarak kurtulduğum olmuştur. Hiç yakalanmadım. Rüyada ölmeyi ise sadece bir kez gördüm ama yıllar geçse de unutamadığım tek rüyadır. Bir denizde yüzerken bir köpek balığı tarafından bacağım ısırılmıştı. (Ki hayatımda Jaws izlemedim) Hiç acı çekmemiştim. Suyun altına girdiğimi, etrafımın mavi beyaz baloncuklarla kaplı olup daha sonra kandan dolayı kıpkırmızı olduğunu, bacağımda ise sımsıcak bir his olduğunu hatırlarım. Acaba gerçekten de bacağı kopan bir insan öyle mi hisseder, bilemem. Ama acı çekmeden görüntü kararır ve uyanırım.

Dün ise rüyamda sarhoş oldum ve uyanınca birkaç dakika etkisinden kurtulamadım. Rüyada sarhoş olmak çok garip bir hissiyat. Birinin evinde içiyoruz rüyamda. Sonra o sarhoşluk hissi geliyor. Hani baş dönmesi gibi değil de, kafanı bir yana çevirirsin de görüntü sanki bir saniye sonra yavaş yavaş gelir, öyle bir his. Sonra akşamdan kalma olarak uyanıyorum rüyamda. Duşa giriyorum. Sonra arkadaşlardan gelen mesajları okuyorum telefondan. O sırada sarhoş olmuşken yaşadıklarımı hatırlıyorum. "Vay anasını, ne çılgınlık yapmışım" diyorum. Sonra ise gerçek hayatta uyanıyorum. Yani özet geçmek gerekirse, sadece sarhoş olmuyorum, akşamdan kalma da oluyorum "Black out" diye tabir edilen, o kesilmiş sahneleri rüyanın ilerisinde hatırlıyorum. Yani büyük ihtimalle gerçek dünya zamanı ile 20-30 saniye süren bir şeyde bir çok his birden. Rüyanı kontrol edebilme yeteneğin olsa bu kadarını yapamazsın.

Buraya yazarken de Google'layayım dedim "rüyada sarhoş olmak" diye. Genellikle "rüyada sarhoş olmak" yerine "rüyada sarhoş görmek" diye geçiyor. Ama sarhoş olmanın da tabiri var. Şöyle yorumlamışlar: üzüntü ve keder. Ama yanlış cevap. Eğer hurma ya da üzümden sarhoş olsaymışım (Leyla ile Mecnun tabiriyle üzüm olsa gerek, yoksa salkım salkım üzüm yiyerek nasıl sarhoş olunacaksa artık. Hurmaya hiç girmiyorum) devlet ve saltanat demekmiş, o da olmadı. Kıyafetlerimi yırtsam tahammülsüzlüğe işaretmiş ama usturuplu içmişim belli ki. Böyle acayip acayip ilerliyor tabir. Eğer salih biriysem gönül sarhoşluğuna erecekmişim. Belli ki o da olmadı.

Tabirler zaten fasarya. Gerçek olan ise hissiyat. Şu hayatta anlayamayıp, gizemini çözmek istediğim tek şey (ya da en önemli şey) şu beynimizin nasıl işlediği. Hele bu rüya meselesi gerçekten de dünya içinde dünya. Şöyle ki rüyanda birine sinirlendiğinde, uyandığında da bir süre o sinirin yorgunluğunu hissedersin. Çünkü rüyanda sinirlenmen, gerçekte de sinirlenmen demektir. Ya da rüyada birine aşık olsan, uyanınca da kalp atışın biraz daha hızlıdır. Yani rüyaları kontrol edebilsen, insanın hislerini de kontrol edebilirsin. Mesela eşini kaybeden birine, hüzünlendiğinde rüyasında eşini gösterip aynı hissiyatı yaşatabilirsin. Tabii sonra rüya kontrolü uyuşturucuya dönmüş olur. Bağımlılık yapar.

Sonuç olarak "rüya > sinema". Hem başrolde sen varsın, hem daha gerçekçi, hem ne çıkacağını bilmediğin için heyecan verici. Ne kadar çok izlesen de yer kaplamaz, hard disk'ten hemen silersin. Bir de ücretsiz, tek yapman gereken bir çok şey yaşayıp hafızanın derinliklerine atmak. Nasıl olsa bizim haylaz beynimiz en çıkarılmaması gereken şeyi bile oradan bulup HD kalitesinde bize sunuyor. Gözleri açıp izlemeye bile gerek yok, sonsuza giden siyah bir perde var nasıl olsa.


"Neslimiz bugüne kadar erkeklerin gayreti ile devam etti"

by 13:37:00
Bu kadar kısa zamanda, "yeni muhafazakar ahlak anlayışı" hakkında bir kez daha blog yazısı yazacağımı daha önce başka biri söylese güler geçerdim. Ancak, mayıs ayına kadar çalıştığım şirket için Türkiye internetinde, değişik konular hakkındaki web sayfası/blog/forum gibi sitelerde dolaşıyorum. Tabii ki karşıma değişik değişik şeyler çıkıyor.

Bu sefer "çocuklar" konulu blog arayışındayım. Her kategori için 20-30 arası site bulmam lazım. En kolay bulunan siteler "moda", "annelik", "sağlık", "diyet" gibi kadın temalı konulardan çıktı. Ancak çocuklar konusuna odaklanmış site bulmak çok zor. Gezerken, "Çocuk ve aile" adlı bir siteye denk geldim. Sitenin girişindeki yazıyı Haber 7 sitesinin çalışan hanımlarından biri yazmış.

Olay "muhafazakar, muhafazakar'a karşı" olarak cereyan etmekte. Yazarın tanımıyla "iyi bir ailenin üniversitede okuyan tesettürlü entel kızı" yazar bir mesaj atıyor. Kızı "bol çatılı ve mezhebi geniş" kadın dernekleri uslübünde yazmakla eleştirip, "muhafazakar kızlarımızı bile etkiliyorlar" diye tamamlıyor.

Konu kısaca şu: "Evlilik içi tecavüz olur mu?" Buna hayır diyecek insan çok az sayıda olsa gerek. Bizim yazar da ayıp olmasın diye "hayır" diyemiyor ama lafı dolandırmaya başlıyor.

Kadın, - ki yazar da kadın bu arada - yazı boyunca şeytanlaştırılıyor. Erkeği cezalandırmak için "bana tecavüz etti" diye yalan söyleyebileceği söyleniyor, bilinçlenmek yerine kışkırtıldıkları söyleniyor, bazılarının kocalarının yemeğine cinselliği azaltıcı ilaç attığı iddia ediliyor, onların kurnaz oldukları söyleniyor.

Aslında, bir yere kadar yazar ile aynı fikirdeyiz. Türkiye'de cinsellik tabu. Kadınlar cinsellikten utanıyor ya da onu günah olarak görüyor. En sonunda, sadece çocuk yapmak için eşleri ile birlikte olmaktalar. Zevk almamaktalar.

Peki bu sorun nasıl çözülecek? Burada da yazar ile hem fikiriz. Kadına, birinin cinselliği öğretmesi gerek. Ama kim? Bence kim tabulaştırdıysa, o tabuları yıkmalı. Yani o muhafazakar aileler. Ya da devlet cinsel sağlık eğitimi vermeli. Yazarımız sadece "eğitim şart" diyip, bu eğitimi kimin vermesi gerektiği konusuna girmese de yine mantıklı bir önerme ile geliyor; erkek, kadına bunları öğretmeli.

"Eee, saçmalık nerede?" diye soracak olabilirsiniz. Saçmalık bundan sonra başlıyor. Diyoruz ki kadınımız eğitimsiz, korkak vs. Bu nedenle kocası ile birlikte olmak istemiyor. Ancak kocasının ihtiyaçları var. Biri ister biri istemezken, kadının istemese de kocası ile birlikte olması gerektiğini öne sürüyor. Buna tecavüz denmeyeceğini iddia ediyor. Bunu derken çok ilginç ve iğrenç ifadeler kullanıyor: "Yalnızca erkeğin nikahlı eşi ile birlikte olmasına gönüllü ya da gönülsüz olsun 'tecavüz' denemez", "Evliliğin temeli cinselliktir. Evlenmeyi kabul eden kişiler bedenlerinin kullanımını da kabul etmişlerdir. Artık ikisinin de bedeni birbirleri için ortak kullanım alanıdır. Kadın erkeği, erkek de kadını memnun etmek zorundadır. Çok çok özel bir durum olmadıkça birbirlerini reddetme hakları yoktur. Bedeni çok kıymetli olanlar evlenmesinler.", "Erkek de kendini istemeyen kadınla yatmayı istemez; fakat karısı sorunun çözümüne yanaşmıyorsa, erkek son aşamada zorlamaktan başka yol bulamaz."

İnanılmaz. Yazıya bu kadar güzel başlayıp, eğitimin önemine vurgu yaptıktan sonra bu kadar cinsiyetçi, kadını ikinci plana iten bir yorum ile söylediği her şeyi bir kalemde siliyor. Evliliğin temeli niye cinsellik olsun? Evliliğin temeli aşk bile değil, sevgi-saygıdır bence. Evliliğin temeli beraber yemek yapmanın, günün yorgunluğunu paylaşmanın, beraber film izlemenin, sarılıp uyumanın tadıdır. Cinsellik, sadece yemek yemek, su içmek gibi bir ihtiyaçtır. Evlilik, cinselliğin ötesidir. Eşlerin birbirlerini reddetme hakkı nasıl olamaz? İnsanoğlu robot mudur ki her an cinsel temasa hazır olsun? Bunların hormon meselesi olduğunu kaç yaşına gelmiş bu yazar hanımefendiye kimse anlatmamış olsa gerek. Evlenmek, vücudunu kayıtsız şartsız birine teslim etmek değildir. İnsanın, özgür iradesi vardır. Bazı insanlara cinsel eğitimden önce, keşke daha önce genel olarak algıları açan, daha hümanist bir eğitim verselermiş. Ya da sadece vicdan. Kadın, kilidi paslanmış, içeri girmek için omuz atmak gerekecek eski bir kapı değildir. Kadın, halen ister muhafazakar kesimde, ister Beyaz Türk kesimde olsun, halen yemek yapmakla, temizlikle, çocuk bakımı ile uğraşan biridir. Böyle yorucu bir tempoyu her gün çeken kadını bir de cinsellik için zorlamak zorbalıktan (ya da tartışılan terim olarak "tecavüz"den) başka bir şey değildir.

Neyse daha çok yazılır bu konuda. Ama azıcık da gülelim değil mi? Yazar hanımefendi, erkekleri öyle bir övüyor ki saatler boyunca koltuklarım kabarabilir: "Şunu kabul etmek gerekir ki neslimiz bugüne kadar erkeklerin gayreti ile devam etti.", "Erkekler bu güne kadar eşleri tarafından uygulanan bütün oyunlara ve reddedilmeye rağmen bıkmadan usanmadan çabaladılar.", "Geçenlerde okuduğum bir habere göre nüfusumuz azalıyormuş." Merhaba, biz erkeğiz, ancak bize kısaca damızlık hayvan diyebilirsiniz. Çünkü tek amacımız soyumuzu devam ettirmek. Ve buna karşı koymak isteyen nikahlı kadınlarımıza geçit vermeyeceğiz! Zorlayacağız! Bedenler bizimdir!

Bu arada yazının çok tatlı bir ikinci eş mesajı da var, şöyle ki kadın diyelim sevişmek istemiyor. Kocası da dindar. Bu yüzden zina yapamaz (Ama Şebnem Kısaparmak yapsın diyordu :( Gerçi o nişanlıya izin verdi.) İkinci eşi alsa aynı sorunun çıkma ihtimali varmış. Yani ikinci eş, vücudunu kayıtsız şartsız teslim etse, bir çözüm yolu olabilir. Ne güzel. Bunları kadının yazması çok ironik. Sibel Üresin abladan sonra takip edilmemesi gereken bir kişiyi daha öğrenmiş oldum böylece.

Bu yazı ile sevindirici tek şey ise, yazarın alttan alttan eleştirmesine rağmen, muhafazakar kökenli olmasına rağmen bir kadının kadın hakları konusunda böyle duyarlı olmasıdır.
Blogger tarafından desteklenmektedir.