Kuru yük gemisi

by 00:49:00
"Leyla ile Mecnun"un bende özel bir yeri var. Divan Edebiyatı eseri olandan bahsetmioyorum tabii ki, televizyon dizisi olan. Ben de çoğu insan gibi Behzat Ç. ile ortak bölümü ile haberdar olup, Almanya'ya geldikten sonra "Şu diziyi çok bölük pörçük izledim, şöyle baştan bir alayım" demem ile hayranı oldum.

Adamlar öyle bir dünya yaratmışlar ki sıcacık. Çocukluğum geliyor aklıma. Hani evden çıkınca iki adım atınca bakkal olur, sokaklardan pek araba geçmez. Etrafta büyük siteler yoktur, 4-5 katlı apartmanlardan uzununu bulamazsın. Ben İstanbul'a akraba ziyaretine gittiğimde 12. kat gibi katların varlığını öğrendiğimde çok ama çok şaşırmıştım. Halen Edirne'de beşin üstünü göremem mesela.

İnsan büyüdükçe, evlerin kat sayıları artıyor. Süpermarket sayıları artıyor. Yollar büyüyor. Dertler büyüyor. Dizideki adamların ise öyle büyük dertleri yok. Bazılarının derdi sevda, bazıları iş bulma peşinde. Ancak hepsi mutlu. O yüzden sıcacık. İçimi karartan şeyler izlemeyi istemiyorum pek. Sanat, gerçek yaşamdan kaçıştır derler. Gerçek yaşam zaten bu kadar trajedi barındıyorken içerisinde, bir buçuk saat bu düzenden ayrılmak istiyorum. Bu dizide kötü adamlar hep kaybediyor ne yapsalar da. Kötü adamlar zaten o kadar da kötü olmuyorlar. Masal bu ya.

Şimdi ikinci sezonu devam etse de ben birinci sezonunu bitirdim kısa süre önce. Aslında adında ötürü ana konu aşk gibi gelse de öyle değil. Zaten öyle olsa izlemedim. Dizide en sıkıldığım zamanlar da konu aşk olduğu zamanlar (ki bunda kızımızın biraz donuk oyunculuğu çok etkili) İnsanların dostlukları çok sıcak. Otur, izle sıkılmadan. Çok absürt bir dizi olduğu için herkes kaldıramıyor. Umrumda değil.

Bir de İsmail Abi var ki bu dizide. Hiç gelmeyecek bir gemiyi bekleyen, hep saf, hep komik, hani o klişe tabirle hep çocuk kalmış bir adam. Bu kadar güldüğüm dizide 20 bölümde iki kez ağladım, dayanamadım. İkisinde de İsmail Abi vardı sahnede. Ancak o hiç ağlamıyordu. Adam mutlulukla anlatıyor acılarını, biz burada parçalanıyoruz. Hayatı bu adam gibi hafife alamıyoruz. O kadar yalnızlık ancak öyle geçer. 20 bölümdür giydiği o parıltılı, pullu, renkli kıyafetleri neden giydiğini söylediğinde içime yumruyu oturtmuştu. Gemiyi neden beklediğini söylediğinde hayatımda belki de ilk kez olan bir şey oldu. Normal normal izlerken diziyi, bir anda gözyaşı düştü masaya. Ancak genelde önce ağlayacak gibi olursun, sonra tutmaya çalışırsın, sonra boşanır ya gözlerinden. Bu sefer tak diye, bir anda. Çok acayipti.

Benim trajedim de böyle muhteşem bir bölümden sonra mutfağa gidince, "hey, how are you?" denmesi. Zar zor "fine" dedim. Benim içinde Türkçe fırtınalar kopuyor, dışarıya İngilizce cevap vermem lazım. Bu yüzden hep diyorum ya yabancı bir sevgilim olamaz diye. Leyla ile Mecnun hangi dildeyse, benim hayatı paylaşacağım kişi o dilde olacak. Başka yolu yok.

Ölümlerden ölüm beğenmek

by 16:36:00
Geçenlerde Facebook'uma bakarken yıllar önce saçma sapan ölümlerle ilgili bir yazı görüp, bir kısmını paylaşmış olduğumu farkettim. Şimdi de hazır ders çalışmama ara vermişken by normalde can sıkıcı olan konuyu biraz daha eğlenceli şekilde inceleyelim. Genel olarak wikipedia'ya bağlı kalacağım bu yazıda hem gülüp hem şaşıracağız.

Taylor Mitchell ile başlayayım bari yazıma. 1990 doğumlu gencecik bir şarkıcıymış kendisi. 2009 başında albümünü çıkartmış. Bir de benim çok sevdiğim Joan Baez'in "Diamonds and Rust"ını coverlamış. Ancak bir kaç ay sonra doğada gezerken kır kurtları tarafından saldırıya uğrayıp hayatını kaybetmiş. İşin üzücü tarafı kır kurtları tarafından öldürülen ikinci insan sadece. Hatta ilk yetişkin. Hayvanların yaptığı tek saldırı değil bu. Avustralya'da 9 haftalık bir bebek piknikte kaybolur. Aile bireyleri dingo tarzı bir köpeğin kızlarını kaçırdığını iddia eder. Ancak dingoların insana saldırmadığı da bilinmektedir. Anneyi hapse dahi atarlar. Aylar sonra kızın kıyafetleri bir dingo barınağının yanında bulununca anne serbest bırakılır. Ancak ne kız bulunabilmiş, ne de hayvanlar mı insanlar mı suçlu bilinememiş. Tabii bazen hayvanlar doğrudan suçlu olmuyorlar. 2011'de Kanadalı bir kadın ayı tarafından öldürülmüş. Ancak biraz farklı bir şekilde. Başka bir araç yoldan geçerken ayıya çarpmış, fırlayan ayı da hanım efendinin arabasının ön canımdan içeri girmiş ve hazin olaya neden olmuş.

Müzisyenlerden devam etmek gerekirse, 1970'lerde ünlü olan ELO grubunun elemanlarından birine değinmeden olmaz. Onunki trajik bir ölüm ve çok anlık. Karavanı ile mutlu mutlu gezerken, bir tepeden yuvarlanan 600 kiloluk büyük bir taş parçası arabaya çarpıp kendisinin ölümüne sebep olmuş.

Bazı müzisyenler ya da tiyatrocular, böyle ilginç bir şekilde değil de sahnede hayatını kaybetmiştir. Böylece "sahnede ölmek istiyorum" geyiği gerçek olur. 2003'te bir aktör mesela "Godot'yu Beklerken"i oynarken ölmüş. Sıkıntıdan mı diye baktım nedenine, kalp krizindenmiş. Bazıları da rolüne kendini kaptırıp ölüyor. 2000'de bir İtalyan aktör, asılma sahnesinde yanlışlıkla kendini gerçekten asmış. İnanılmaz.

Darwin Ödülleri vardır, bilenler bilir. Doğal seleksiyona sebep olduğu için, ilginç şekilde ölenlere ödül verilir. Acton Beale bu ödülü aldı mı bilmiyorum ama "planking" adı verilen, anlamsız bir şekilde yatar pozisyonda kalma sırasında hayatını kaybetmiş. Yatarak üstünden araba geçse bir nebze daha anlarım ama balkon kenarında bu hareketi yapmaya çalışırken, düşüp hayatını kaybetmiş. Yarışmalarda ölen çok insan var bu arada. Dünya Sauna Şampiyonası'nda bir Rus arkadaş 110 dereceli saunaya girmiş. Altınca dakikada hayatını kaybetmiş. Sonra bu şampiyonanın akıbetine baktım. 1999'dan 2010'a kadar süren yarışmalar bu ölümden sonra iptal edilmiş. Daha da şaka gibi olan durum şu ki, adam desteksiz çıkamadığı için diskalifiye edilmiş ve ölüme rağmen bir birinci belirlemişler.

Bazıları da hayatını kendisi sonlandırıyor. Mesela hapishanedeki bir adam kendini öldürmek için ilginç bir yol seçmiş. İmkansızlıklar içindeki adam o kadar kararlıymış ki nefes borusunu tuvalet kağıdı ile tıkamış. Bazıları ise daha mazoşist yöntemler bulmuş. Singapur'da bir hayvanat bahçesinde çalışan adam, bir kaplan kafesine girip, kaplanları sopa ile dürtmüş. En sonunda onları kızdıran adamın istediği olmuş ve kaplanlar kendisine saldırmış. Bazı intihar ise yardım ile oluyor. Mesela Craig Ewert artık hastalığına dayanamayınca yardım alarak intihar etmek istemiş. Ancak İngiltere'de bunun cezası 14 yıl olduğu için İsviçre'ye gitmiş. Son dört günü de belgesel olarak kayda alınmış. Kendisine barbiturat hazırlanan adam, onu içerek acısız bir ölüme uzanmış. Güzel de bir sözü var kendisinin; "Her gün yeni bir şeyler öğreniyorsun. Son gününde bile."

Peki insanı intihar etme noktasına ne getirir? Bir neden kadınlar olabilir. 2008'de James Mason hayatını kaybetmiş. Hem de bir kadın yüzünden. Karısı, kocasının egzersiz yapması gerektiği için, o yüzerken onu izliyormuş. Ancak adam yorulup, havuzdan çıkmak istemiş. Kadın ise daha değil diyerek reddetmiş. Hem de bir, iki kez değil tam 43 kere. En sonunda amcam kalp krizinden ölmüş. Hani Sims oynarken, adamını yüzdürürken havuzun merdivenini satıp, adamı ölene kadar yüzdürürdün ya. Aklıma o sahne geldi.

Kadınlar kadar tehlikeli bir başka şey de makinalar. Mesela havuzların o su boşaltım sistemlerinden dolayı çok fazla ölüm olmuş. Ya da herhangi bir makina kullanırken yapacağın herhangi bir hata ölümcül olabiliyor. Bu yüzden makinalar insanlara karşı temalı ütopik gelecek görüntüleri bana o kadar da fantastik gelmiyor.

Çok ilginç bir durum ise kendiliğinden yanma vakaları. Dünyada 200 civarında kez görülen bu vakalarda, çevrede yanıcı bir madde bulunamamış. Anlatması güç, adam yanıyor. Onun dışında sadece kıyafeti, oturduğu yer, belki tavanda yanma izi var, sadece o kadar. Bilimsel açıklaması tam olarak yok. Bazıları kesin başka nedenleri var diyor ve reddedenlerden biri de can alıcı bir soru soruyor; "Niye daha sık olmuyor o zaman? Neden yolda yürürken birden alev alan adam görmüyoruz?". Bazıları adam kalp krizi geçirmiştir, elindeki sigara üstüne düşüp yakmıştır diyor. (bkz: Canım Kardeşim) Öyle bir şey olur mu demeyin, insan vücudundaki yağ alevin devam etmeesi için enerji olarak kullanılabiliyormuş. Bazıları da insandaki statik elektrik, ya da radyasyon gibi nedenler sunuyorlar. En son Aralık 2010'da İrlanda'da bir amcam hayatını kaybetmiş.

Gülmekten ölmek diye bir şey de var gerçekten. Cem Yılmaz'a selam olsun. 1975'te amcamın biri dizi izlerken bir sahneye öyle gülmüş ki 25 dakika gülmesi devam etmiş. En sonunda da kalp krizini tetiklemiş ve hayatını kaybetmiş. Adamın eşi dizi yapımcılarına mektup gönderip, kocasının son anlarında mutlu olması nedeniyle teşekkür etmiş. 2003'te ise Tayland'da bir amcam uykusunda gülmeye başlamış. Artık rüyasında ne görmüş bilmiyorum ama hayra yoracak bir durum olmadığı kesin çünkü 2 dakika boyunca kesintisiz gülen ve uyanmayan adam kalp krizinden hayatını kaybetmiş. Millat önce yaşayan Yunan filozoflardan Hırisippos'un da eşşeğine şarap verdikten sonra incir yemesini izlerken gülmekten öldüğü söylenmektedir.

Peki ben en çok hangisini mi sevdim? Tabii ki 1814'te yaşanan ölümleri. Bir bira fabrikasında yaşanan çatlak nedeniyle bira sızmaya başlamış. Basınç ile çatlak büyümüş, diğer fıçıları da çatlatmış. En sonunda fabrikadan 1,470,000 litre bira akmaya başlamış. Etraftaki evlerin bodrum katları bira ile dolmuş. 8 kişi hayatını kaybetmiş. Bazıları boğularak ölmüş, bazılar da aldığı yaralardan ölmüş. Bir tanesi var, ki favorim kendisi, o da alkol zehirlenmesinden ölmüş. Herhalde bedava bira görünce dayanamadı saatlerce içti. Yalnız İngilizler'deki sisteme hayranım. Bütün ölenlerin adı ve yaşı kayıtlarda var. Yalan yok yani.

Daha çok değinecek ölüm var ama bugünlük bu kadar yeter sanırım.

Bir diktatöre veda

by 21:46:00
Bu günler haberleri takip ettiğimde yaşam ile ölüm arasında çizgisinde gidip geldim. Şimdiki konum Kaddafi olacak. Koskoca bir adamın çöküş öyküsüne biraz değineceğim.

1990'ların Türkiye'si

Kaddafi benim hayatıma Necmettin Erbakan'ı azarladığı çadır görüntüleriyle girmiş. Çok saçma günler yaşadık 1990'ların ortasında. Refah Partisi'nin seçim kazandığı yıllar. 1980 darbesi sonunda meyvesini vermişti. Millet kavramını din temelli hale getirmiş, imam hatipleri, kuran kurslarını yaygınlaştırmış, bu durum Sivas Katliamı ile tavana vurmuştu. Özal ile başlayan sağcı politikalar da bu yükselişe istemeden de desteği vermişti. "Benim memurum işini bilir" diye başlayan, "Anayasayı bir kere delsek ne çıkar" diye başlayan devlet dairelerinde rüşvet ve adaletsizlikler, "enflasyon canavarı" terimi, "devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de şereflidir" ile derin devlet övgüsü insanları var olan siyasi düzenden yeni bir umut olan Refah Partisi'ne yönlendirdi. "Dinci minci ama bunlar en azından haram para yemez" diye birinci parti çıkarttılar.

Yılmaz-Çiller ikilisinin başarısız koalisyon denemeleri sonucu Refah Partisi, Refahyol olarak yönetimi aldı. Küçük yaşımda bile değişimi görüyordum, korkuyordum. Sincan'da tanklar geçiyordu. Hizbullah adını ilk kez duyuyordum. Erbakan da Libya'ya gidiyordu, yanında da simsiyah bıyıklarıyla o zamanların genç ve cin gibi politikacısı Abdullah Gül ile.

Kaddafi ve Erbakan

Gümrük Birliği'ne girdik, artık Avrupalı'yız diye yetişmiş bir gençtim. Zaten futbolda da İngiltere ile Hollanda ile oynuyorduk. Şüphem yoktu yani. Ama Erbakan, rotayı Afrika'ya, Arabistan'a çevirmişti. Kaddafi, Erbakan'ı aldı çadırına, başladı saydırmaya. Beyaz saçlı, dede kıvamlı Erbakan, ellerini kavuşturmuş, "Biz dost milletiz ehe ehe" diye Umut Sarıkaya karikatürlerine dönüşmüştü. Halbuki Kaddafi öyle mi, hemen alıntılıyorum:

"Bu bölgede bu güneşin altında Kürt milleti de yerlerini almalıdır...Bizim düşmanımız olan siyonist İsrail ile 1949'dan beri ilişki içindesiniz. Bizim düşmanlığımız arttıkça sizin ilişkileriniz gelişiyor...Türkiye'nin geleceği NATO'da ABD üslerinde, Kürtlere eziyet çektirmekte değil, asaletinde ve geçmişindedir...Türkiye, I. Dünya Savaşı'ndan sonra iradesini kaybetti..."

Doğruluğu yanlışlığı tartışılır belki ama nezaket kavramlarına çok ters bir davranıştı. Ortalık karıştı. Post modern darbenin tetikleyicilerinden biri bile denebilir.

Deli ve zalim

Sonra büyüdük ve kocaman bir çılgın olduğunu öğrendik. Tek başına tüm emperyalizme kafa tutan, ABD karşıtı saldırılara finansman sağlayan bir adam. Güzelim Libya bayrağını sadece yeşil bir kumaş haline getirmişti. Yeşil Kitap'ında da - okumadım ama - İslamiyeti, sosyalizmi, komünizmi karıştırıp, kendi ideolojini yaratmıştı. İlginç bir karakterdi yani.

Lakin tarihsel bağların da etkisi olacak ki Berlusconi'yi çok severdi rahmetli. Birbirinden deli, birbirinden botokslu iki insan. İkisi de halk tarafından çok sevilmese de bir şekilde başta duran insanlar. Güzel güzel hatunları alıp, Kur'an dağıtmasıyla dikkat çekmişti son zamanlarında. Derste okuduğum makalelerden birini hiç unutmam "Her devletin ordusu vardır, Libya'da ordunun devleti var". O kadar da bireysel özgürlük karışıtı bir adamdı.

Ancak Kaddafi'yi Araplar pek sevmemiştir tarih boyunca. Lübnan sunumu için kitapları karıştırırken, Kaddafi de Ortadoğu'yu karıştırmak içni ikide birde burnunu sokuyordu. Musa al-Sadr'ı kaçırdı ve öldürdü. Sadr, Lübnan Şii'lerini örgütleyen, okumuş, felsefe ile ilgilenen dolu bir adamdı. Silahlı mücadele öncesi politika mücadeleyi savunuyordu. Libya'ya bir gün gitti ve kayboldu. Wikipedia'da ne güzel diyor öyle "bilinen sır". Neden yaptırdı acaba? Neden o coğrafyanın en uzun süren yöneticiliklerinden birine imza attı? Her zaman kendini öldüreceğini zannediyordum, tahminim tam olarak tutmasa da kaçıp gitmeyeceğini biliyordum. Deliydi çünkü.

Ölüm

Ama böyle bir ölümü kimseye yakıştıramam. Bir çok kişi yorumlamıştı Libya'nın bambaşka bir coğrafya olduğunu. Ama bu kadar vahşileceklerini hiç düşünemezdim. Bir çok video izledim konuyla ilgili, en son izlediğim en vurucusuydu. Kaddafi, daha yaşamakta. Yaşamak denirse eğer. Başı kanlar içinde, gözlerine geliyor. Gözlerine gelen kanı eliyle silip, eline bakıyor. Korkmakta. Elini uzatıyor bir şeyler anlatmaya çalışıyor, eline vuruyorlar. Sonra sahne değişiyor artık yatıyor Kaddafi, büyük ihtimalle ölmüş. Cep telefonuyla çekim yapan adam arada kendi suratına döndürüyor kamerayı gülümseyerek bağırıyor, "Allah uludur". Artık savunması kalmamış bir adamı döve döve (ya da vurarak) öldürmek sevap gibi, Allah'a sesleniyor. Arkadaşına, "bak ben de oradaydım" diye gösterecekmiş gibi gülüyor. O kadar duygusuzluk var suratında.

Sonra oğlunun da son görüntülerini izledim. Önce son anlarının fotoğraflarına baktım. Yakışıklıymış önceden. Burada ise iyice saç sakal birbirine karışmış, atleti kanlı, çömelmiş bir yere. Son sigarasını içiyor, sonra da uzanıyor. Son fotoğrafta artık cansız, gözleri aralık.

Anlamaya çalışıyorum Libyalı asileri, anlayamıyorum. Evet, yıllar boyu zulüm gördüler, belki anneleri bababalarını kaybettiler, belki düşündüklerini hiç yüksek sesle söyleyemediler, belki de arkadaşları o iç savaşta hayatını kaybetti. Belki yakaladıklarını saf bir şeytan olarak görüyorlardı. Ancak, ellerinde tutmak, sorgulamak, onları yaptıkları haksızlıklarla yüzleştirmek varken en ucuz yolu seçtiler. Medeniyet varken, insanın doğası kazandı yani.

Son

Kaddafi de gitti. Mübarek gibi değil Saddam misali öldü. Doğduğumuzdan beri adını duyduğumuz bir figürün adını artık güncel haberlerde o kadar duymayacağız. Libya için parlak bir gelecek göremiyorum ama hala. Etrafta onlara örnek olacak başka bir örnek ülke yok. Halk eğitimsiz, demokrasi bilinci yok. Kanlı bir rövanş için bekleyenler hep olacak.

Ve petrol, bu denklemin en büyük bilinmezi. Petrolün olduğu yerde yine demokrasi olmayacak her zaman ki gibi.

Zaman

by 23:41:00
Acı Vatan Mannheim'a geçtik diye 59RS'yi unuttum sanılmasın. Ancak insan yeni bir yerde hayata başlayınca, sadece onunla ilgili şeyler düşünüyor, onunla ilgili şeyler yazmak istiyor.

Ancak ben biraz zamandan bahsetmek istiyorum. 23 yaşındayım ve 24'e doğru yol alıyorum. Belki bu konularda ahkam kesmek için çok gencim ama, benim de kendi çapımda dolu dolu bir hayatım oldu. Bugün geçmiştan kalan resimlere bakıyordum. Önce Erasmus resimlerime baktım. Evet dedim, bunlar benim hayatımın en güzel günleri. Kafamda sorun yok, dersler tadında, şehir muhteşemdi.

Sonra biraz daha geriye gittim, üniversitenin ilk yıllarına. Bir anda Köln'ü unutup o günlere dönmek istedim. Yeni ve sıcak bir ortama adım attığım zamanlar. Saçlarımın uzun olduğu o güzel günler. Superdorm'da Ege ile kalıp, her gün gülümsediğim anlar. Hani herkes birbirine daha yakınken, bir kariyer bulma çabası üstümüze yapışmamışken.

Sonra daha bile geriye gittim, lise günlerine. Sil baştan. Bu sefer o zamanları özledim. Herkesin üniformalarının çizdiği sınırlardan bir şekilde kaçma çabalarını. Tüm okul önünde İbranice şarkı söyleme ya da peruklarla sahneye çıkma cesaretimizin olduğu, ÖSS gibi bir illetin üstünde dostça gelebildiğimiz, dağ başında, kendi distopyamızda yaşadığımız o günler.

Keşke bu kadar güzel günler geçirmeseydim dediğim bile oluyor. Keşke geçmişim oldukça silik ya da üzücü olsaydı da önümdeki günlere daha umutla tutanabilseydim. Bundan geliyor biraz vurdumduymaz oluşum. Geçmişte o kadar güzel yaşadıktan sonra geleceğe karşı tokluk hissi var.

İnsan uzanmak, geri dönmek istiyor o günlere. Dönemeyeceğini biliyorsun, daha da özlüyorsun. Sonra kalbinde bir acı. Geçiyor elbet, ama sadece bir süreliğine. Sonra ne bileyim, Almanya'da baktığın nehir birden Boğaziçi'ne dönüşebiliyor. Amerikan saç kesimli bir çocuk gördüğünde "bu ben miyim yoksa?" diyebiliyorsun.

Bazen Facebook'ta görünce uzun zamandır konuşmadığım dostlarımı, "dur kesme saçını", "sakın kilo verme", "gözlüklerin kalsın, lense başlama" diyorum. Sanki her zaman liseli kalacaklarmış gibi. Sanki ben de her zaman liseliymişim gibi.

E o zaman Sezen Aksu'dan gelsin. "Ah ne kahraman, ne cesur, ne güzel çocuklardık. Her yeni günü ümitle nasıl kucaklardık. Ah kaldırımlar biliyor, bir devir muhteşemdik. Güz güneşinden hüzünlü, ilk yazdan şendik."

Büyüme sancıları

by 22:43:00
Büyüme sancıları yaşıyorum. Hem de hiç tahmin etmediğim boyutlarda.

Her zaman bazı şeylere karşı sorumluluk hissetmişimdir. Zaman zaman gerekli şeylere, mesela kardeşime bakmak gibi. Ya da bazen çok saçma şeylerde sorumluluk hissederim. Mesela biri heyecanla, saçma sapan da olsa, bir şey anlatırken başkası konuyu değiştirecek gibi olur. Sorumluluğu üstüme alarak çocuğu dinlediğimi belli eder ve muhabbetin bitmemesine çabalarım.

Ancak hayatımdan her saniye geçtikçe, omzumdaki kendi dünyamın yükü gitgide ağırlaşıyor. Böylece binlerce metre hava olmak isteyen aklım yeryüzüne doğru iniyor. Hayallerim ve gerçek dünya arasındaki dengeyi sağlamak hiç de kolay değilmiş. Kontrolü kaybettiğim zamanlar da oluyor. Az hasarla büyümeye çalışıyorum.

Bugün Edirne'deyim. Belki de hayatımda ilk kez (Erasmus hariç) bir ay boyunca (hem de bir Temmuz ayı) memleketime uğramadım. Nasıl yapabilirdim ki? Geldiğimde ise bürokrasinin karşısında Don Kişotluk yaptım. Zaten hayatımın her anında bir Don Kişotluk yapma çabasındayım.

Her gri devlet binası, içinde bıkkınlığı barındırıyor. Sararmış, eskimiş posterler, tozlu fayanslar, solgun memurlar. İstediğin kadar önemli bir iş yaptığını düşün dışarıda, orada sadece elindeki belgesin. Halbuki çok şey istemiyorum, eğer kanlı canlı bir insansam, bana insan gibi davranılmasını istiyorum hepsi bu. Ve Almanya'ya gitmemdeki ana neden de bu zaten. İster devlet dairesine git, ister bir süpermarkete, belki çok sıcak olmasa da belli sınırların dışına asla çıkmayan bir muhabbet her zaman var.

Askerlik şubesinde komutanın gelmesiyle kafamda her zamanki gibi geçit yapan düşüncelerim dahi "hazır ol" konumuna geçti. Kendisi tecil kağıdımı imzalarken, gözüm masasının üstündeki Edirne Şehitleri kitabına gitti. Askerlik şubesinde insana şevk verecek en güzel şey olsa gerek. Aslında şaka bir yana, bütün felsefik sorgulamaları attığımda askerlik nedense ruhuma hitap ediyor. Hakiler giyip, düzenli antrenman yapma ve böylece çakı gibi olma, üç numara saç, kadın dırdırından uzak kalma ve hele mesleğin askerlik olunca uzanan orduevi şartları askerliğin gözümdeki avantajları. Ancak dezavantajları ve bu konudaki düşüncelerim küçük bir roman yazacak kadar çok olabilir.

Askerlik şubesinden çıkarken ise yürüyüşümün bir tören mangası şekline girmiş olduğunu fark ettim. Daha sonra da polise, nüfus müdürlüğüne, muhtarlığa derken günümü Türkiye Cumhuriyeti devletinin en baba organlarında dolaşıp bitirdim. Bu organlar nedense bana sindirim sistemini daha çok anımsatıyor. Özellikle neyim varsa alıp, üstüne üstlük babamdan yardım istemek durumunda kaldığım noter maceramdan sonra kendilerinin beni iyice bir sindiren kalın bağırsak olduğunu emin verdim. Çıkışta benim halimi de siz bu kelimeleri okuyanlara bırakıyorum.

Kışla revirinde kayıtlar askerin adı soyadı, askerlik numarası yanında "teşhis" yazar. beni muayene eden hemşire ablam tüm bu sorunlarımın nedenini kısaca buldu ve yazdı; "Teşhis: Asker". İnsanın içinden başka bir insan yaratan, aile bireylerini, özellikle annelerin yüreğini, dağlayan bir hastalık türü olsa gerek.

Dedim ya büyümenin sancılarını çekiyorum. Dünyaya geldiğimde sadece bir isimdim. Daha sonra abi oldum, lisede artık kendime bakma sorumluluğum vardı, başka başka sıfatlar kazandım. Kiracı oldum, Alamancı oldum, Mağdur oldum (bkz: hırsızlık), sevgili sıfatı taşıdım ara sıra. Her sıfat, farklı sorumluluk yükledi. En son da bu fotoğrafı çektim. Hem büyüdüğüm için gururlu, hem de yeni dertleri sırtlanacağım için dikkatliyim artık.

05082011(001)

Amy Amy Amy

by 22:45:00
Amy Winehouse'un ilk albümü kısa bir intro ile başlar. Bir caz band doğaçlama takılırken, Amy Winehouse anlamsız sesler mırıldanır. İşte benim için Amy budur, duru bir caz vokali. İsterse anlamlı hiçbir şey söylemesin, sesini duysan yeter. Ama Amy, diğer tüm boş popstarlardan farklı olarak her zaman anlamlı şeyler söyledi. Intro'dan gelen "Stronger Than Me" çok güzel bir şarkıdır mesela. Adam gibi bir adam aradığını oldukça espirili bir dille anlatır. Ve de o feminist vurgu yoktur. Sadece çocuk bakıcı olmak istemiyorum der kısaca.

Tamam ilk albüm güzeldir ama o Back to Black nasıl bir şeydir? Pop, caz, soul, r&b, hepsi bir arada kaynatılmış, muhteşem sözlerle bir başyapıt çıkmıştı. Hele Special Edition'daki reggae tarzı Monkey Man, You're Wondering Now gibi şarkıları evde az dinlememiştim. Albümün ilk 7 şarkısının birer hit olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim.

E ne oldu şimdi? Kalbi her zaman kırık bir kadın kurtuldu. Bir daha yeni bir eser duyamayacağım için bencilce bir hüznüm var ama onun kurtulmasına sevindim. "Back to Black"te dediği gibi yüzlerce kez ölmektense bir kere de gitti ve rahatladı.

Her zaman Amy Winehouse'u kendime yakın hissetmiştim. O umursamaz tavırları, benim yaşadığım ya da yaşamak istediğim bir hayatın varlığını bana gösteriyordu. Tabii ki de isterdim yaşasın ve keşke onu hiçbir zaman bir sedyede, ceset torbası içinde görmeseydim. Ama bazı hayatlar böyledir işte. Bazıları diyor ya keşke hiç bu işlere bulaşmasaydı da sesine yazık etmeseydi. Bu kız, o içindeki boşluk olmasa zaten Amy Winehouse olmazdı, o yüzden keşkelere de çok yer yok aslında.

Bir Amy Winehouse geçti hayatımızdan, kısa ve etkili. Belki fiziksel olarak hep olmasa da kendi ayakları üstünde duran ama hep sarılacak bir beden arayan kız. Ses verdiği her nota ve her kelime için minnettarım ona.

Gençlik yılları, müzik ve anılar

by 21:11:00
Yaptığım şeylerden biri, en abuk kağıt parçasına ya da başka bir objeye gereksiz bir bağ kurmam. Uzun süre evimde saçma sapan,başkalarının çöp diye nitelendirdiği şeyler bulundu. Ancak anılarımı böyle koruyorum ben. Aynı bağ müzisyenlerle da aramda bulunmakta. Bu yüzden benimle bazı konserlere gitmek sabır işi.

Mesela bulunduğum Marilyn Manson konserinde az daha ağlayacaktım ben. Etrafta o kadar acayip tip kendinden geçmiş gibi zıplarken ben "yok yok gözüme bişi kaçtı" modundaydım. Şöyle özetleyeyim, hayatım-müzik=sıfıra yakın bir değer. Müzik dinlemek, müzik hakkında okumak, konser DVDsi izlemek, canlı izlemek ve tabii ki gitar çalmak. Marilyn Manson da benim bu hayatımı yaratan isimlerden biri. Her ne kadar son dönem çalışmalarını oldukça vasat bulsam da hala eski şarkılarının bazıları içimi kıpırdatır.

Evet, konserinde az kalsın ağlayacağım adam bu
Gerçi genel olarak gençlikte bağ kurulan müzisyenlerle insanın arasında öyle bir bağ kuruluyor tabii ki. Mesela Dream Theater için de öyle düşünüyorum. Dinlediğim dönemdeki her işleri bir "masterpiece" gelirken, son albümleri oldukça vasat geliyor. Aslında öncekiler de vasat olup, ancak gençliğini onlarla geçirip, anılar biriktirdiğin öyle hissediyor olabilirsin. Şu an kendi önermemi çürütecek bir örnek getiremedim aklıma.

Bu nedenle Marilyn Manson, sahnede "Coma White"ı söylerken, millet kendi içindeki mutsuzluğu, nefreti haykırıp kendisine eşlik ederken, benim yüzümde aptal bir gülümseme yerleşmişti. Hemen aklıma Blue Jean dergisinin verdiği Marilyn Manson video klip CD'si gelmişti. (yıl 2000) O zaman vurulduğum adamı, daha sonra daha da iyi anladım, tuttu elimden beni büyüttü ve yıl 2009 olup canlı gördüğümde de gözümün önüne o ergen çocuk geldi.

Dünkü Bon Jovi konserinde de aynı hisleri hissettim. Crossroads CD'nin korsan bir basımını alıp tüm hitleri ezberleyip, Crush albümü ile Bon Jovi'ye hayran bir genç olmuştum. Ancak 2003'te çıkardıkları Bounce oldukça tırt bir single'la çıkınca (valla ben büyüdüm ve değiştim diye değil, adamların satışlarına ve o albümden kaç şarkı çalıp çalmadığına bakın) ben ve Bon Jovi'nin yolları erken ayrılmıştı.

Dünkü konser öncesi, setlist taraması yaparken, biraz kıyıda köşede kalmış bir Bon Jovi şarkısının çıkıp çıkmayacağı konusunda emin olamamıştım. Ancak "Someday I'll Be Saturday Night"ın girişiyle beraber yine gözlerim doldu ve bağıra çağıra şarkıya eşlik ettim. Hani bir yönetmen olsam, kendi çocukluğuma sarılıp zıplama sahnesi çekerdim.

Burada 2000 yılındaki ben'e sesleniyorum; Merak etme, her şey az çok istediğin gibi gidiyor buralarda. Saçımı Kurt Cobain'e özenip kırmızı yapamasam da bir kostüm balosunda mor tonlara boyadım. Ancak uzun saç maalesef tahmin ettiğin gibi kalamıyor kafada, çok dökülüyor çünkü. Değil İstanbul'u, başka başka ülkeler fethettin. Aklın kalmasın lütfen, çünkü her hareketimde senin hayallerini gerçekleştirmeye çalışıyorum. Hiçbir zaman aklımdan çıkmıyorsun.

Sevgilerimle

Şike soruşturması

by 11:05:00
Pazar gününden beri şike iddialarını ilgiyle takip ediyorum. Çok kapsamlı, üstünde çok konuşulacak bir konu. Ben de bu konuda düşüncelerimi paylaşmak istiyorum. Hem de uzun uzun

Ben ve Fenerbahçe

Fenerbahçeliler her zaman ülkenin geri kalanın kendilerinden nefret ettiğini iddia ederler bildiğiniz gibi. Aslında iyi bir Beşiktaşlı olan ben, Fenerbahçe'yi Galatasaray'dan daha sıcak bulmaktay(d)ım. Bunda Adnan Polat'ı ve açıklamalarını sevmemem, 8-0 Ankaragücü muhabbeti, her Fenerbahçe maçı öncesi Galatasaray'ın büyük iddialarda bulunması ve sonucunda aldıkları hezimetler vs. gibi nedenler var. Bu son 10-15 senelik periyotta ise Fenerbahçe ile ilgili çok büyük bir sıkıntı hissetmedim. Özellikle son seneler Aziz Yıldırım'ın daha sakin ve akıllıca hamleler yapması, amatör branşlarda kazandıkları başarılar bu saygıyı bende uyandırdı. Sevmediğim yönleri yok mu takımın? Tabii ki var ve bunlara ara ara değineceğim.

Son olarak 1995-96 sezonunda Beşiktaş'ın kötü gidişi yüzünden "bırakıyorum Beşiktaş'ı, Fenerli olucam" dedikten sonra aldığım tepkiden sonra Beşiktaş'a dönmüşlüğüm vardır. Bir de Sevilla, Chelsea diye giden Şampiyonlar Ligi macerasında adeta bir Fenerbahçeli gibi sevinmişliğim de vardır, bilinsin.


Fenerbahçe taraftarı

Fenerbahçe kulübüne sempatim olsa da Fenerbahçe taraftarıyla ilgili bir sıkıntım olduğunu belirtmek istiyorum. Nedense, benim Fenerbahçe hakkında bir şeyler yazıyor olmam bile bir kısım taraftara dert olabilir. Çünkü Fenerbahçelilerin "Fenerbahçe Cumhuriyeti" kavramında yabancılara pek yer yoktur. Galatasaraylı olsam, "Siz önce kümede kalın da öyle konuşun", bir Beşiktaşlı olarak da "Önce 17'de 17 yapın da" tepkisi alabilirim.

Fenerbahçe taraftarının en sevdiğim yönü takımlarını gerçekten seviyor olmaları: neredeyse herkesin Fenerium'dan orijinal forma alması, Şükrü Saraçoğlu'nu doldurması vs. Tabii Fenerbahçe'nin daha zengin bir kitleye hitap ettiğini ve yüksek gelirin bunları doğurduğu da iddia edilebilir. Ne olursa olsun çok büyük bir başarı. Ancak fazla sevgi de gözü kör ediyor. Bunu kız-erkek ilişkilerinde de görüyorsun taraftar-kulüpte de. Fenerbahçe'ye her eleştiri büyük bir tehdit, karalama kampanyası olarak algılanıyor. Fenerbahçe'nin büyüklüğü hakkında yazılan İslam Çupi yazısı - ki güzel de bir yazıdır - tabulaştırılıyor. Hani Türkiye'nin kuruluşu hakkında bir eleştiri anında, "Be Hey Dürzü, sen yine doğardın ama anan kimdi bilmezsin şerefsiz" diye devam eden şiiri yapıştırmak dışında fikir üretemeyen insanlar vardır ya, "Fenerbahçe şöyledir böyledir" diyince hemen cevap gelir; "Fenerbahçe'nin büyüklüğü kupa büyüklüğü değildir, öyle bir büyüklüktür ki adı konamaz".


Kendini büyük görmeyi de bir yere kadar anlarım ama diğer takımları aşağılama hakkını nereden kazandıklarını anlayamam. Hani statta Beşiktaş maçı öncesi "İt-aat et" yazıp, it kısmını siyah beyaz yapma, statta dağıtılan balonlarda siyah-beyaz bir köpeğin şampiyonluk yazan bir kemik hayal etmesi gibi şeyler yaptıktan sonra "neden kimse bizi sevmiyor?", "Türkiye'nin 3/4'üne kapak olsun", "1907>1905, 1/4>3/4" falan filan.

Son olarak "bukalemun"luğa da bir şey diyeyim. Fenerbahçe ve Trabzonspor arasından Trabzonspor'u, Fenerbahçe ve Bursaspor arasından Bursaspor'u tuttuğum için bukalemunluk ile itham ediliyorum. Fenerbahçe ve Galatasaray ikilisinde ise Fenerbahçe'yi tercih edince ise kardeş oluyorum. Niye? Peki geçen sene "Bursa'dan gol haberi" gelince niye Fenerbahçeliler, Beşiktaş diye bağırdı ki o zaman? Peki Galatasaray ve Eskişehirspor şampiyonluğa oynarsa bir gün Fenerbahçeliler kimi destekleyecek? Biliyorum ki onlar "bizi ilgilendirmez, biz Fenerbahçeliyiz" diyecekler, ancak şampiyonluğu belirleyen bir Galatasaray-Eskişehirspor maçında Eses'in attığı golde havaya ilk zıplayan onlar olacak. Sonra geçmişte yediğin hurmalar hesabı olmasın derim ben.

Büyük başkan?

Kulübünü seversin, kulübünü yönettiği için başkanını da seversin. Bunlarda sorun yok. Aziz Yıldırım da bu son soruşturmaya kadar oyunu kurallarına göre oynayan bir adamdı. Yukarıda Fenerbahçe'yi sevme nedenlerimin çoğunu yaratan adamdır, o yüzden saygım vardır. 5 dalda 5 şampiyonluk büyük bir başarıdır. Yabancı sınırlaması karşıtı duruşunu severim, kafasına göre yönetilen Türk futbol kulüplerine adam gibi bir sistem ile örnek olmasını severim, r'leri söyleyemiyor diye "fenevbahçe" ya da "azize" diyenlerden de nefret ederim.

Ancak Aziz Yıldırım dokunulmaz değil ve Aziz Yıldırım'ı eleştirmeniz sizden bir şey kaybettirmez Fenerbahçeli dostlarım. Gelin 1999'a geri dönelim, Pendik maçından sonra Rüştü Reçber'i dövdürülmesi olayında adı geçen bu adam ve şimdinin Sivasspor başkanı olup, yolları nezarethanede kesişen Mecnun Otyakmaz. Emri alan taraftar gitti Rüştü'yü dövdü. Tüm suçlu Rüştü müydü, yoksa yönetimin başarısızlığı Rüştü'ye mi yıkılmıştı? Pendik yenilgisi kesinlikle Fenerbahçe yönetiminin suçuydu. 1990'ların sonunda sezonda 3-4 hoca değiştiren, Oulare, Simao, Preko gibi abuk sabuk yabancıları toplayan, genellikle Avrupa'ya bile gidemeyen takım Fenerbahçe değil miydi? Ancak olayların üstü bir şekilde örtüldü.

Kendisinin başarısızlık örtmek için istifa edip dönmesini de eleştiririm. Galatasaray şampiyon olduktan sonra "gidiyorum ben" diye dikkatleri şampiyon takımdan çekmeye çalışmıştı kendisi. Ama benim bunu eleştirmeme Fenerbahçe taraftarı nedense izin vermiyor. Ekşisözlük'te "Süleyman Seba, Özhan Canaydın, Aziz Yıldırım" başlığına "hepsi istifa etmiş ama birisi birden fazla istifa etmesine rağmen gitmemiştir." tarzı bir şey yazdığım anda taraftarlar hemen "kötü" butonuna basılıyor. Geçen sene Bursaspor şampiyonluğundan sonra bu sefer istifa etmemişti belki ama bu sefer de Rüştü'ye gönderme yaptığı önemli bir basın açıklamasıyla dikkatleri kendi üstüne çekmişti.

Şimdi şike döneminde kendisini eleştirenlere de büyük tepki var; "Büyük başkan o!" Ben masumiyet karinesi nedeniyle kendisini suçlamaya karşıyım. Ancak medyada çıkan suçlamalar, belgeler vs. gerçek ise o zaman kalmaz "büyük başkanlık". Halen sanal ortamda "şike de yapsa o bizim başkanımız, başkaları sanki yapmıyor şike" diyen az da olsa yine de dikkat çeken bir taraftar kitlesi var. Yapmayın, etmeyin.

Fenerbahçeli yorumcular

Neden bilmiyorum ama Fenerbahçeli yorumcuların fanatikliği de korkunç boyutlarda. Meriç Tunca diye bir adam var mesela. "Fenerbahçe'nin alt lige düşürülmesi diğer kulüplere de zarar , bunu kimse göze alamaz" diyor. Akil adam bunu nasıl söyleyebilir? Ogün Altıparmak dün CNNTürk'e çıktı, "Güneydoğu'da dönen kaçak paralar yakalanmıyor, şike paraları yakalanıyor." diye hem yanlışlıkla şikeyi kabul etti, hem de ötekiler - ki konu futbol değil - yakalanmayor diye akılalmaz bir açıklama yöntemi kullandı. "Trabzonlular sıkıysa Bursa meydana gelsin" diye holigan söyleminde bulunan Fenerbahçeli Lube Ayar da dün Beşiktaş'a saydırmış. Ercan Saatçi desen Hürriyet'te İbrahim Akın nedeniyle Beşiktaş'ı işe katmaya çalışmış.


Anlaşılamayan bir panik ve sirk ortamı var. "Gereği yapılsın" diye yorumcu kesimi o kadar azken onlar da "Ama diğer takımlar da bıkbıkbık" diye bir normalleme, savunma moduna geçiyorlar. Bence de öteki takımlara da bakılsın, Beşiktaş varsa bu sirkte Beşiktaş da küme düşürülsün hiç farketmez. Sergen Yalçın benim gözümde "Büyük futbolcu" değildir, yeteneklidir, komiktir ama efsane olamaz çünkü karınlık bir tarafı vardır. Sinan Engin'i takıma bir şekilde dahil edeni de eleştiririm. Bunlar bünyemizde şikeye başvurursa onlardan kurtulmak üzere küme de düşerim. Bu olgunluk neden kocaman kocaman futbol kariyerleri olmuş şimdinin yorumcularında yok. Bu gözlere inen perde nedir? Niye Galatasaray'ın yaptığı bir tribün şovuna "sarı, kırmızı, yeşil renkler var hmmm PKK mı acaba?" yorumunda bulunan bir Fenerbahçeli çıkıyor. "Ercan Saatçi'yi kimse sallamıyor ki" diyor olabilirsin ama neden Selçuk Yula, Meriç Tunca hep Fenerbahçeli. Hepsi futboldan anlamayan sadece fanatik adamlarsa bunlar kimin sayesinde Fenerbahçe'yi medyada temsil ediyor? NTV Spor şike haberini verirken neden "Eskişehirspor'lu Ümit Karan" yerine "eski Galatasaraylı Ümit Karan" diye haber yapıyor?

Sonuç

Şike soruşturması çok önemli. Türk futbolundan bir türlü alamadığım tadı artık almak istiyorum ben. Her maç sonrası "abi x'in kalecisi yattı, kesin şike var" muhabbeti duymak istemiyorum. Varsa bir şike "Büyük Başkan"a da dokunsunlar, Fenerbahçe'yi de küme düşürsünler. Fenerbahçe'nin büyüklüğü İslam Çupi'nin dediği gibi kupa büyüklüğü değildir gerçekten de. Türkiye futbolundaki asalaklardan kurtulacaksak, Fenerbahçe Bank Asya'da da oynasın ve bileğinin hakkıyla geri dönsün Süper Lig'e. Zaten Galatasaray ile başbaşa bir sezon geçirmeyi istemiyorum ben :)


PS: Dün bizim çocuklara da söyledim, memlekette güzel şeyler de oluyor ama keşke her konuda böyle önemli soruşturmalar olsa. Hükümet cemaate yakın diye "Ergenekon", Zekeriya Öz, Galatasaray'lı diye (tabii ki tek nedeni bu değildir ama tesadüf müdür ki?) "Şike soruşturması" başlatıyor. Lakin, keşke karşı tarafın da yargılanabileceği KPSS, Deniz Feneri gibi konular için de böyle kapsamlı soruşturmalar yapılsa ve toptan rahatlasa bu ülke.

Cebrail midir nedir

by 00:40:00
Staj görüşmesinden çıkıp evin oradaki parkta biraz düşüneyim diye oturdum. Parkımı çok seviyorum bu arada. Gündüzleri dedeler oturur, meyve aromalı gazoz içerler (reklam olmasın). Akşamları genç erkekler, kapalı kız arkadaşlarını getirirler. Bir gün akşam üstü tam önümde polisler inmişti. Hızlıca arabadan inip ikisi bana doğru gelirken, şöyle bir bakıp, arabaya geri binip gitmişlerdi. Öyle garip bir yer anlayacağınız. Seviyorum yani.

Neyse kafamda halen "Ya master işi olmazsa?" sorusu var ve düşünüyorum tabii. Olmazsa işe mi girmek lazım, stajlara mı devam etmeli gibi şeyler. Tabii dünyamda bir tek ben olsam o kadar sorun değil. Ancak insanların (ki bunlar aile bireyleri oluyor) benden beklentileri ve benim o insanlara vermem gereken şeyler aklımın etrafında dönüyor. Yine böyle kara kara düşünürken bir ses "Bak, master'a git sen, iş her zaman bulursun ama master kolay bulunmaz" dedi. Aklım başımdan gitti. Bir an sonunda yeteri kadar delirdiğimi düşündüm. Ama delirememişim. Çünkü arkamı dönmemle, bir banka yayılmış, sakallı amcayı görmem bir oldu. Hemen caminin önünde, belli ki namazdan çıkmış dinleniyor. Hani tipini görsen; "Memleket iyiye gidiyor elhamdilulah" der tipi var ama adam master falan diyor.

Bana ilahi bir mesaj olarak algılayıp hayatımı öyle şekillendirmek isterdim de 75. Yıl Parkı yanındaki camiinin önündeki banka yatağa yatar pozisyonda uzanıp Amerika'daki masterlardan bahseden bir sakallı dini bütün amcanın büyük ihtimalle yeğenine verdiği tavsiyelerle hayatımın kararını verdiğimi kimseye açıklayamam. Halbuki içimden geleni dile vurmuştu. Hayat vallahi garip.

Kürkçü dükkanı

by 23:37:00
Bandista dinleyerek kendi çapımda büyümemi protesto ediyorum. Halbuki Google Chrome'un sekmeleriJPMorgan Chase hakkında bilgilerle dolu. Bu gerekli çünkü hayallerim gerçekleşecek diye bir realite yok bu hayatta. Elde her zaman bir B planı bulunmalı.

Uzun zamandır içimde bir sıkıntı çiçeği büyüyüp duruyor. Çünkü ben de büyüyorum ister istemez. Birler basamağı büyüdükçe bir kadeh şarap daha. Bugün evin çeşitli yerlerinde oturdum, açtım kitabımı okudum, bir ara koltuğun üstünde uyuyakalmışım. Ara ara şarkı söyledim. Bir günü daha geçirdim.

Sabah yine okula gideceğim, öğlen traş olacağım. Yine otobüsün en arka sırasına oturmaya çalışacağım. Kafamda Bandista çalmaya devam ederken ben bir plaza yoluna düşmüş olacağım. Akşam ne yaparım bilmiyorum da gece yine evde bir köşeye çökmüş, yarı uykulu oturacağım. Besbelli bir son.

Yazları böyledir işte benim için. Boş ev, bol müzik, ara sıra alkol, yalnızlık. Her yaz, eksiksiz. Asla üzülmüyorum ama bu sefer Eylül'de dönecek bir evim yok. Kürkçü dükkanına dönecek olduğunu bilirsen istediğin kadar özgürlüğünü yaşarsın. Kürkçü dükkanını patlattılar ise kafası kesilmiş bir tavuk gibi kalırsın işte.

Haziran 2011

by 00:56:00
Haziran 2007'nin bir gün geleceği gerçeği bana her zaman ilginç gelmişken Haziran 2011 geldi çattı. Garip bir hüzün çöküyor üstüme bu gerçek aklıma geldikçe. 4 senede o kadar çok şey değişti ki hayatımda. Öz olarak aynı kalsam da çok güzel şeyler gördüm, çok güzel şeyler yaşadım, çok güzel şeyler yedim içtim ve şimdiki halime ulaştım. Lakin ki şimdi de gelecek belirsiz. Gelmesi beklenen de bir gün yok şu an için hayatımın önünde. Garip bir duyguymuş. Kanatlarını açması gereken bir kuş gibiyim. Yarın bari kütüphaneye gideyim, sonra da amaçsızca dolaşayım azıcık okulda. Her taşında ayrı bir anı canlansın gözümde. Sonra da "yuvarlanıp gidiyoruz" moduma geri döneyim.

Bozcaada

by 23:04:00
24 saatte 1,5 paper yazmış ve bir sınava hazırlanmaya başlamış biri olarak gönül rahatlığı ile blog'uma bir giriş yapma hakkı kazandığıma inanıyorum. Bu yazıda Bozcaada ve bana hissettirdiklerine değineceğiz.

Her türlü adanın hastası olduğumu belirterek başlayayım söze. İster Bozcaada olsun, ister Büyükada olsun, isterse Kos olsun, üşengeç adam gitmez zaten oralara, çünkü feribot saati yakalamak, gitmek için erken kalkmak falan gerekir. Bu sayede bir kısım insan eleniyor ve gerçekten orada olmak isteyenler adaya gidiyor.

Bozcaada güzel bir yer diye bütün yazıyı özetleyeyim. "Bu bilgi bana yeter, eyvallah" diyen arkadaşlarımı gözlerinden öperek sözlerime devam ediyorum.

Küçücük bir yer kendisi. Bir tepesinde çıksan neredeyse her yerini görüyorsun zaten. Bir ucunda küçük küçük evler, kafeler, tekneler var. Diğer ucunda kocaman rüzgar gülleri. Arası ile komple yeşillik, komple bağ. Küçük olması nedeniyle birden fazla gün geçirdiğinde oranın yerlisi gibi hissedebiliyorsun kendini. Böylece "günübirlikçi" tayfaya sinir olabiliyorsun hemen. Ama böyle hissediyorsan demek ki tam anlamıyla yerli olamamışsın çünkü benim gördüğüm esnaf tayfası (ki orada yaşıyorsan bankacı falan değil kafe sahibi, bağ sahibi gibi kişilerdensindir) hepsi pamuk gibi insanlar.

Her kafede, restoranda alkol olması çok güzel. Kebap yerken bile şarap içen insanlar var. Çok fazla sarhoş da görmedim. Sadece bir kez tuzluğa şarkı söyleyen bir amcam ile şarap dükkanı önüne kusarak izini bırakmış meçhul bir insana denk geldim. Şarap ne güzel bir şey. En dandiğini bile seviyorum. Sadece bir kez içemediğim bir şaraba denk gelmiştim lisede o da 2 tl mi neydi. Terasın olacak, hafif rüzgarla şarap içeceksin, güzel bir müzik çalacak, çok da güzel olacak. Bir adaya kalbimi ısıtan biri olmadan gittiğimde biraz eksik kalıyor bu yüzden. Her adanın vazgeçilmezi olan tatlı kedilerden de çok var burada.

Aslında bir de bisiklet olacak, vuracaksın kendini yollara, arabaya pek de gerek yok tepelere çıkmadıkça. Ayazma plajı kumlu, taşsız, kendi halinde. İnsan sayısı elbette yazın özellikle çoktur tabii ama sezon öncesi ya da sonrası gitsen minimalist takılırsın. Deniz çok soğuk(tu). Çivi gibi deniz sevenler için ideal. Yukarıda restoranda al biranı iç, denize gir, çık, bir daha iç.

Ezine peynirine hep bayılmışımdır. Burada da peynirin hası var, şarabın güzeli var. Bir uyum ki sorma gitsin. Her şey orada var, anlayacağın. Senden sadece bir kaç dostunu alıp gitmeni bekliyor. Ancak sevgilini de takarsan koluna daha bir bal olur herhalde. Bunu listeme aldım şimdiden.

Bir gün güzel bir evinde, kendi mezemi ve balığımı (kasapları biraz hayal kırıklığı oldu kendilerinin) yapıp, terasında yemek istiyorum. Kapım da herkese hazır olacaktır, merak etmeyin.

Ruh halimin bir güncellemesi

by 23:53:00
Yine bir bilinç akışı tekniği ile netbookumu yatağımın üstüne aldım. Değinmek istediğim belirli bir konu yok, yalnızca bir şeyler yazmak istedim hepsi bu. Hala kapalı bir Mayıs ayı yaşıyoruz. Güneşli ve mutlu bir güne uyanma hayallerim üstüste suya düşmekte. Bu tür havalarda aklım başımdan gider, bugün yaptığım gibi şemsiyeyi bir yerlerde unuturum.

Üç hafta sonra okul bitecek ancak ne yalan söyleyeyim, çok da bir şey hissetmiyorum. Sadece "4 senelik görevimi yaptım" duygusu var, sadece bu kadar. Bazen pazar günleri evde çalışabilecekken kütüphaneye gidiyorum, ki aslında kütüphanede çok çalışacağımdan değil bu. Boğaziçi'ni görmek istiyorum, kuzey kampüs olsa bile. İleride de böyle ara sıra uğrayacağım gibi geliyor bana. O yüzden bir ayrılık hissi yok. Bizim çocukları da görürüm elbet bir şekilde. Gerçi Almanya master işi olursa bu da mümkün değil. Olmazsa - ki bu konuda karamsarım - ne olacağını bilmiyorum. O yüzden bir bıkkınlık var üstümde, hava da kötü zaten. Son haftaları biraz daha huzurlu geçirmeyi tercih ederdim.

Lübnan'ın hiakyesini değişik kaynaklardan okurken, Latife Tekin'in bir romanını da arada bitirdim. Kendi hikayemi de bir şekilde yazmaya çalışıyorum. İyi bir yazar olup olmadığım orada ortaya çıkacak da sıkıcı bir ders kitabı olmasın istiyorum. Bakalım nereye gideceğiz.

Hüseyin ve Damla'nın heyecan verici hikâyesi

by 23:10:00
Maillerimde bir şey ararken Ekim 2006'da yazdığım bir hikayeye denk geldim. Ee blog'a atalım da bir daha kaybolmasın gözümün önünden. Mendillerinizi yanınızdan ayırmayın lütfen:

-------------------

Hüseyin'in arkadaşları konuşuyorlardı;
"Şşt aga, Hüseyin'i gördünüz mü bu günlerde?"
"Gördüm be, ama konuşmuyü bizimle."
"Ya bi anlatsa anlayacaz."
"Aga adam bi garip oldu ya, neyse bırak kızanı kendine haline."
Ve çocuklar oyunlarına geri döndüler

Hüseyin tuvalete girdi, her ortaokullu çocuğun giymek zorunda olduğu ama giymediği o siyah ceketi annesine ütületmişti. Ayna karşısında kendine çeki düzen verdi. Manavdan rica ettiği limonu çıkardı. Çakısıyla ikiye böldü ve limonu saçlarına sürdü. Şimdi fiyakalı olmuştu işte. Dik saçlarıyla aynaya baktı. Kalın kaşları, yeni çıkan siyah bıyıkları, esmer yüzü ile üstündeki siyah ceket çok yakışıyordu. Gülümsedi kendine. "Amma yakışıklısın be Hüseyin aga" dedi kendine, tuvaletten çıktı.

Okul bahçesinden geçerken arkadaşları bağırmaya başladı;
"Lan artist bu ne hal."
"Ya bırakın şu piçi, herif şehirli zannetti kendini, afra tafra yapiyü bize"
"Abe nereye gidersin büle? Gacılara mı güzel görünecen"
"Hehe sütoğlanı!!"

Ve daha bir çok hakaret, Hüseyin biraz kırıldı ama bugün hiçbir şey moralini bozamazdı. Hem onlar daha ne anlardı aşktan. Uzun zamandır onların yaptığı erkek kokan kız muhabbetlerine katılmıyordu. "Bugün bitecek artık" dedi. Cebinden kırık aynasını çıkıp bir daha baktı kendisine.
Günlerdir uzaktan izlediği eve doğru ilerledi. Babasının çalıştığı ayçiçeği tarlasının yanınadaki boş araziye yıllar önce bir ev yapmıştı şehirliler. Bütün köy ahalisi heyecanla bekliyorlardı bu evi ve sahiplerini. Bu bahar bitmişti ve mayıs ayının bir güzel gününde aile gelmişti. Dışarıda sallanan sandalyesinde gazete okuyan baba, hamakta tüm gün yatan bir anne, evin hizmetçisi. Okul sonrası babası ile ayçiçeklerin kafalarını toplayan Hüseyin de heyecanla izliyordu şehir aileleri. Özenmiyor da değildi. İşte o sıcak mayıs günü görmüştü Damla'yı. Kısa eteğiyle balkona çıkmış, gerinmiş ve uzaklara bakmıştı. Daha önce çıplak kadın bacağı görmemiş Hüseyin için bu bir şok etkisi yaratmıştı. Esmer köy kızlarının yanında saçları sarıya boyalı Damla onu etkilemişti. Hüseyin okuldan kaçıp kaçıp oraya gelip, azıcık bile olsa o kızı görmek istiyordu. Her köy çocuğunun gururla anlattığı terli ve ıslak gece hayallerini bile bırakmıştı.

O gün de en şık halini aldı ve uzağa oturup bekledi. İşte Damla yine balkona çıkmıştı. Sarı saçları ara sıra esen hafif meltemlerle dalgalanıyor ve Hüseyin ona her saniye daha aşık oluyordu. Gizlice bahçeye girdi, baba ve anne, ikisi de uyuyakalmıştı. Bu sırada Damla da içeri girdi. Hüseyin ne yapması gerektiğini bulamadı. Koşup okul çantasını aldı ve defterinin ortasından kopardı. Ailesi bunu görse ona kızardı çünkü defterini iki senedir kullanıyordu ve defteri olması onun için bir lükstü.

Damla her gün aldığı mektuplara sadece gülüyordu. Eğri büğrü harflerle yazılmış, köylü ağızlı aşk şiirlerine gülümsüyor, heyecanlı Hüseyin'i uzaktan gördüğün de ise kendi güzelliğine bir kez daha bayılıyordu. Odasında telefonu elinden düşmüyordu; "Janısııııı" diye kaydettiği sevgilisine bu olayları gülerek anlatıyordu. Hüseyin ise umutla bekliyordu. Ve bir gün geçti, bir gün daha, bir gün daha.. Artık şehirlilerin eve geri dönme günü gelmişti, her günkü gibi güzel kıyafetlerini giydi Hüseyin ve o büyük villaya gitti. Damla bahçedeydi. Ailesi yoktu ve hemen uzaktan bir ıslık öttürmeye başladı. Damla güldü. Hüseyin güldü ve ona yaklaştı.

"Merhaba, ben Hüso. Hüseyin de derler bana. Adın ne senin?"
"Benimkisi Damla, o mektupları sen mi yazıyorsun Hüseyin"
"Ben yazüyom tabi, beğendin mi?"
"Hüseyin, bak bunlar çok güzel ama ben seni sevmiyorum çünkü farklıyız görüyorsun. Zaten ben bir sevdiğim var. Olmasaydı da bir şey farketmezdi."
"Ama seviyom seni."
"Offf sıktın ya, git tamam istemiyorum dedim ya"

Damla eve gitti, Hüseyin durdu orada. Yırtmak istedi üstündeki güzel gömleği, ceketi ama yapamadı çünkü babası daha önceler de yaptığı gibi öküz boklarını ona temizlettirebilirdi. O sırada yukarı baktı. Üstüne bir şeyler yağıyordu. Sayfa sayfa kağıtlar. Üstünde Hüseyin'in saf aşk sözleri. Sonra da bir cam çarpma sesi. Hüseyin ilk kez ağladı o gün.

Damla, İstanbul'a gittiğinde sevgilisinin kollarına attı kendini. Köyde ne kadar çok sıkıldığını anlattı. Biraz da Hüseyin'den bahsetti, sevgilisi ona güldü ve onu çok çok sevdiğini söyledi. O gece bir bara gittiler ve Damla o gece eve dönmedi. Sabah uyandığında sevgilisinin kolları arasında çıplak yatıyordu. Sevgilisine sarıldı tüm sevgisiyle. Sevgilisi ise ellerini attı Damla'nın; "Tamam yılışma" dedi. Damla şaşkındı, salladı sevgilisini; "Niye böyle davranıyorsun?". Sevgilisi yatakta döndü ve bir tokat attı;"E bi sus artık orospu, uyuyorum şurada". Damla her şeyin farkındaydı, bir şey diyemediği, sarıldı yastığına, Hüseyin aklına bile gelmedi.

Hüseyin ortaokulu bitince bir köy kızıyla evlendi. Tarlalarda çalıştı, şehre gitmeye kalktı, aç susuz kaldı, dilendi, hatta belki bir gün Bağdat Caddesi'nde Damla'yı görmüş bile olabilir. Çocukları da oldu Hüseyin'in dört tane kara kuru oğlan ve bir tane de kız, Damla adında ve içinde sakladığı Damla sevgisini başka bir Damla'ya vererek rahatladı. Hayatı boyunca bir daha ağlamadı

Hadi baba gene yap

by 00:26:00
Bu hayatta en duygusal olduğum konu çocuklardır diye tahmin ediyorum. Hani "Aşk Tesadüfleri Sever"de ağlayacağıma, binlerce kez "Babam ve Oğlum"da ağlamaya tercih ederim. Çünkü aşk nedir, gerçek mi yanılsama mı, başlar mı biter mi gibi binlerce sorulara sahipken, çocukluk öyle değil. Bakıyorsun, mini mini dünyayı anlamaya çalışan bir çocuk var. Ve o pamuk gibi dünyaya gelmiş bu çocuğu sen ellerinle şekillendiriyorsun. Güzel bir tatlıya döndürebileceğin gibi, boğazına takılan kuru bir poğaça da yaratabilirsin.

Neyse yine 59RS anlarımdan birinde babası bir çocuğu otobüse bindirdi. Anne otobüsün içindeydi. Belli ki ebeveynler birbirinden ayrılmışlar, çocuğu baba almış McDonalds'a götürmüş. Çocuk otobüste elinde çocuk menüsü paketi oldukça mutluydu. Annesi çocuğa gününün nasıl geçtiğini sordu. Çocuk da mutluluk içinde anlattı.

Sonra çocuk, annesine sordu; "Babam şimdi nereye gidiyor?". Annesi de babasının çalışmaya başlaması gerektiğini söyledi. Saat 18:00'dı. Çocuk üzüldü tabii. Çocuğun annesiyle konuşmasının her noktasında babasına bir gönderme vardı. Bir an çocuk, annesine "Tavana değebilir misin?" dedi. Annesi olumsuz yanıt verinceyse çocuk "Babam değer di mi anne?" dedi. Bir anda garip bir duygu sardı beni. Çocuk, babasını herkesden ve her şeyden güçlü görüyordu. Sanki hiçbir kötülük yaşamayacakmış gibi. Halbuki o çocuk, benim gözlerimden baksa, karısı (ya da eski karısından) bıkmış, onun yüzüne bile bakmadan işine giden bir adam olarak görecekti. Çocuk da bir gün bunları farkedecek ve o hayal kırıklığı dolu anı hiç görmemesini dilerdim. Ancak çocuk dediğin şey büyüyor, o elindeki McDonalds torbasının yerini ders kitapları alıyor, o tavana değeceini sandığı babasından da uzun oluyor, sonra onun çocukları onu yenilmez sanıyor. Hayat.

Çocuk dediğin, hele erkek çocuksa, yaramaz olur zaten. Sevimli çocuk da ısrarla bir yere tutunmamaya devam ediyordu. Çocuğun bir frende sarsılıp, annesi tarafından tatlı tatlı uyarılmasından sonra annesine baktım ve göz göze geldik. Çocuğun ne kadar tatlı olduğunu belirten bir gülümsememe yorgun gözlerle cevap verdi. Kim bilir bu yorgun kadın, işinden dönüp oğluna kavuşmanın heyecanını yaşarken, oğlunun ise hep babasından bahsetmesinden dolayı ne hissediyordu? Kimseler bilemez.

Boşuna 59RS değil burası. Burada bir olay görürsün, tüm yol boyunca kafanda bambaşka bir hayatın içinde yer alırsın. Kendi durağında iner yoluna devam edersin. Konuyla ilgili bir Yaşar Kurt parçasıyla bu yazıyı sonlandıralım. Malum yarın sınav var.


hadi baba gene yap,gene yap baba,gene yap

hani bana yalan söylerdin ya baba
özgür kırlangıçlardan sözederdin ya
çok paramız olacağından baba
işlerin iyi gideceğinden söz ederdin ya

hadi baba gene yap,gene yap baba,gene yap

hani en büyük sen olurdun ya baba
hani beni hep korurdun ya aha
kabus görüp uyandigimda baba
yanimda sen olurdun ya baba

hadi baba gene yap,gene yap baba,gene yap
hadi baba,hadi baba,baba hadi

hani bana yalan söylerdin ya baba
özgür kırlangıçlardan sözederdin ya
iyi bir insan olmadim baba
çok iyi olacagimdan söz ederdin ya

hadi baba gene yap,gene yap baba,gene yap

Yakup'a mektup

by 00:20:00
Sevgili Yakup,
Bu satırları okur musun bir gün bilmiyorum ama bugün dediğin bir şey kafama takıldı ki blog'un çok depresif yorumundu bu takılan şey. Abi içten içe olmasından korktuğum şey buydu zaten. Normal hayatta gerçekten eğleniyorum aslında. Hayat kötü, insanlar kötü modundan 10'lu yaşların ilk yarısında çıkmıştım. Ha, hala insanlığın iyi yolda olduğunu düşünmesem de alışıyor insan gazete okuya okuya, ya da etrafına baktıkça.

Neyse ben derslerde kağıt kalem alınca elime eğlenceli şeyler yazarım. Durup durup, "ulan çocukluğumda da neler neler vardı." diye yazmam. İşletme nasıl bir şey konuştuk zaten. Orada adam zaten beni boğan bir şey anlatırken, kaçmak için mizaha vuruyorum kendimi. Ama gece kaçılacak bir şey yok ve bu sefer de bir şekilde gülerek, eğlenerek geçirdiğin gün sonrası bazı kaygılarını ya da paylaşmadığın düşünceleri yazıyorum, rahatlıyorum.

Yani beni gerçek hayatta tanıyanlar burada normal hayattaki beni görmüyorlar. Günah çıkarma kabini gibi bir şey işte blog. Bireysel. O yüzden "bu adam da pek depresif yeaaa" deme, gündüz vakti baldan tatlıyımdır bilesin.

Son olarak zamanında Facebook'ta yaptığın, "in a relationship with My Pillow" muhabbeti ile her zaman aklımda güzel bir yerde olacaksın adamım. Çok komikti lan!

Sevgilerle

Kısa Türkiye Tarihi III - Cemal Süreya

by 22:57:00
Türkiye'nin adı,
Soyadı yasasından beri
Atatürk adından
Soyutlanamadı:

1930'lu yıllarda
Etitürkiye;

1940'lı yıllarda
Atetürkiye;

1950'li yllarda,
Ûditürkiye;

1960'lı yıllarda
Ötetürkiye;

1970'li yıllarda,
Atatürkiye;

1980'li yıllarda,
Adıtürkiye;

Mavi yolculuklar var bir de,
O yunani o güzel yolculuklarda,
Hemen her zaman:
Adatürkiye.

Son bir kaç günün panoraması

by 22:32:00
Yaklaşık dört gündür grip başlangıcı teşhisiyle (hayatımda ilk kez Boğaziçi revirinde kontrol edildim, teşhis bilimsel yani) şu anda bu satırları yazdığım kanepede uzandım. Ameliyat sonrası vücut daha yeni toparlarken talihsizlik tabii. Eskiden hasta olmamla övünürdüm, şimdi ise bütün şubat ayı aralıksız ilaç kullandım.

Okul bitiyor ve sonrası hala büyük bir boşluk benim için. Olumlu bir gelişme olsa eminim ki kanepelere düşmezdim. (yok yok, yataklık bir durumda değilim) Perşembe öğlenden sonradan Pazar öğlenine kadar evde kardeşimleydim. Bir yandan hastalığa küfrederken, bir yandan da yalnızlık garip bir huzur vermekteydi. Gerçi biri bana bakmaya kalksa, iyice yatmaya alışır ve şımarırdım. Yine de tercihim annemin yanımda olmasıydı ama onu çağıracak kadar çocuk değiliz.

Hava çok soğuk. Bugün kütüphaneye gitmek için evden çıktığımın 10. saniyesinde pişman oldum ama iş işten geçmişti. Ama yapmam gereken işler var, bir şekilde enerjik olmam lazım. Nasıl olacak bilemiyorum. Üniversitenin dersleri, master başvurusu, olası bir iş başvurusu derken aklımda ciddi ciddi askere gitmek de var. Beyin yorgun, vücut dirençsiz kalıyor.

Halet-i ruhiyeme ve sağlık durumuma bir bakış attıktan sonra Necmettin Erbakan hakkında kısa bir şey söyleyeyim. Çocukken uzun süre saat 9'da ışıkları kapatıp açma eylemine katılmamız çok önemli bir imge aklımda. Büyük bir katılım vardı çevremizde. O dönemlerde televizyonda Erbakan ve tayfasının "mum söndü oynuyorlar" ve "gulu gulu dansı" demeçleri aklımda. Böylece saygılı ve etkili bir eyleme yaptığı bu yorumlar ve Kaddafi'nin Türkiye Cumhuriyeti'ne saldıran konuşmasını gülümseyerek dinlemesi ile hatırlayacağım.

Retrospective

by 00:56:00
Öz Murat 79 adlı bir apartmanda oturuyordum çocukluğumun uzun bir döneminde. Balkondan baktığında önünden Edirne'nin en işlek minibüs hattının geçtiği bir yol ve ilerisinde Cumartesi Pazarı vardı. Ben küçükken Cumartesi günleri her yer insan ile dolardı. Hayatımdaki ilk yabancıları orada görmüştüm. Türkçe'yi zar zor bilen Rumenler-Bulgarlar ıvır zıvır satarlardı.

Sonra kamyonet ile geçip bağıra bağıra kutu kutu gofret, bisküvi satanlar vardı. Ne zaman çıkacağı asla belli olmazdı. Uzaktan sesi duyulduğu anda annem parayı tutuşturur elime gönderirdi. Bakkalda da benzerleri vardı elbet ama hazır gofretçi gelmişken gofret almamak olmazdı. Her ne hikmetse onların ki daha tatlı gelirdi.

Bisiklete binmeyi de orada öğrendim ben. Evin bahçesi anlamına gelen beton boşlukta. Ben babam benim bisikletimi tutuyor zannederken, çoktan kendi dengemi bulmuştum. Çok futbol oynardık orada. Kaleci reflekslerine sahip olduğumu liseden önce burada keşfetmiştim. Basketbola karşı yeteneksiz olduğumu da orada. Tek kız vardı apartmanda. Önce oyunlarımıza o da dahil olurdu, büyüdükçe kız-erkek farkını anladık, koptu bizde. Bir gün son bir kez futbol oynamaya geldi, benimle aynı takımda oynadı gitti. Bakıyorum da bir çok farklı duyguyu o beton zeminde tatmıştım.

Apartman şimdiki gibi ayrı ayrı dairelerden oluşmaz, toptan bir canlı gibiydi. Annemlerle kavga edip onlarla çarşıya çıkmadığım bir gün, Egemen Abi'lerde kalmıştım. İlk game boy'u orada görmüştüm. Belki de akrabalarım dışında ilk yemeği onlarda yemiştim. İlk ranzayı da orada gördüğüme yemin edebilirim. Sadece daireler olarak değil, aşağıdaki dükkanlarla da beraber bir bütündük. Emlakçı bilgisayar oynatır, temizlik malzemeleri satan adam bize su verirdi.

Başka bir mahalleye yürümek bile başka bir dünyaya yolculuk gibiydi. Bir kaç apartman ötede oynanan maçlar çoğunlukla kavgayla biterdi. Mahalle takımımız da kuvvetliydi ha. Düzenli antrenman yapmaya karar verip iki gün sonra herkes kendi yoluna gitmişti. Mahalle takımlarının maç kzandıklar 3. lige oradan 2. lige, en son da 1. lige yükseleceğine inanıyorduk. O zamanlar ne ligimizin adı Süper Lig'di ne de sponsorlar vardı.

Peki niye yazdım bunları? İki nedeni var. Birincisi, bazen gerçekten çok özlüyorum o günleri. Yarınım ne kadar belirsiz ise, sabit olan çocukluğumla kendimi garantiye almak istiyorum herhalde. İstanbul'daki arkadaşlarım Power Rangers'tan sonra yayınlanan hayaletli filmi bilirler mesela, ben hatırlamam. Bunun nedenini hep düşünmüşümdür. Şimdi buldum. Çünkü onlar Power Rangers'tan sonra TV izlemeye devam ederken, benim Power Rangers olabileceğim bir bahçem vardı dışarıda. Ya betondu ya da tozluydu ama kendim olabileceğim bir yer vardı.

İkinci yazma nedenim ise unutmamak. O günleri bazen unuttuğumu farkediyorum. Aklımdan isimler siliniyor, yerler siliniyor ve ben bugünkü beni oluşturan o anıları unutmak istemiyorum. Şu an anaokuluna ilk gittiğim an bile gözümün önünde, ya da ilk kez motorsiklete binişim, ya da ilk kez bir trafik kazası görüşüm, dizimdeki yaranın oluştuğu o anı ve hastaneye gidişimi.

Bu tatilde o sokaklardan tekrar yürüdüm ve küçükken beş-altı tane ayrı dünyaymış gibi gelen caddeler 15 dakikalık yürüme mesafeymiş. Ancak kardeşim mutlu olsun diye sabahın köründe plastik futbol oyunu aldığım kırtasiye, annem sigara almam için beni gönderince 18 yaşından küçüğüm bana vermezler diye ağlayarak gitiğim bakkal, ilk kez kocaman kuzu etleri görüp, kıyma makinasına hayranlıkla baktığım kasap orada. Sadece eski dairenin altına Fenerbahçeliler derneği açılmış ona moralim bozuldu. pf pf pf.

Güle Güle Kaptan

by 00:21:00
En kötü ayrılık Sevgililer Günü'ndeki ayrılık olsa gerek. İki kişi anlaşarak ayrılır bazen, bu daha kabul edilebilir bir durumdur. Terkedildiğinde daha fena her şey.

İnsan kendi takımını çok da bilinçli seçmez. Genellikle baban hangi takımlıysa o olursun, en kötü dayın, amcan ya da en iyi arkadaşın etkiler seni. Sonra takımının bir özelliğini seversin. Galatasaraylılar genellikle Avrupa başarılarıyla dolu tarihine bağlanır. Fenerbahçelilerin bazıları Galatasaray'ı her fırsatta yenme özelliklerine bağlanır, bazıları her branşta başarılı olmalarına. Ben Beşiktaş'ın kültürüne aşıktım. (Beşiktaşlılık duruşu en güzel tanımdı aslında, ta ki Yıldırım Demirören bu sözü bir dalga geçme malzemesine dönüştürene dek.)

Memlekette her şey çok hızlı değişiyor. Beşiktaş da değişti. Çok güzel bir dönemde Beşiktaş'lı olmuşum. Ertuğrul Sağlam'ın efendiliğini hep kendime örnek alıp, futbol-basketbol maçlarında 6 no.lu formayı almak için uğraşırdım. Beşiktaş tarihinde efsane olmaya ilerleyen Sergen'i, Alpay'ı kolayca silebildi. Onlar daha çok para isterken, Beşiktaş verebileceğini verebiliyordu ancak.

İşte o günlerin son temsilcilerinden biri gibiydi İbrahim Üzülmez. Futbolu hakkında çok şey söylenir. Ancak çabasına laf söyleyenin dili kesilmeli. Üzülmez, her zaman espirili, kendiyle dalga geçmeyi bilen ama kendini her fırsatta geliştirmeye çalışan biriydi. Ramiz Karaeski'nin gençliğine benzetirdim onu, alem yamuk yapsa da o delikanlı kalacaktı.

Dediğim gibi hem yönetim hem taraftar profili değişmişti. Ricardo Quaresma getirildi mesela bu takıma. Kendisi tabii ki çok büyük bir transfer, bir dünya yıldızı. Ancak sokakta, internette, ilkokullu-liseli çocuklar, herkes Q7 nickini almış, fotoğraf paylaşıyor. Haxball'un yarısından fazlası Q7, Guti Haz., Simao. Maça gidiyorsun, herkesin forması 7 numara. Evet yıldız gelir takıma, herkes adını yazdırır. Peki Q7, Beşiktaş Avrupa'ya gidemeyince de takım da olacak mı gelecek sene? Yoksa Şampiyonlar Ligi'ne giden bir İtalyan takımına mı gidecek? Gitmeyeceğinden ne kadar emin olabiliriz?

Bu yüzden benim formamda Ernst yazıyor. O adam bu takıma 2 yıldır emek veriyor. İbrahim Üzülmez takım kaptanı. Ancak kaç kişinin forması İbrahim Üzülmez?

İbrahim Üzülmez de hata yapar. Takım arkadaşına yumruk atması büyük bir terbiyesizliktir. Ben sözleşmesini feshetmezdim ancak bu eylemi bile anlarım. Ancak websitesinde kuru bir "sözleşmesi feshedilmiş" yazısıyla gönderemezsin bu adamı. Bu adam 2000'lerin tamamında Beşiktaş formasını terletti. 2003 Konfederasyon Kupası'nda kadroda bizi temsil etti. Yönetimin harcadığı onlarca hocanın seçimi oldu. Geçen sene yerine alınan 18 yaşındaki çocuğa forma yüzü göstertmedi. Her sene tüm kupalar dahil 30 maçın altına inmedi. Beşiktaş tarihinde en çok forma giyen futbolculardan biri. Kaptan ulan bu. O ünlü 100. yıl formasında bu kadrodan kimsenin adı yokken onun var.

Üzülmez'e en büyük kırgınlığım, 45 dakikalık son Ankaragücü maçındaki kötü performansı ile Beşiktaş'a veda etmesi oldu. Onun dışında her şey için minnettarım. Sanki Türkiye'de herkes muhteşem orta yapıyormuş gibi hep eleştirildi. Tipi tam bir Anadolu delikanlısı olmasaydı kimse takılmazdı kendisine. Bence uzun saçın yakıştığı tek Anadoluludur kendisi. Bu adam diğer takımlardaki insanlar gibi hocasının altındaki sandalyeyi tekmelemedi, takıma gelen yabancılara cephe almadı. Kaptanlık yaptı ve saygısızlık yapana (ki karıştığı iki olayda da bu kişi aynı kişidir.) tokatını yapıştırdı.

Üzülmez giderken, sevdiğim Beşiktaş'ın da gittiğini hissediyorum, üzülüyorum. Herhalde -Allah korusun - Süleyman Seba'yı da kaybettiğimiz gün Beşiktaş formasını rafa kaldıracağım.

Dabbe!

by 01:05:00
Şimdi efendim bilen bilir, Hasan Karacadağ diye bir adam var. Bu adamın en büyük özelliği Japonya'da korku sineması ile ilgili bir eğitim alması. Bu arkadaş da bu eğitimi alınca Türkler neden korkar diye düşünmüş ve cinleri perileri falan bulup İslami korku diye bir şey yaratmış. Yani en baştan benim gibi cinlere inanmayanları kafadan kaybetmiş. Artık Kanal 7 izleyen teyzeler izleyip korkarlar.

Neyse bu beyefendi ben lisedeyken Dabbe'yi çekmişti. Kendim gitmesem de canım arkadaşımın gidip "Damarlarım çatlıyoooo!" diye dalga geçtiğini hatırlıyorum. Ama yanlış değilsem, çok da kötü bulmamışlardı filmi. "Hasan Karacadağ'ın ikincisi korkusu" alt metniyle çıkan Semum'a ise üniversitede ama liseli arkadaşlarımla gitmiştim. Zaten beklentim korkmak değil ancak bir Türk korku filmi nasıl olur merakıydı. Bir dönem öyle bir furya oldu hatırlarsanız. Büyü filmiyle başlayıp Gomeda, Dabbe, Semum diye devam eden bu filmler Hababam Sınıfı Üç Buçuk ile boktanlık zirvesi yapıp silindi diyordu. Ha bu arada Semum oldukça kötü bir filmdi ki ekşisözlük'ten yorumları okuyun. Benimki de onlardan biri. Ancak biri mesaj ile yönetmenin Exorcist'ten çalmadığını sadece esinlendiğini söylemişti de oldukça şaşırmıştım. Kendisi büyük ihtimal yönetmendi herhalde.

İstanbul'a giderken ise Dabbe 2'yi verdi televizyon. Önce yuvarlanan bir spiral şeklinde yazılar. Onun seslendiren adam. Dakikalarca süren bir sahne. Ürpertme amaçlı bir ses tonu. Dakikalar sonra İstanbul üstüne gelen kara bulutlar. Sonra bir ev. Sessizlik. Arada seyirciyi korkutmak için gereksiz sesler. Bir kadın. Hareket eden su. Kara gözlü bir çocuk. Kapanmayan bilgisayar.... Derken, dakikalar sonra ilk adam "Noluyo lan?" diyerek ilk repliğini kurdu. Bunu birkaç kez daha tekrarladıktan sonra filmi kapattım.

Buradan şunu diyorum; usta sen neyin peşindesin? Kendisi ismini bir marka yapmak için uğraşıyor belli ki. Başardı da ama kendisinin ismi bende Lé Cola görüntüsü uyandırıyor. Semum için dediğimi tekrar diyeyim, bende en uyandırdığın korku, "aman bu adam bir daha film çeker mi acaba?" korkusu sayın Karacadağ.

Şahin K için bir güzelleme

by 00:59:00
Şahin K'nın filminin çıktığı bu dönemlerde bir Şahin K güzellemesi yazmak istedim. Diyeceksiniz ki Şahin K'nın da güzellemesi olur mu? Olur, çünkü Şahin K benim gençliğimdir, gençliğim de güzeldir. (İşte iddialı bir söz)

Lise hazırlık döneminin daha başında Şahin K ile tanıştığım için tüm lise hayatımı Şahin K ile özdeşleştirebilirim. Abilerimiz, bizi bir odaya toplayıp kendisiyle tanıştırdığında daha küçük bir sabiydik diyebilirim. İstanbul'un kocaman bir şehir olduğu, aileden uzak kalmanın çok ilginç bir deneyim olduğunu anlarken, Türklerin de bu tarz filmler çekebileceğinin farkına varmıştık. Ama o zaman adını bilmiyorduk, "zurnacı" lakabıyla biliyorduk kendisini.

Biz büyürken, kendisinin adını öğrendik. İnternet daha yavaş yavaş bir bağımlılık haline geliyordu. Skype'ta birbirimizin suratını hiç takılma yaşamadan görmeden, icq'nun sesleri ile irkiliyorduk. Ancak Şahin K'ya çoktan websitesi yapılmıştı. Kendisinin de haberi vardı bundan. Liseliler olarak sevgimizi belirttiğimiz bir maile, sevgiyle cevap verdiğinde dünyalar bizim olmuştu. "Ezik liseliler" gibi bir imaj yaratmak için demiyorum bunu. Türkiye'nin o kadar yerinden gelen çocuklar aynı şeyden hoşlanıyor, bir ortak noktada buluşuyordu ve bu muhteşem bir şeydi. Şahin abi esprileri patlattıkça altı yedi çocuk aynı anda gülebiliyordu. Şahin abi aksiyona geçince ise film oy birliği ile kapatılabiliyordu. (Kapatılmadığı da oluyordu tabii.)

Özellikle lise öğrenci birliği seçiminde afişimde yatılı olarak Şahin K resmi kullanma fikrimiz oldukça komik geliyor hala bana. Afişi ilk astığımız anı unutmam. Ciddi afişin sol atında sepya ve saydam bir Şahin K kafası çok alakasız bir biçimde parlıyordu. Afişi astıktan sonra ilk görenin müdür yardımcılarından biri olması, kadıncağızın uzun uzun bakıp anlamayıp gitmesi komikti. Sonra beden eğitimi hocasının "kim bu adam" diye beni korkutması, sonra da adamın bizim kafadan çıkması önce korkutucu sonra da çok eğlenceliydi. Gerçi adam hala mezunlar buluşmasında beni görünce buna gönderme yapması biraz can sıkıcı. Ama çok da can sıkıcı değil. Neyse seçim boyunca yaptığımız Şahin K vurgusu ise başarıya ulaşmıştı. O zamanki kız arkadaşımın da soyadının K ile başlaması da sevgili Yaşar Bey'e iyi malzeme olmuştu.

Neyse lise bitene kadar hep yeni Şahin K filmleri çıktı, ancak Şahin K da popülerleşmeye başlamıştı. Biz büyüyorduk, Şahin K da dergilerde, TV'lerde, internetin de kendini aşması ile birlikte video paylaşım sitelerinde, her yerdeydi.

Şimdi ise ben üniversiteyi bitireceğim, Şahin K ise ilk filmini çekti. İkimiz de büyüdük, daha büyük hedeflerimiz var. Ben Almanya'da 6 ay yaşayıp, Şahin K gibi bir gurbetçi havası yaşadım. Şimdi Disko Kralı'nda filmlerinden daha yaşlı, ama samimi olduğuna inanabileceğim bir gülümsemeyle duruyor. Umarım yolu açık olur. Çünkü onun açık olursa, sanki benim de açık olacakmış gibi geliyor.

Şahin K'yi taklit eden komikimsi videomun hiç bulunmamasını umut ederim

Antika hocalar ve bir şeyler daha

by 20:43:00
Sevgili blog,

Bugün ilk finalime girdim. Final sorun değil de, hoca hakkında bir şeyler demek istiyorum. Dünyada her şeyin herhalde bir son kullanma tarihi var. Yoğurt da belli bir yerden sonra bozuluyor, insan da belli yerden sonra ölüyor. Hocalık da bir yerden sonra sonlanmalı. Sevgili hocamız artık antika olarak müzeye kaldırılmalı. Tamam iyi kalplidir, dünya tatlısıdır. Onları bilemem ama insan kendini bilmeli. Kurt kocayınca köpeklerin maskarası olurmuş misali bırakmak lazım işi. Yok hayır, ben sahnelerde ölmek istiyorum diyen tiyatrocu gibi devam edeceğim diyorsan, katlanacaksın sonuçlarına. Bu dönemde zaten hoca olmak zor, ben daha 3 yaş küçüklerle aramda "generation gap" tabir edilen ayrılığa düştüğümü hissediyorum. Hocamız ise kulak duymaz, göz görmez ders anlatmaya devam ediyor. Engin bilgi birikimin vardır aktarmak istersin, anlarım da anlattıkların da okuttuğun kitabın özeti.

Karikatür hocamız bugün "bir İngiliz kopya çekeceğine intihar eder" dedi. Açıkçası kısa bir süre bunu düşündüm. Sanki yıllardır bu anı bekliyormuşçasına, alakasız bir yerde patlattı cümleyi. Peki deyip geçiyorsun. Gerçi sınav sırasında da "bir İngiliz finalde hocasına soru sormaz" tarzı bir şey dediğinde, hocamızın artık coştuğunu düşündüm.

Onun dışında Bilgi Üniversitesi olayları dışında, bu tatta bazı hikayeler daha duyuyorum insanlar hakkında ve ağzım açık kalıyor. Sonra diyorum ki "Gossip Girl"ü zevkle izleyebilen bir nesiliz biz. Tabii ki de duyduklarım beni şaşırtacak. Bazen "ahh yeni nesil" diyesim geliyor da, bizden önce de duyuyorduk bu hikayeleri, şimdi de. Gerçi bak şu dünyanın haline, bu dünyada masum kalsan yenilirsin. O yüzden salla gitsin diyor ve gençleri destekliyorum.

Son olarak sınavlara çalışmam gerekirken, niyeyse çok gitar çalasım olduğunu tekrardan belirtiyorum. Kütüphane kitaplarını da bari bir kez zamanında geri götüreyim artık dua ediyorum. Tüm parayı kütüphaneye verdik.

Sevgilerle
Blogger tarafından desteklenmektedir.