Sporda yolsuzluk nasıl önlenebilir?

by 23:51:00
Yolsuzluk karşıtı konferans IACC'nin 15.sinde konulardan biri spordaki çürümeydi ve programıma uyan iki konferansta bulunup notlar alabildim. Duyulanlar kulaktan uçar gider ancak alınan notları bir yere kaydetmek hem benim bunları hatırlamama, hem de arayanın bilgiye ulaşmasına yardımcı olacak.

İlk konferans, BBC spikerlerinden Rob Bonnet tarafından başkanlık edilen bir konuşmaydı. Konu daha çok futbola odaklanmaktaydı. Bonnet, söze futbolun basit olması ve insanları bir araya getirmesi gerektiğine değişenerek başladı.

Düşük risk, yüksek kazanç

İlk konuşmacı Ralf Mutschke, daa önce INTERPOL'de görev yapmış, şimdi FIFA'da görev yapan bir güvenlik uzmanı. Yozlaşmanın temel nedeni olarak cezaların yetersiz olması ve yakalanma riskinin düşük olmasını gösterdi. Almanya'da alt liglerde başlayan şike soruşturmasının, 20'den fazla ülkeyi kapsayan bir çeteye ulaştığını ve bunun şans eseri bulunduğunu söyledi.

Sonra Wilson Raj Perumel'in hikayesine değinidik. Hikaye şöyle; Finlandiya'da yaşayan bu Singapurlu, sahte pasaport nedeniyle polis tarafından takip edilirken yerel bir futbol takımı oyuncularıyla buluştuğu görülüyor. Farkediliyor ki kendisi aslında dünya çapında aranın bir düzenbaz aslında. Milyonlarca doların sahibi olan bu adam genellikle alt liglere bahis oynayarak bu serveti kazanmış. Daha sonra işi büyütüp, sahte şirketler kurup futbol turnuvaları düzenleyip, hakemleri ayarlayıp, bahis oynamış. Kendisini dünyaya duyuran ve benim de haberdar olduğum olay ise şaşkınlık verici. Haber şurada. Bahreyn Milli Takımı, Togo ile futbol oynadığını sanıyor ama aslında Togo ekibi sahte bir milli takım. Bu çok bariz düzenbazlığa ise acil paraya ihtiyacı olduğu için girişmiş. (Kendisi hakkında İngilizce bir kaynaktan daha çok öğrenmek için de şöyle alalım)

Tabii ki Türkiye'nin adını - maalesef - duymazsak olmaz. Antalya'da aynı gün içinde iki hazırlık maçı oynandı. Estonya ile Bulgaristan 2-2 berabere kalırken, Letonya, Bolivya'yı 2-1 yeniyordu. Ancak üst üste tesadüfler yaşanmıştı. Bütün goller penaltıdan gelmişti. Kaçan penaltılar hakem tarafından tekrarlatılmıştı. Televizyon yayını yapılmamış, sahaya seyirci alınmamıştı. Böylece hakemlerin kimliği gizli tutulacaktı. Ancak bu gizemli maçları Güney Asya'dan bahis oynamak serbestti. (Daha detaylı bilgi için de şurası)

Bu örnekler ile olayların büyüklüğüne değinen Mutschke, bunun organize suç örgütlerine karşı verilen bir mücadele olduğunu ve FIFA'dansa, polis güçlerinin bunun ile savaşması gerektiğini belirtti.

Nasıl savaşmalı?

İkinci konuşmacımız ise yine bir INTERPOL çalışanı John Abbott'tu. Kendisi yasal bahis endüstrisinin yarısı kadar büyüklükte bir illegal yapının bulunduğunu ve bu yapının %92'sinin futbol bahisleri olduğunu belirterek konuşmasına başladı. Bu savaşı kazanmak için; yerel hükümetler ve futbol federasyonları arasında ortak çalışması, bilgi paylaşımı yapılması, kimin hangi görevi almasının belirlenmesi ve sorunu çözmek yerine sorunu engellenmesinin gerekliliğini söyledi.

BM Uluslararası Suç görevlisi Dimitri Vlassis de işbirliğinin önemine değinerek küresel ve ortak yasaların var olması gerektiğine ve aktörlerin birbirini eğitmesinin önemine değindi. Eski hakem ve günümüzün hakem gözlemcisi Drago Kos, Japonya'nın bu savaşta önemli bir başarı örneği olduğunu belirtti. Diğer konuşmacılara şike karşıtı savaş konusunda katılan Kos, bu savaşın zorluklarını da şöyle sıraladı: spor organizasyonlarının çok bağımsız olması, devletin spordan gelir etme isteği ve bahis siteleri olarak gösterdi.

Peki ne zaman değişecek?

Mutschke'ye göre yavaş olsa bile uygun kanunlar yürürlüğe girmekte. Kendisi 7/24 saat, FIFA'ya ulaşılabilecek bir online hattın yürürlüğe gireceği müjdesini verdi. Ayrıca "whistle blowing" tabir edilen ihbar sisteminin de bu organizasyonda yürürlüğe gireceğini belirtti. Kendisi, FIFA'ya yönetilen suçlamaların yalan olduğunu belirtirken, bu düzenlemelerin FIFA'nın halk içinde bozuk olan imajını da bir nebze düzeltmesini bekleyebiliriz. John Abbott de sosyal medyanın yerini tekrardan vurguladı.

FIFPro'nun kara kitabı

Futbolcuların sendikası FIFPro'nun çıkardığı "The Black Book" (Kara Kitap), John Abbott tarafından önemli bir örnek olarak gösterildi. Burada şikenin ne kadar yaygın olduğunun görülebileceğinden bahseden Abbott, Doğu Avrupa'da futbolcu maaşlarının zamanında ödenmemesinin şikeyi doğruduğunu, İtalya'da hakem satın almaların fazlalığını, Bulgaristan'da son 10 senede 15 kulüp sahibi ve spor gazetecisinin öldürüldüğünü, Nijerya'da bir bakanın ülkedeki en çürümüş organizasyonun futbol federasyonu olduğunu söylerken maalesef Türkiye'nin adını ikinci kez geçirerek, Fenerbahçe başkanı Aziz Yıldırım'ın uzun süre hapiste kaldığını belirtti. (Bazı istatistikleri için buyrun)

Abbott, şikenin sadece futbolda olmadığına dikkat çekti. Şike teşebbüslerinde en çok genç oyuncular, hakemler ve menajerlerin kullanıldığını söyledi ve olayın fiziksel tehdite kadar gittiğini belirtti.

FIFA'ya eleştiriler

İkinci toplantının moderatörü ise ünlü spor yazarı Simon Kuper'dı. Türkiye'deki şike konusunda daha önce röportajlar veren ve hatta bazı Türk taraflar ile twitter'da tartışan Kuper, eleştirel tavırlarıyla dikkat çekiyordu. Şikenin en büyük sorumluları olarak özellikle Asya'da oynanan online bahisi gösteren Kuper, bahis sektörünün spor endüstrisinden büyük olmasına ve bunun tehlikelerine değindi.

Burada FIFA'ya önemli eleştiriler getiren Kuper, 2002 Dünya Kupası'nda İtalya'nın Güney Kore'ye sürpriz bir biçimde elendiği maçın hakemi olan Via Kushibo'nun eroin kaçakçılığından  yakalanmasını, gazeteci Declan Hill'in 2006 Dünya Kupası'nda bazı maçların sonucunu önceden suç örgütlerinden öğrendiği iddiasını, FIFA'nın son Dünya Kupaları'nı Rusya ve Katar'a vermesinin ardından itibarının azalmasını ve FIFA'nın İsviçre'de olmasının, organizasyona kazandırdığı rahatlığa da değindi. Blatter'ın tek adam olarak son seçimleri kazanmasının demokratik olmadığını söyledi. Bu kadar eleştiriden Brezilya da kaçamadı ve futbol federasyonu başkan Ricardo Teixeira'nın yolsuzluk suçlamaları nedeniyle istifa etmesine de değindi.

Şikede çok para var mı?

Spor ekonomisi uzmanlarından Simon Chadwick, sözlerine şike dışındaki diğer sporda yolsuzluk yöntemlerini anlatarak başladı. Oyunculara ulaşarak gizli bilgilerin sahibi olmanın da yolsuzluk olduğuna değindi. Buz hokeyinde sonucu doğrudan etkilemek yerine rakip oyuncuyu sakatlamak için oyunculara para ödendiğini belirtti. Avrupa Konseyi'nin spor platformunun başında bulunan Stanislas Frossard, spor endüstrisinin büyümesinin şikeyi yanında getirdiğini belirtti. Burada üçüncü kez Türkiye'nin adı geçti. Frossard, Fenerbahçe'nin şike iddiaları nedeniyle Şampiyonlar Ligi'ne alınmaması nedeniyle, gelir kaybının karşılanması için UEFA'dan 45 milyon euro istediğini söyleyerek, spor endüstrisinde dönen paraya örnek verdi. Frossard, online bahis şirketlerinin en hızlı büyüyen endüstrilerden biri olduğunu söyleyip, 2015'te toplam gelirin 13 milyar euro'ya çıkmasının beklendiğini belirtti.

Türkiye'den gelen şike telefonu

Bu konferansta da yer alan Drago Kos, daha öncekinde anlatmadığı bir hikayesinde yeniden Türkiye adını geçirerek, Güney Asya ülkelerinden sonra spor yolsuzluğunda adı en çok geçen ülkenin Türkiye olmasını sağladı. Birkaç sene önce Makedonya'da oynanacak bir UEFA turnuvası eleme maçı öncesi genç bir hakem, Kos'a Türkiye'den telefon aldığını ve maçın sonucuna etki etmesi halinde iyi bir miktar para alacağın söylemiş. Kos, kendisine bunu kabul etmemesi gerektiğini söyleyip, durumu UEFA'ya haber vermiş. Ancak UEFA, bu duruma sessiz kalıp, uzun aramalar sonrası durumun polise bildirilmesi gerektiğini bildirmiş.

Polis, herhangi bir kanıt olmadığı için bir şey yapamayacağını bildirmiş. Hakem maçta şike yapmamış ve maçı ev sahibi ekip kazanmış. Daha sonra Türkiye'den arama yapanların hakemin kim olacağı bilgisini UEFA'dan öğrendikleri ortaya çıkmış. Bir ara son yıllarda hangi Türk takımlarının Makedon takımlarla maç yaptığına bakacağım.

Brezilya, Dünya Kupası ve Olimpiyatlara hazır mı?

Kuper, Brezilya'nın bu savaşta yeterli olmadığını düşünerek, adı konuşmacılar listesinde olmayan Brezilyalı yetkiliye bazı sorular sordu. Paulino, sadece iki çeşit bahisin Brezilya'da yasal olduğunu, online bahis sitelerinin ise ülke dışından bulunmasından dolayı kontrol edilemediğini söyledi. Ancak olimpiyatlar öncesi, bu denetimlerin sıklaştırılacağının sözünü verdi.

Yenilen stadyumlar ve diğer çalışmalar hakkında spekülasyonlar yapıldığı hakkındaki yoruma ise insanların bu çalışmaları takip edeceği iki tane websitesinin var olduğunu söyleyerek cevap verdi. Basının bu konularla çok ilgili olduğunu söylerek, Brezilya'da işlerin şeffaf gittiğini belirtti.

Drago Kos ise organize suç örgütlerinin Dünya Kupası'ndan sonra hemen Olimpiyatlar'ın aynı ülkede başlamasını kullanacağını çünkü kurdukları yolsuzluk sistemini değiştirmeden Olimpiyatlar'da aynı kişiler ile devam ettirebileceği tehlikesini dillendirdi. Kos, Brezilya'da büyük para transferlerinin gerçekleşeceğini ve bunun sınırlandırılması gerektiğini de ekledi.

Kuper bir seyirci sorusundan yola çıkarak, Paulino'yu biraz daha sıkıştırmaya devam edip, kendisine şehir seçimindeki keyfiyet faktörü ve stadyum yenilenmesi için gereksiz harcama yapılması ile ilgili eleştirileri aktardı. Paulino'ya, statların dokuzunun devlete, üçünün özel sektör ait olduğunu açıkladı. Statta ne kadar harcama yapıldığını bilmediğini söyleyen Paulino, önemli miktar harcamanın altyapı çalışmaları için harcandığını belirtti. Kuper ise yanlış stadyum tercihlerinin Güney Afrika'daki 2010 Dünya Kupası'ndaki gibi boş statlar problemine yol açabileceğini belirtti.

Sonuç olarak ne yapalım?

Bu konuşmalar sonunda Simon Kuper çözümleri şöyle sıraladı:

  • FIFA'ya ev sahipliği yapan İsviçre'nin denetimlerinin artması
  • Spor organizasyonlarının bağımsız hale getirilmesi
  • Yasal olmayan bahsin kontrol altına alınması
  • Aktörler arasında daha fazla işbirliği
  • Sponsorların desteği
  • Spor mahkemelerinin işlevselliğinin arttırılması
Değişik görevlerden ve ülkelerden gelen bu kadar kişinin aynı ülkülere ve bu çürümeyi engellemek için aynı heyecana sahip olması geleceğe karşı umut verse de özellikle bahis siteleriin desteğini almadan bu sorunların çözülmesinin zor olacağı kanısındayım. Özellikle de bu konuşmalarda en çok adı geçen ülkelerden birinin vatandaşı olarak, bu konuya daha çok eğilmem gerektiğini de farkındayım.

Dershanelerde geçen ömrüm

by 18:32:00
Çocukken dershane

Hayatımda ilk dershane sınavıma 3. sınıfın sonunda girdim. Hadi bunu yaşa dökelim; 9! Yazı ile dokuz! Şimdi bakınca çılgınlık gibi geliyor ama o zaman hayatın bir gerçeğiydi. Çünkü ben okumaya başladığımda ilkokul vardı, ilköğretim değil. Normal şartlarda 5. sınıfta orta okul sınavlarına girmem gerekiyordu. Sınava girdiken ve dershaneyi burslu kazandıktan sonra ise  eğitimin 8 yıla çıktı, ortaokula giriş sınavları da bu nedenle kalktı. Ancak ben dershaneyi kazanmıştım ve görünüş o ki, dersaneye gitmem gerekiyordu.

1997 Eylül'ünde dershaneye başlamış olmam gerekiyor. 9 yıl 3 ay! Çok iyi hatırlıyorum ki Kanal D'de Çocuktan Al Haberi programı vardı. Öğlenci olduğum zamanlar başını kaçırdığıma çok üzülüyordum. Aynı dönemde Selim Can, televizyonlarda program yapıyordu. Aile bireylerim; "Bak bak ne akıllı çocuk, televizyonda büyük adam gibi yorum yapıyor" diye kendisini bana örnek gösteriyordu. Ne yalan söyleyeyim, gitmiyordu işte hoşuma. Dershaneye gidip bir şeyler öğrenmemin onları mutlu etmesini bekliyordum. Oluyorlardı da, eminim. Ama hala birilerini bana örnek göstermeleri üzüyordu biraz. Sonra kaderin oyunu, Selim ile liseyi beraber okuduk aynı dönemde."Ulan senin yüzünden ne laf yedik ailemden!" diyemedim kendisine. Çünkü büyük ihtimalle benim durumumdaki bir çok kişi kendisine bu lafları demiştir.

Dershanede okula destek olacak çok bilgi öğrendim, kabul. Şunu, şunu dershanede öğrendim diye sayamam belki. Sadece Türkiye çapında yapılan sınavlarda fena olmayan dereceler yaptığımı, babamın da ÖSS'ye kadar beni bu sınavlar ile insanlara tanıttığını biliyorum.

Ancak dershane döneminin bana ekstradan kattığı şeyleri de söylememek olmaz. 10 yaşında bir çocuk olarak kendi başıma minibüs ile bir yerlere gitmeyi öğrendim. Arkadaşlar ile tenefüste ciğer-ekmek yiyerek, kendi başıma bir restorana gitmeyi öğrendim. Top oynamaya dalıp derse geç kaldığımız için kızların karşısında ilk azarımı yedim, böylece azar yemeyi de öğrendim.

Ergenliğe girerken dershane

Bir sene sonra yine haftasonlarım dershane ile dolmuştu. Ancak bu sefer sistem biraz daha farklıydi çünkü dershane sadece İngilizce dersleri veriyordu. Biz de bütün ilkokul tayfası ve birkaç ekleme ile derslere başlamıştık.

Neden böyle bir şeye gönderilme gereği duyduğumu bilmiyorum. Büyük ihtimalle Edirne'de özel kolejler açılmaya başladığı için İngilizce konusunda bizi geliştirmek istemişti ailelerimiz. Dershaneden aklımda kalan tek şey "Prime Minister" kelimesini öğrenmek olmuştu çünkü büyüyünce ne olacaksınız sorusuna hep astronot demekten sıkıldığım için sözlüğe bakıp "I want to be a prime minister" demiştim.

Haşarılık dozu artıyordu gitgide. Şansımıza da dershane binasının yanında bir halı saha vardı. Derslere yine geç kalıyor, terli terli ve yorgun bir şekilde sıramıza oturuyorduk. İçimizde de hayatında ilk kez halı sahada babasını izlemek yerine yop koşturan çocukların, oyunları kesildiği için hissettikleri kızgınlık vardı. Yes, I was really angry!

Ergenlikte dershane

Ah, ah. Kanatlanıp uçmak isteyen bir kuşu zorla kafese tıkmak gibiydi LGS'ye hazırlanırken dershaneye gitmek. Evet, gitmek zorundaydım. Zaten hafta içinde erken kalkarken, haftasonları da erken kalkmanın ne kadar sinir bozucu bir şey olduğunu o zaman öğrenmiştim. Edirne, o kış çok soğuktu. Dershaneye gittiğim her gün çok üzgündüm ve hatta sinirliydim.

LGS, benim kendimi göstereceğim sınav olarak bakılıyordu. Tamam, okulda iyiydim. Ancak bu sınav çok farklıydı. Herkes çok iyi yapacağıma inanıyordu. Ben inanmıyordum ama kendime. Kötü bir not aldığım dershane sınavı oldukça moralimi bozuyordu.

Dershanede gerçekten çok yalnız hissediyordum ben. Arkasına kocaman bir gitar çizdiğim açık kahverengi çantam ile şarkılar mırıldanarak dershaneye giderim. En arkaya otururdum en iyi anlaştığım arkadaşım ile. Bir şekilde geçerdi zaman.

Etüt kavramıyla da o zaman tanıştım. Haftada iki gün okuldan sonra ek derse dershaneye gidiyordum.

Pek mutsuzdum. Kimsenin de pek umrunda değildim.

Delikanlıyken dershane

Sonra da lise zamanı dershane dönemi başladı. İki sene üstüste. Yazları Edirne'de başladığım, kışın ise İstanbul'da devam eden dershane günleri. Edirne'de dershanede tanıştığım bir hanımefendi ile uzun bir süre sevgili olmak dışında bir anım yoktur.

Burada bu paragrafı açmak lazım ki dershane erkekler ve kızları yakınlaştıran önemli bir yerdir. Dershane öncesi okul içindeki kızlar arasında, yani kısıtlı imkanlar içinde sevgili aranırken, dershane bu muhtemel sevgili grubunu genişlettiriyordu. Bu yönünden dershanelerin hakkını teslim etmek lazım.

Bu dönemdeki en büyük sorun da sabahları erken kalkmaktı. Hele İstanbul trafiğini düşününce saçma sapan karanlık saatlerde güne uyanmak olağanlaşmıştı.

ÖSS zamanı artık ailemden uzak bir birey olduğum için hiçbir şekilde üniversite baskısı görmedim onlardan. Hatta ÖSS sonucunu babama kahvaltıda açıklamıştım. Önce puanı söyleyip çok heyecanlı bir tepki almamıştım kendisinden. Bir şekilde bir yere gireceğimi biliyorlardı zaten. Ancak dereceyi söylediğimde babamın başını kaldırıp, "hadi canım" dercesine baktığını unutmam.

Ancak bu sefer de dershaneden baskı geliyordu çünkü dershaneler öğrencilere bağlıdır. Onların kitaplarında sırıtan yüzünle, nasıl başarılı olduğunu açıkladığın yazılarla bulunmalısın ki reklamlarını yapsınlar. Ben de bunlardan biri olmuştum. Sağolsunlar bir laptop ile benim payımı vermişlerdi. Hala iş yapar kendisi. Ancak kurallar serttir. "Kız arkadaşınız olmasın" diyemeseler de bunu ima ederler. Derslerde laubaliliği ancak hoca yapar. Herhangi bir şekilde hocanın düşüncesine ters bir şey söylenmemelidir. Günde ne kadar soru çözülmesini gerektiğini söylenir. Vs. vs. vs.

Dershaneler kapatılsın mı?

Görüldüğü üzere hayatımın 5 senesinin haftasonları dershanelerde kaybolmuş biriyim. Bunun yerine sevdiğim bir şey yapsaydım, mesela gitar kursuna gitseydim Eurovision'da olurdum belki, ya da futbol kursuna gitsem Gençlerbirliği'nde olabilirim. Hani hiçbir şey yapmasam bile belki belki çok kitap okur, çok şiir okur, çok farklı hayat tecrübeleri edinebilirdim.

Ancak farkındayım. Dershaneler olmasaydı kendi başıma çalışıp şu an bulunduğum yerde olamazdım. Dershaneleri hiç sevmedim, sevmeyeceğim de. Ancak, durum bu. Dershaneler kapatıldığında sadece özel ders almaya parası yeten maddi durumdaki yerinde ailelerin çocuklarının iyi üniversitelere gireceğinin farkındayım. Devletin büyük bir vergi kaybının olacağının da farkındayım. Daha bir çok şey olacak, onların da farkındayım.

Bu nedenlerle, bu ucube eğitim sistemiz maalesef dershanesiz olamaz. Dershaneleri kapatmak yerine, daha iyi bir üniversiteye giriş sistemi getirilmesi, lise eğitiminin iyileştirilmesi gibi çözümlerin daha yararlı olacağını da iddia ediyorum.

Caulfield ve Mr. Spencer

by 15:02:00
Gerçek anlamda edebiyat ile lisede tanıştığımı söyleyebilirim. Bunun sancılı bir süreç olduğunu da söyleyebilirim. Çocukken, aile bireylerim sağolsun, masallarla, Disney ansiklopedileriyle başlayıp Dahl'ın Dev Şeftali'si ya da de Saint-Exupery'nin Küçük Prens'ine kadar birçok çocuk klasiğini hatmetsem de, ergenliğin ve o zamanki adıyla LGS olan lise sınavlarının etkisiyle tüm bu kitapları bir kenara bırakmış, roman niyetine Marilyn Manson ya da Bon Jovi'nin sözlerini okumaya başlamıştım.


Lise Hazırlık'ta ise bütün dersleri İngilizce görmenin yanısıra, İngilizce derslerde sadece gramer öğrenmiyor, öyküler ve romanlar okumaya başlıyorduk. "Rite of passage" deyimini orada duymuştum ilk kez. Çocukluktan yetişkinliğe geçiş öyküleri temalı hikayeler okuyorduk. Hatta bir anne ve çocuğunun hikayesini çok sevmiştim de Anneler Günü'nde Türkçe'ye çevirip anneme hediye olarak vermiştim.



Sonraki yıl ise artık gerçek anlamda bir lise öğrencisine döndüğümüz için İngilizce'nin bizdeki yeri ve öneminde de bir azalma meydana gelmişti. Hatta o zamanki İngilizce öğretmenimizin bir erkek düşmanı olması İngilizce ile aramızın kopma noktasına geldiğinin de bir habercisiydi. Neyse ki Romeo ve Juliet'i okutmuşlardı bize o sene. İngilizce'nin kulağa ne kadar hoş gelebileceğinin farkına ancak o zaman varmıştım. İlk aşklarımızı yaşıyorduk o dönemlerde ve kendimizi Romeo ve Juliet'in Türk versiyonları gibi hissediyorduk. Rahmetli River Phoenix'in Stand by Me'sini de o sene izleyip hem filmin hem kendisinin hayranı olmuştum.



Benim hayatımın "rite of passage"ı ise lise 2'nin başında gerçekleşmişti. Daha dönemin başında annem bir ameliyat geçirmişti. Bir yandan onu o halde gördüğün için çok üzülüyorsun, kahroluyorsun. Ancak aile yanında bunu göstermemen lazım ki moral olsun onlara. Erkek yatakhanesinde ise böylesine duygular hiç gösterilmez. Yine içine atman lazım. Aynı dönemlerde ilk kez ciddi bir kız arkadaşım oluyordu ancak benim tecrübesizliğim ve yaşça küçüklüğüm nedeniyle daha çok abla-kardeş gibi bir durum olmuştu. Yeni bir döneme, hem aile içinde güçlü duracak, hem de bir ilişki yürütebilecek ama bu sorumlulukları kaldıramayacak bir çocuk olarak başlamıştım.



Sonra o dönem Roger Field ile tanıştım. Yeni İngilizce hocamız. Uzun ve ince, beyaz saçlı, gözlüklü, sakin konuşan ve sık sık gülümseyen biri. O döneme kadar ilkokuldaki sınıf öğretmenim dışında hiçbir hocamla çok samimi bir ilişkim olmamıştı. Lise boyunca da pek olduğunu söylemem ki bunu ekşisözlük'te yazdığım entrylerde de görebilirsiniz. Bu problemim üniversitede de sürdü ve Köln'de bir üniversite hocası ile arkadaş olunabileceğini gördüm ki bugün Almanya'daysam bunun büyük bir etkisi vardır. Mr. Field ise sinirleri hoplatılamayacak, herkese hoşgörülü davranan biriydi.



Böyle bir durumda benim her şeyi alttan alan bu adama karşı elimden gelen bütün şımarıklıkları yapmam gerekirdi. Bundan önce hep böyle olmuştu. Ancak yapmadım. O adam bize defterimizde boş bir sayfa açtırdı ve elimize kalem tutuşturdu. Her dersin ilk 10 dakikasında serbest yazı yazmamızı istedi. Aklına ne gelirse. İlk zamanlardan birinde annemin o durumu hakkında içimdeki her şeyi dökmüştüm. Aileme söyleyemediklerimi, arkadaşlarıma anlatamadıklarımı tek tek başka bir dilde kelimelere dökmüştüm. Her hafta Mr. Field bu defterleri toplar, sonraki hafta geri verirdi. Hemen yazdığı yorumlara bakardın. O hafta bana ne kadar zor şeyler yaşadığımı anladığını ancak böyle bir durumda bile çok olgun davrandığımı ve hep böyle devam etmemi istediğini yazmıştı. Anlayacağınız İngilizce'de şu yanlış bu doğru değil, daha çok derdimizi nasıl anlatabilmişiz ona bakıyordu. O destek verdi, ben yazdım. Gün geldi o kısacık zamanda şiir yazıp onu şaşırttım, bazen arkadaşlarımız suratlarına bakıp o anda ne hissettiklerini tahmin etmeye çalıştım. O dönem okuduğumuz kitapları arkadaşlarıma uyarladım. Yazmaktan zevk aldığımı hissettim. O ise destek vermekten bıkmadı.



O dönem okul "the Catcher in the Rye" okutuyordu bize. Bu muhteşem kitabı Mr. Field ile birlikte okumak, tüm lisenin bana 5 senede verdiği şeylerin en önemlilerinden biriydi. Orada tam olarak neler anlatıldığını bize doğrudan anlatmıyor ama düşündürtüyordu. Kitabın içine daha çok giriyordun ve gitgide kendimi Holden Caulfield ile özdeşleştiriyordum. Sanki Mr. Field beni Holden olmaya ittiriyordu. Hala ara ara okuduğum bu kitapta kendimi bulurum onun sayesinde. Daha sonra Salinger'ın külliyatını okurken - ki çok zor değildir - kendisini hep anmışımdır.



Lise 3'e geçince artık kendisi ile yollarımız ayrılmıştı ancak okulda görüp selam vermemek olmazdı. Bir gün okulun düzenlediği Sevgi Gönül gecesinde çalışmaya giderken lojmanda yaşayan öğretmenlerle oraya gitmiştik ki kendisi de servisteydi. Selamlaşıp ayak üstü muhabbet etmiştik. Sonra beni arkadaşlarına Holden Caulfield olarak tanıtmıştı da en çok gurur duyduğum anlarımdan biridir.



The Catcher in the Rye'ın başlarında bir sahne vardır. Caulfield okuldan atılır. Şehirden ayrılmadan önce tarih öğretmeni Mr. Spencer'a gider veda etmek için. Bir tek onu önemsiyordur çünkü. Mr. Spencer kendisine çok iyi davranır ama neden tarihten kaldığını, tarih sınavını yüzüne okuyarak anlatır. Caulfield, yanlışlarını duymaya dayanamaz ve çeker gider. Sonra da Mr. Spencer'a onu sınıfta bıraktığı için kötü hissetmemesi gerektiğini söyleyen bir mektup bırakır.



Eğer kendimi Caulfield olarak görüyorsam, Mr. Field'in hayalini de Mr. Spencer olarak görmüşümdür. (Aynı hisleri Türkçe öğretmenlerim Vildan Hocam ve Huriye Hocam için de hissediyorum da o da başka bir yazı konusu olsun) Ne zaman edebiyattan şu ya da bu nedenle uzak düşsem Mr. Field'in bana gelip neden böyle olduğumun sebebini sorguladığını hissetmişimdir.



Üniversite ortasında Köln'den dönüp, işletme okumak istemediğimi bambaşka şeyler yapmak istediğimi anladığım anda Radikal'in ekonomi sayfası yerine hep okumak isteyip atladığım klasik İngilizce edebiyat eserlerini okumaya başlamıştım. Bu dönemde Roger Field'in Facebook'u olup, bir arkadaşımın arkadaşı olduğunu farketmiştim. Büyük bir heyecan ile kendisini ekledim. Sonra bana mesaj attı. Önce her zamanki gibi çok cool olduğumu söyleyip, neler yaptığımı sordu. Çok ama çok mutlu olmuştum. İltifatları için çok teşekkür edip neler yaptığımı anlattım. Boğaziçi'nde son sınıfta olduğumu, ancak bir yerlerde uluslararası ilişkiler master'ı yapmak istediğimi anlattım. Hala İngilizce edebiyat eserleri okumaya devam ettiğimi ve ona bana hep destek olduğu için çok mutlu olduğumu söyledim. O da bana teşekkür edip, neler yaptığını anlattı. Blog'unun adresini verdi ancak ne yazıktır ki hiçbir zaman adam gibi girip bakamadım.



Geçen ay bir arkadaşım ile hoş bir Alman barında şarap içerken, bana ABD'de lisedeyken şiirler yazdığını, edebiyat derslerinin olduğunu ve çok sevdiğini anlattı. Ben de ona Mr. Field ve bana kazandırdıklarını anlattım. Dün ise yine aynı arkadaşımla bir şeyler konuşurken en sevdiğim kitabın "the Catcher in the Rye" olduğunu yazmıştım. Bugün de aynı arkadaşıma şu mesajı attım; "işte o İngilizce öğretmenim hayatını kaybetti".



Roger Field, geçen Cumartesi uykusunda hayatını kaybetmiş. Kendisine yakışan, sessiz, sakin ve huzurlu bir ölüm. Önce bir hüzün kaplasa da içimi Facebook'tan kendisine yazılanlara ve fotoğraflarına baktım. Hep gülümseyen, hayattan zevk alan bir adamın fotoğrafları ve kendisini çok seven insanların duvarına bıraktığı notlar var orada. Ben ise kendisi hayattayken benim için ne kadar değerli olduğunu az da olsa aktarabildiğim için çok mutluyum. Yine de bir kez daha tekrarlayayım.



Mr. Field, bana Bob Dylan'ın Hurricane şarkısını ilk kez dinlettiren sizdiniz. Güzel bir şarkı öğretmenin yanında ırkçılığa karşı durmanın önemini en sanatsal, dolayısıyla en güzel şekilde bana göstermiştiniz. Çalışma masamda Bob Dylan'ın şarkı sözleri var şu an. Rüzgara, şehre, aşka dair söylenmiş milyonlarca güzel söz. Siz şiiri seversiniz, bilirim. Bana da sevdirdiğiniz için çok teşekkür ederim.
Blogger tarafından desteklenmektedir.