Hırsızlık nedir, ne değildir, capsli ve birinci ağızdan

by 21:37:00
Üstünden belli bir zaman geçtikten sonra yazayım dediğim, son zamanların benim için en heyecanlı olayını tarihe not düşmek lazım. Bir insanın evine hırsız girmesi nasıl bir şeydir, şimdi bunu anlatacağım.

Öncesi:
Halbuki gece güzel sonlanmıştı. Normalde daha çok korkulması zamanda, saat 3:30 gibi, karanlık ve ıssız yollarda, kolumda laptop'ım rahat rahat yürüyüp eve geldim. Eve gelince laptop çantasını salona, kendimi ise üstümü çıkarıp pijama bile giymeden yatağa atmıştım.

Tam olarak 6 saat sonra ise alarm ile uyanıp, kendimi duşa atıp, superdorm'a doğru yola çıktım. Her şey zaten saat 10'da evden çıkmamla başladı.

Olay esnası:
İşin ironik kısmı, hırsızlar benim eşyaları sırtlayıp götürürken, benim de aynı anda insanlara yardım etmek için koli ve bavul taşıyor olmamdı. Aradaki fark birimizin bunu insanlık namına, ötekisinin ise hayvanlık namına yapıyor olmasıydı. Sonuç olarak saat 1 civarı yorgun, susuz, eve gidip ikinci bir banyo sonrası uyuyup geceye hazırlanmam gerekiyordu.

Olayı farkediş:
Eve girerken, bu işte bir parmağı olabileceğinden şüphelendiğim kapıcı arkadaş da oralar da dolaşıyordu. Tek işinin adı üstünde kapılara bakmak olan bu amcamın rahatlığı onu doğrudan olmasa da dolaylı olarak suçlu pozisyonuna sokuyordu. Ben ise kapının önüne gelmiş anahtarımı kilide sokmuştum.

Anahtarın kilit içinde açılmadan dönmesi ile yüksek sesle "Noluyor lan!" dedim. Daha sonra ise ilk aklıma gelen Ezel'deki Kerpeten Ali oldu ve ben eve birisinin girdiğine üzülmeden önce "Oha lan bu durumda bile Ezel göndermesi yapıyorum" diye düşündüm. Sonra ise kilitler birer birer düştü ve kapı açıldı.

Soyulan ev sahibi ne yapar?
Kısa sürede hırsızlık konusunda büyük bir tecrübe kazanmış oldum. İki tip hırsız varmış: Paracılar - Elektronikçiler. Benimkisi elektronikçi çıkmış. Eşek gibi televizyonu götürmesi büyük bir şaşkınlığa sürükledi beni. Şöyle eve hızlıca baktıktan sonra hızlıca önce kapıcıya sonra da onun yanındaki komşuya gittim.

Hayatımda ilk kez 155'i aradıktan sonra (küçükken PTT'yi arayıp sapıklık yaptığımızdan beri 3 rakamlı numaralarla işim olmamıştı.) komşu beni içeri davet etti. Ben olayları idrak etmeye çalışırken, sevimli komşu ablamın hemşehrilikten girip, eltisinden, görümcesinden bana bahsetmeye başlaması içine düştüğüm durumu komikleştiriyordu.

En hayal kırıklığına uğradığım an olay yeri inceleme ekibinin hareketleri oldu. Ben ki Dexter'ın tüm sezonlarını izlemiş bir olarak, beklentilerimi yukarıda tutuyordum. Ancak iki arkadaşın iki üç beyaz çekmeceye parmak izi için toz serpmeleri sonra da benden su isteyip bir form doldurup gitmeleri bu kadar da olmaz dedirtti. Sonradan baktım ben oraya bal gibi parmak izi var orada. Tabii ki adamlar eldiven giymişlerdir ama ya benim değilse o parmak izi. Bunu görünce "Başımızdakiler böyle olduğu sürece..." moduna girip bir Levent Kırca oldum çıktım.

Post-hırsızlık sendromu
O gece delikanlılık yapıp evde kalırım ben moduna girsem de, saatler ilerledikçe bomboş bir duvara bakıp bakıp arada uyuyup arada uyanıyordum. Tabii aile çevresinden de telefonlar susmuyordu. Odamdaki belli miktardaki dağınıklığı ise toplayasın gelmiyor. Böyle bir durumda dedim ki teyzeme gitmek iyidir. Annem ise 3'e kadar ütü yaparım, 5'e kadar televizyon seyrederim, gün ışıyınca da uyurum diye, tetikte olmak için bir program yapmış. Yalnız bu hırsızlık olayının zaten gün ışığında olması gerçeğini atlamış canım annem, olsun.

Şimdi fan'ı bozuk olduğu için ses çıkaran bilgisayarı aldım yanıma, tivibu'ya üye oldum. Televizyon işi de böyle halloldu. Kapının yapılması da rahatlatıcı ama sonuçta adamlar izlemişler ki beni tam dışarı çıktığımda oldu olaylar. O yüzden her tıkırtıda bir kulak uzatmak gibi paranoyaklaşma belirtileri ortaya çıktı. Önceden ya çok sessiz, yeşillik tam benlik dediğim evde şimdi her türlü duyum tetikte. Televizyon ve daha sonra da kardeşimin gelişiyle normale döner düşüncem var.

Sonuç olarak ilginç bir tecrübe dışında, hayatımda ilk kez elimde "Mağdur" yazan bir resmi belge var ve bu tatsız da olsa her gördüğümde güleceğim bir unvan olarak orada duracak!

Hayatımda duyduğum en büyük kolpalar

by 23:14:00
Başlık çoğul olsa da sadece bir şeyden bahsedeceğim. Liseye girmeden önce
Koç Lisesi'ne girenleri mezun olmadan kapıyorlar.
diyorlardı. Üniversiteden önce ise
Üniversiteye girenleri mezun olmadan kapıyorlar.
diyorlardı. E bakıyorum etrafıma, herkes staj peşinde, kapılan yok. Niye kandırdınız ulan beni?!

Final dönemi insanları

by 00:34:00
Bazıları hala evrim yok desin, bir öğrencinin final döneminde geçirdiği değişim evrimin bir örneği değildir de nedir?

Kullanılmayan organ körelirmiş ya milyon yıllarda. Ben final dönemi boyunca kullanmadığım, fitness'a gidip gidip korumak istediğim kaslarımı çoktan kaybettim. Yerini saçma sapan şeyler okumaktan sıkıldığımda ya da direkt çalışmamak için bahane olsun diye yediğim yemekler tutmuş.

Annem bugün gitti Edirne'ye, kadıncağızın toparladığı evin orasında burasında kağıtlar var. Masamın üstüne şöyle bir baktığımda kağıtlar dışında bir boş soda şişesi, bir Eti Brownie çöpü, iki erik çekirdeği, bir tırnak makası ve iki kulak tıkacı var.

Gözlerimde uykunun olması çok çalıştığımdan değil de çalışmam bittikten sonra şimdi dinlenme zamanı diyerek, bir saat daha ayakta durmamdan. Gözler kızardı bilgisayara baka baka. Hani çalıştığım değse bir şeye canım o kadar yanmayacak.

Şu an notlarıma baktığımda aynı şeylerin değişik şekillerde bir çok kez yazdığım saçma sapan terimler var. Bilmek lazımmış bunları. Yarına kadar aklımda tutabilecek miyim bilmiyorum. Hele bir de yarın test olmazsa neler olacağını tahmin bile edemiyorum. İşletme iyidir, mühendisliklere göre rahattır falan filan ama dolsun diye de koydukları ıvır zıvırları iyi koymuşlar.

Son olarak koskoca final döneminde 4 sınavı arka arkaya koyan canım yönetime, önemli bir konuda mail atmama rağmen bir türlü dönmeyen ve dönmeyecek sevgili danışmanıma, Mustafa Denizli'ye, final dönemimi büyük katkılarından dolayı meyveli sodalara teşekkür ediyorum ve sizi işletmecilerin çok seveceği, salak salak sembolik resimlerde bırakıyorum. Bu resmi de Google'a "success" yazarak buldum.

Google'ın da kendisini daha kapamadılar, elhamdülillah


Beşiktaş anıları

by 23:10:00
Ders çalışmam gereken ama o motivasyonu kaybettiğim şu anlarda kendi geçmişime dönüp, geçmişteki anılarımı bağdaştırdığım Beşiktaş'ı düşündüm. Çarşı'yı anlatan belgesel Asi Ruh'ta geçer: Zeki Demirkubuz'un kardeşi bir gece yatağında oturur, Zeki sorar "ne oldu" diye, adam cevap verir "Acaba Feyyaz şu an ne yapıyordur?". Durum o kadar vahim olmasa da ben de düşünürüm Beşiktaş'ı. Şimdi de bir kendi Beşiktaş tarihimin Avrupa takımları ile oynanan unutulmaz 5 maçına değineyim.

5. Liverpool maçları


Sanılanın aksine 8-0 biten maç beni öyle üzen, yerlerde süründüren bir maç olmadı. Hak etmemiştik, şartlar da bunu gerektirmişti. En azından bir son dakika faciası yok. Zaten ben o gün bu maçın oynanacağını unutmuş ve bu yüzden yurdun kafeteryasına gitmemiştim. Zaten maçtan önce yıllar sonra Fenerbahçe'ye Kadıköy'de yenilmiştik. Son dakika golümüz verilmemiş, başkan "PAF'la MAF'la çıkarız" tavırlarda. Yani maç öncesi motivasyonum zaten yoktu.

Maçın olduğunu geç de olsa hatırlayınca maçı odamda internetten takip etme kararını aldım. Bir yandan da bir ödev yapıyordum. Maçı açtığımda zaten durum 2-0'dı. "E, normal" diyip işime devam ettim. Ancak canlı anlatım sayfasına ne zaman baksam, yeni bir gol haberi var. Önce biraz üzülsem de belli bir noktadan sonra gülmeye başladım. Bana gelen alay mesajlarına, ben de gülerek cevap verdim. Bir rekor kırılırken, internette yorumları okuyup gülüyordum ve son düdükten sonra işime devam ettim.

2-1 kazandığımız Liverpool maçı ise benim için daha da önemli. O 6 kişilik 2. Erkek Yurdu'nun odasından çıkmak zaten benim için ayrı bir zevk. Maç Liverpool maçı olduğundan umutsuz ama odadan uzak olmaktan mutluydum. Bir de ne göreyim, Beşiktaş kendi sahasında bir hafta önce son dakikada kaçırdığı galibiyeti bu sefer iyi oynayarak alıyordu. Serdar Özkan'ın golü ile tüm kantin zıplarken kendimi tanımadıklarıma sarılma klişesinin tam içinde buluyordum.

Odaya döndüğümde ise "Tesadüfle mi yendik, nasıl oynadık?" sorusuna gururla "Ezerek yendik" cevabını verdim, ikide birde girilip çıkılan, ışığın asla kapanamadığı ve sesin bitmediği o odada belki de en güzel uykumu uyudum.

4. Chelsea - Beşiktaş 0-2

Yer: Lise yatakhanesi. O maçta içimde yaşadığım o sıkıntıyı, bir daha hiç bir maçta yaşamadım. 90 dakika öyle bir defans izledim ki, benzerini geçenlerde Barcelona-Inter maçında görebildim sadece. Sergen'in o iki golünde de kendimi kaybetmiştim. Oyundan çıkarken ise Sergen'in Ortaköy'den Beşiktaş'a yürüyen bir adam rahatlığında oyunu terk etmesi öyle kazındı ki beynime, hayatım bir gün film şeridi gibi geçerse gözümün önünden bu sahneyi de göreceğim herhalde. İlhan Mansız'ın gerizekalıca gördüğü kırmızı karta ise ölürken bile küfredebilirim.

3. Beşiktaş - Slavia Prag 4-2

Yine yurtta izlenen bir Beşiktaş maçı ve yine bir kahır. Bir sonra anlatacağım maç gibi yine ilk maçı deplasmanda 1-0 kaybetmişiz. Yurdun televizyon odasında abilerle beraber açıyoruz televizyonu. Beşiktaş sahada şov yapıyor, Beşiktaşlılar yurtta şov yapıyor. 4-0 olmuş maç boru mu? Ancak 3 gol yersek eleniriz.

E, bu takım Beşiktaş. Tabii ki de 10 dakikada 2 gol yiyoruz. Yine sarıyor bir Valerenga korkusu (bkz: Bir sonraki maç anısı). Prag'ın forvetlerine geçit yok derken son dakikada bir faul kullanıyor Prag ve gol. Yine yenen tırnaklar ve gözlerde hüzün derken ofsayt diyor hakem. Haksız bir karar ama kimin umrunda o sırada? Maç bitince sevinç yumağı oluyoruz. Ama genciz tabii kanımız kaynıyor. Çok sevdiğim bir Galatasaraylı arkadaşım "Hakemle aldınız" diyince kafam atıyor, indiriyorum sırtına yumruğu. Çocuk şaşırıyor, araya giriyorlar. Üzülüyorum yaptığım için ama sonunda UEFA'da çeyrek finaldeyiz. Daha ne olsun?

2. Beşiktaş - Valerenga 3-3

8-0 biten Liverpool maçı bu maçın yanında hiçbir şeydi. Toshack zamanı. Televole'nin en cancanlı günleri. Kadromuz sağlam: Şifo Mehmet, Oktay, Ertuğrul, Alpay, Rahim ve diğerleri. Buna rağmen ligde bir türlü başarı gelmiyor. UEFA'da ise 3. turdayız. Rakip Valerenga. Adı sanı duyulmamış bir takım. İlk maçta Norveç'te 1-0 yenilmişiz ama olur böyle şeyler. Sonuçta orası buz gibi bir Norveç kenti. Biz elbet burada işi bitiririz.

Canavar gibi de başlıyoruz maça. Daha ilk yarı sonunda skor 3-0. Çeyrek final kapıları ardına dek aralanmış. Ben hemen bir kağıda Beşiktaş amblemi çiziyorum büyükçe. Diyorum ki babama ve kardeşime "Şu cama asayım mı da gözüksün?". Onlar da sevinçli. Sanırım 65. dakikaya kadar bu skor korunuyor ama ikinci yarı pek bir defansif durumdayız. Sonra ise büyü bozuluyor ve 2 gol yiyoruz. Bu skor onları üst tura taşıyor. Ama yine de 20 dakikaya yakın zaman var. Bir gol yeter ama takım büyülenmiş gibi. 3. golü de yedikten sonra masal bitiyor.


Sonraki gün sabahçıyım. Zorla izin alıp izlediğim maç ise hayal kırıklığı. El yapımı bayrağı toplayıp, ağlayarak gidiyorum yatağa. Beşiktaş'ı ilk kez yakından tanıyorum. Yıllar sonra o gollerden birini atan John Carew'i ağırlıyoruz takımda. Tesadüfler.

1. Beşiktaş - Barcelona 3-0

Listenin bir numarasında tabii ki de bu maç var. Bir hafta önce Fenerbahçe'yi 3-0 hükmen yenmişiz - ki maç hükmen bitmese bile 3-0 yeniyorduk (Mustafa Denizli ve yabancı problemi). Okulda coşuyorum. 1 sene sonra bana ismi de Yahoo Messenger'dan farklı bir isimle yolladığı Fenerbahçe marşı ile beni kekleyip evi inletmeme sebep olacak arkadaşıma hava attığım günler.

Buna rağmen Barcelona maçını ümitsiz izlemeye başlıyorum ama İbrahim Üzülmez'in o baldan tatlı ortalarını, Ahmet Dursun'un gollerini, Pascal Nouma şovunu izleyip kendimden geçiyorum. Öyle ki Nihat'ın frikiği direkten dönmüş bense neredeyse gol olmadı diye ağlayacağım. Neden? Çünkü Barça'yı 4'leyememişiz. Evde bağırıyorum. Alt komşuyla aramız limoni. Annem uyarıyor ama dinleyen kim. Okula gidince ise yine arkadaşlara yapılan o malum el hareketleri.

Sonra İspanya'da 5-0 yenildik tabii ama o maçla ilgili hiçbir anı yok beynimde :)


Oyuncak

by 00:08:00

Yine bir politik kavga, kimi az kimi çok ama herkes suçlu. Biri dışında.

O Filistinli çocuklar, bugünü de gelecekleri umutsuz olarak bitirdiler. Bu çocukların eğitime göre ilgileri bölge ülkelere göre çok daha fazla Wikipedia'ya göre ama sonuç ne? Sürekli bir savaş halinde olmaya devam edecekler.

Umarım İsrail beni şaşırtır da o insani yardımın hepsini ulaştırır o çocuklara. "İlaçlarını keseyim, yemeği biraz az vereyim de sürünsünler, insafa gelsinler" demez. O çocuğun eli tankta fırlatacak taş yerine, uzak ülkelerden hediye edilmiş bir oyuncak tutar.

Muhammed al-Durrah'ı tanır mısın sen? Hani İsrail ve Filistin birbirine ateş ederken, babasının arkasına sığınmıştı. Yaşıtız Muhammed'le, ben 22 olmuşken, o hala 12 yaşında. Sonra bakıyorum etrafıma, Ruanda'da dili kesilmiş çocuklar görüyorum, Hindistan'da 80 yaşında adamlarla evlendirilen çocukları görüyorum, Irak'ta tecavüze uğramış çocukları görüyorum. Dünya, bu kadar yükü nasıl taşıyabiliyor hayret ediyorum.

Oyuncak arkadaşım, oyuncak. Ah bir ada olsa da yeşilin, mavinin kirletilmediği, hırsların olmadığı, en önemlisi çocukların oyuncaklarla oynadığı bir ada. Hayat ne garip, hayaller falan.
Blogger tarafından desteklenmektedir.