Caulfield ve Mr. Spencer

Gerçek anlamda edebiyat ile lisede tanıştığımı söyleyebilirim. Bunun sancılı bir süreç olduğunu da söyleyebilirim. Çocukken, aile bireylerim sağolsun, masallarla, Disney ansiklopedileriyle başlayıp Dahl'ın Dev Şeftali'si ya da de Saint-Exupery'nin Küçük Prens'ine kadar birçok çocuk klasiğini hatmetsem de, ergenliğin ve o zamanki adıyla LGS olan lise sınavlarının etkisiyle tüm bu kitapları bir kenara bırakmış, roman niyetine Marilyn Manson ya da Bon Jovi'nin sözlerini okumaya başlamıştım.


Lise Hazırlık'ta ise bütün dersleri İngilizce görmenin yanısıra, İngilizce derslerde sadece gramer öğrenmiyor, öyküler ve romanlar okumaya başlıyorduk. "Rite of passage" deyimini orada duymuştum ilk kez. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş öyküleri temalı hikayeler okuyorduk. Hatta bir anne ve çocuğunun hikayesini çok sevmiştim de Anneler Günü'nde Türkçe'ye çevirip anneme hediye olarak vermiştim.



Sonraki yıl ise artık gerçek anlamda bir lise öğrencisine döndüğümüz için İngilizce'nin bizdeki yeri ve öneminde de bir azalma meydana gelmişti. Hatta o zamanki İngilizce öğretmenimizin bir erkek düşmanı olması İngilizce ile aramızın kopma noktasına geldiğinin de bir habercisiydi. Neyse ki Romeo ve Juliet'i okutmuşlardı bize o sene. İngilizce'nin kulağa ne kadar hoş gelebileceğinin farkına ancak o zaman varmıştım. İlk aşklarımızı yaşıyorduk o dönemlerde ve kendimizi Romeo ve Juliet'in Türk versiyonları gibi hissediyorduk. Rahmetli River Phoenix'in Stand by Me'sini de o sene izleyip hem filmin hem kendisinin hayranı olmuştum.



Benim hayatımın "rite of passage"ı ise lise 2'nin başında gerçekleşmişti. Daha dönemin başında annem bir ameliyat geçirmişti. Bir yandan onu o halde gördüğün için çok üzülüyorsun, kahroluyorsun. Ancak aile yanında bunu göstermemen lazım ki moral olsun onlara. Erkek yatakhanesinde ise böylesine duygular hiç gösterilmez. Yine içine atman lazım. Aynı dönemlerde ilk kez ciddi bir kız arkadaşım oluyordu ancak benim tecrübesizliğim ve yaşça küçüklüğüm nedeniyle daha çok abla-kardeş gibi bir durum olmuştu. Yeni bir döneme, hem aile içinde güçlü duracak, hem de bir ilişki yürütebilecek ama bu sorumlulukları kaldıramayacak bir çocuk olarak başlamıştım.



Sonra o dönem Roger Field ile tanıştım. Yeni İngilizce hocamız. Uzun ve ince, beyaz saçlı, gözlüklü, sakin konuşan ve sık sık gülümseyen biri. O döneme kadar ilkokuldaki sınıf öğretmenim dışında hiçbir hocamla çok samimi bir ilişkim olmamıştı. Lise boyunca da pek olduğunu söylemem ki bunu ekşisözlük'te yazdığım entrylerde de görebilirsiniz. Bu problemim üniversitede de sürdü ve Köln'de bir üniversite hocası ile arkadaş olunabileceğini gördüm ki bugün Almanya'daysam bunun büyük bir etkisi vardır. Mr. Field ise sinirleri hoplatılamayacak, herkese hoşgörülü davranan biriydi.



Böyle bir durumda benim her şeyi alttan alan bu adama karşı elimden gelen bütün şımarıklıkları yapmam gerekirdi. Bundan önce hep böyle olmuştu. Ancak yapmadım. O adam bize defterimizde boş bir sayfa açtırdı ve elimize kalem tutuşturdu. Her dersin ilk 10 dakikasında serbest yazı yazmamızı istedi. Aklına ne gelirse. İlk zamanlardan birinde annemin o durumu hakkında içimdeki her şeyi dökmüştüm. Aileme söyleyemediklerimi, arkadaşlarıma anlatamadıklarımı tek tek başka bir dilde kelimelere dökmüştüm. Her hafta Mr. Field bu defterleri toplar, sonraki hafta geri verirdi. Hemen yazdığı yorumlara bakardın. O hafta bana ne kadar zor şeyler yaşadığımı anladığını ancak böyle bir durumda bile çok olgun davrandığımı ve hep böyle devam etmemi istediğini yazmıştı. Anlayacağınız İngilizce'de şu yanlış bu doğru değil, daha çok derdimizi nasıl anlatabilmişiz ona bakıyordu. O destek verdi, ben yazdım. Gün geldi o kısacık zamanda şiir yazıp onu şaşırttım, bazen arkadaşlarımız suratlarına bakıp o anda ne hissettiklerini tahmin etmeye çalıştım. O dönem okuduğumuz kitapları arkadaşlarıma uyarladım. Yazmaktan zevk aldığımı hissettim. O ise destek vermekten bıkmadı.



O dönem okul "the Catcher in the Rye" okutuyordu bize. Bu muhteşem kitabı Mr. Field ile birlikte okumak, tüm lisenin bana 5 senede verdiği şeylerin en önemlilerinden biriydi. Orada tam olarak neler anlatıldığını bize doğrudan anlatmıyor ama düşündürtüyordu. Kitabın içine daha çok giriyordun ve gitgide kendimi Holden Caulfield ile özdeşleştiriyordum. Sanki Mr. Field beni Holden olmaya ittiriyordu. Hala ara ara okuduğum bu kitapta kendimi bulurum onun sayesinde. Daha sonra Salinger'ın külliyatını okurken - ki çok zor değildir - kendisini hep anmışımdır.



Lise 3'e geçince artık kendisi ile yollarımız ayrılmıştı ancak okulda görüp selam vermemek olmazdı. Bir gün okulun düzenlediği Sevgi Gönül gecesinde çalışmaya giderken lojmanda yaşayan öğretmenlerle oraya gitmiştik ki kendisi de servisteydi. Selamlaşıp ayak üstü muhabbet etmiştik. Sonra beni arkadaşlarına Holden Caulfield olarak tanıtmıştı da en çok gurur duyduğum anlarımdan biridir.



The Catcher in the Rye'ın başlarında bir sahne vardır. Caulfield okuldan atılır. Şehirden ayrılmadan önce tarih öğretmeni Mr. Spencer'a gider veda etmek için. Bir tek onu önemsiyordur çünkü. Mr. Spencer kendisine çok iyi davranır ama neden tarihten kaldığını, tarih sınavını yüzüne okuyarak anlatır. Caulfield, yanlışlarını duymaya dayanamaz ve çeker gider. Sonra da Mr. Spencer'a onu sınıfta bıraktığı için kötü hissetmemesi gerektiğini söyleyen bir mektup bırakır.



Eğer kendimi Caulfield olarak görüyorsam, Mr. Field'in hayalini de Mr. Spencer olarak görmüşümdür. (Aynı hisleri Türkçe öğretmenlerim Vildan Hocam ve Huriye Hocam için de hissediyorum da o da başka bir yazı konusu olsun) Ne zaman edebiyattan şu ya da bu nedenle uzak düşsem Mr. Field'in bana gelip neden böyle olduğumun sebebini sorguladığını hissetmişimdir.



Üniversite ortasında Köln'den dönüp, işletme okumak istemediğimi bambaşka şeyler yapmak istediğimi anladığım anda Radikal'in ekonomi sayfası yerine hep okumak isteyip atladığım klasik İngilizce edebiyat eserlerini okumaya başlamıştım. Bu dönemde Roger Field'in Facebook'u olup, bir arkadaşımın arkadaşı olduğunu farketmiştim. Büyük bir heyecan ile kendisini ekledim. Sonra bana mesaj attı. Önce her zamanki gibi çok cool olduğumu söyleyip, neler yaptığımı sordu. Çok ama çok mutlu olmuştum. İltifatları için çok teşekkür edip neler yaptığımı anlattım. Boğaziçi'nde son sınıfta olduğumu, ancak bir yerlerde uluslararası ilişkiler master'ı yapmak istediğimi anlattım. Hala İngilizce edebiyat eserleri okumaya devam ettiğimi ve ona bana hep destek olduğu için çok mutlu olduğumu söyledim. O da bana teşekkür edip, neler yaptığını anlattı. Blog'unun adresini verdi ancak ne yazıktır ki hiçbir zaman adam gibi girip bakamadım.



Geçen ay bir arkadaşım ile hoş bir Alman barında şarap içerken, bana ABD'de lisedeyken şiirler yazdığını, edebiyat derslerinin olduğunu ve çok sevdiğini anlattı. Ben de ona Mr. Field ve bana kazandırdıklarını anlattım. Dün ise yine aynı arkadaşımla bir şeyler konuşurken en sevdiğim kitabın "the Catcher in the Rye" olduğunu yazmıştım. Bugün de aynı arkadaşıma şu mesajı attım; "işte o İngilizce öğretmenim hayatını kaybetti".



Roger Field, geçen Cumartesi uykusunda hayatını kaybetmiş. Kendisine yakışan, sessiz, sakin ve huzurlu bir ölüm. Önce bir hüzün kaplasa da içimi Facebook'tan kendisine yazılanlara ve fotoğraflarına baktım. Hep gülümseyen, hayattan zevk alan bir adamın fotoğrafları ve kendisini çok seven insanların duvarına bıraktığı notlar var orada. Ben ise kendisi hayattayken benim için ne kadar değerli olduğunu az da olsa aktarabildiğim için çok mutluyum. Yine de bir kez daha tekrarlayayım.



Mr. Field, bana Bob Dylan'ın Hurricane şarkısını ilk kez dinlettiren sizdiniz. Güzel bir şarkı öğretmenin yanında ırkçılığa karşı durmanın önemini en sanatsal, dolayısıyla en güzel şekilde bana göstermiştiniz. Çalışma masamda Bob Dylan'ın şarkı sözleri var şu an. Rüzgara, şehre, aşka dair söylenmiş milyonlarca güzel söz. Siz şiiri seversiniz, bilirim. Bana da sevdirdiğiniz için çok teşekkür ederim.

Hiç yorum yok

Blogger tarafından desteklenmektedir.