Game of Thrones sonrası the Hobbit'e bir bakış

by 01:46:00
Hobbit serisinin ikinci filmi Smaug'un Viranesi'ni (ya da Çorak Toprakları, Türkçe'ye çevirelim derken bir karambol olmuş anladığım kadarıyla) izlerken özellikle filmin ikinci yarısında zihnim başka şeylere nasıl daldıysa artık, filme bir türlü odaklanamadım. Çünkü Game of Thrones'u izlediğimden beri fantastik ya da bilim kurgu tarzı filmlerden zevk alamıyorum. Çünkü Game of Thrones çığır açan bir yapıt olarak, benzer eserlerden zevk alma çıtamı tepelere çaktı.

J.R.R Tolkien çok büyük bir adam, buna hiç şüphe yok. Kendi kurduğu dünyanın güzelliği bir kenara, sistematik bir biçimde yarattığı Elf dili bile kendisinin fantazi dünyasında ne kadar önemli biri olduğunu kanıtlamaya yeter. Yüzüklerin Efendisi de klasik bir iyiler ve kötüler savaşının destansı bir anlatımı. Kitapları okumuş olmama rağmen, bu evrene çok hakim olmadığım için yalan yanlış konuşuyor olabilirim ama çoğu yerde okurun iyi ve kötüyü birbirinden kolayca ayırt edebildiğini düşünüyorum. Sauron, saf kötülüktür mesela. Neden kötülüğe itildiğini bilemeyiz. Orklar, Uruk-hailer gibi ırklarda da sevgi diye bir şey yoktur. Öte yandan Hobbitler sevgi doludur. Geri kalan ırklar da birbirleriyle çekişmeleri olmasına rağmen kendi içlerinde iyidirler. Kimsenin gözü diğerinin toprağında değildir. Gri diyebileceğimiz tek karakter Gollum ve yüzüğe sahip olan şahıslardır. Bunlar da fazla hırstan dolayı karakter özelliklerini kaybetmiş, yüzüğe endeksli yaşayan karakterler.

İyi ve kötünün bu keskin ayrılığı benim için uzun bir süre sorun olmadı. Birincisi, Yüzüklerin Efendisi hiçbir zaman insan psikolojisini çözme iddiası ile ortaya çıkmadı zaten. Yepyeni bir dünyayı, muhteşem bir betimlemelerle gözümüzün önüne getirdi. Filme de yansıyan o görkemli görselliğin yanında bunların lafını etmek zor olurdu. İkincisi ise Game of Thrones'u izlememiş/okumamıştım.

Sonra Game of Thrones'un önce ilk sezonunu izledim, sonra ilk kitabına başladım. Bu arada diğer sezonlarını da izledim. GoT, LoTR'a göre öncelikle daha az fantastik. Ancak yine de benzerlikleri farklılıklarından fazla. Tamamen ayrı bir dünya, farklı değerlere sahip topluluklar, kurgusal bir geçmişe göndermeler, hanlar, yolculuklar vesaire. Ama GoT'ta iyi-kötü ayrımı Joffrey piçi dışında çok kesin değil. Mesela Cersei Lannister'a ne kadar kızarsak kızalım, onun ataerkil bir düzende yetişirilip, istemeye istemeye başkasına aşık bir adamla evlendirildiğini hatırlayınca onun yaptığı bazı şeyleri kaldırabiliyoruz. Ya da Ned Stark. İlk kitabın ana kahramanı, adeta bir adalet ve erdem timsali olarak gösteriliyor. Ancak, gayrı meşru çocuğu Jon Snow'u ve onun annesiyle olan gizemli geçmişini düşününce bir duraksıyoruz.

İyi ve kötünün bu kadar gerçekçi olduğu bu seride, daha da güzel olan şey herkesin her an ölebiliyor olması. Yine Ned Stark'a dönelim. Adam yıllarca kendi beyliğinin başında durmuş birisi. Zeki bir adam ama bazı insanların arkasından iş çevirebileceğine inanamayacak kadar da saf. Kralın ölümünden sonra destekçisi kalmayıp ne kadar zor günler geçirdiğini anlayabiliyoruz. Başka bir kitapta olsa tüm düşmanlarını muhteşem savaşçılık yeteneği ile kılıçtan geçirdiğini okuyabilirdik. Ama burada daha kalabalık bir grup tarafından saldırıya uğrayıp topal kalıyor ve daha sonra da öldürülüyor zaten.

Hayat böyle çünkü. Kahraman olmak bir kişilik özelliği değil. LoTR'da kahraman olarak gösterilen kişinin ne yapıp edip ölmeyeceğini ya da ölümünün zafere açılan bir kapı olacağını biliyoruz. Ancak GoT'ta kahraman olarak gösterilen kişi bir kişilik zaafiyetinden dolayı bok yoluna ölebiliyor. Khalessi gibi güzelliğinden ve şanlı geçmişinden başka hiçbir şeyi olmayan bir genç kız, yaşam şartlarından dolayı kahramanlaşabiliyor.

The Hobbit'e dönelim. Bilmem kaç tane cüce, bütün Orta Dünya'yı geçerek ejderha öldürmeye gidiyor. İki filmdir onca macera atlatıyorlar. Yok efendim ifritlerin eline düşüyorlar, örümcek ağıyla kaplanıyorlar, orklar saldırıyor falan filan. Ama hep son saniyede birisi onları kurtarıyor. Bir süre sonra işin bütün heyecanı da böylece gidiyor. Orklar, cücülere saldırdığında en sonunda ölenlerin sadece orklar olduğunu biliyorsun.

Ayrıca o orklar sadece ölmek için yaratılmış bir ırk gibi. Hisleri yok, düşünceleri yok, hem tipleri çirkin hem kişilikleri. Sadece liderleri iyi savaşıp, bir türlü ölmüyor. Ama diğerleri çatır çatır ölüyor. Bu da çok mantıksız. Ejderha desen burnunun üstündeki adamı yakmak yerine yavaş hareket edip elinden kaçırıyor, çok kolayca kandırılabiliyor. Legolas, bütün orkları çatır çatır okuyla avlarken en baba orku nedense öldüremiyor.

Yani kısacası Game of Thrones, fantastik olmasına rağmen yakaladığı gerçekliği ile bu sektörde bambaşka bir kapı açtı. The Hobbit gibi bir klasiğin bile ucuz aksiyon olarak görülmesine neden oldu. Hele Peter Jackson'ın bir kitaptan üçleme çıkarma çabası ile manasız aksiyon ve aşk öyküleri ile doldurduğu bir üçlemenin yanında Game of Thrones bir pırlanta gibi parlıyor.

Khaleesi'nin ejderhaları > Smaug

Peron değişiklikleri

by 23:53:00
Bazı şeyler çok basit. Gerçekten de. Mesela kırmızı ışıkta durursun, yeşil ışıkta geçersin. Öğrenmesi kolay. Gerçi işin içine sarı girince bizim trafikte işler biraz karışıyor. Üçüncü bir alternatif gelip kafamızı karıştırmasın diye sarı ışığa yeşil ışıkmışçasına davranıyoruz. Trene binmek de basit şeylerden biri. Elektronik tabeladan hangi trene binmen gerektiğine bakıyorsun, biniyorsun. Ancak İsviçre gibi eğitim düzeyinin yüksek olduğu bir yerde bile bunun bir adım ötesi insanlarda sorun yaratabiliyor. Mesela trenin peronu değişirse ne olacak?

Sabah bindiğim trende bir aktarma yapmak zorundayım. Bindiğim hat hep 30 dakikada bir geçen bir hat. Saatte iki kez. Ancak seferleri belli bir duraktan sonra farklı bir yöne gidiyor. Yani, saat başında bindiğim tren benim evime yaklaşıp rota değiştirirken, yarım saat sonraki tren doğrudan benim eve doğru gidiyor. Ben de rota değiştiren trenin benim için son durağında iniyorum ve 5 dakika sonra bir ek sefer yapan ikinci trenime binip eve gidiyorum.

Sistem çok basit. Size karışık geldiyse benim bu durumu iyi bir şekilde açıklayamamamdan ötürüdür.

Aktarma yaptığım durakta üç peron var. Normal şartlar altında üçüncü peronda iniyorsun. Alt geçitten geçiyorsun. Birinci peronda çıkıyorsun ve 5 dakika sonra yeni trenine atlıyorsun. Ancak iki haftadır bilmem nedendir, birinci perona gittikten sonra anons geliyor ve altgeçitten indiğimiz yere geri dönüp üçüncü peronun hemen yanında duran ikinci perona gidiyoruz.

Benim kaldığım köy küçük bir yer. Sabah hep aynı insanlarla aynı trene biniyoruz. Mesela benim bindiğim durakta metalci olduğu her halinden belli yirmili yaşlarının sonunda bir genç var. Ergenimsi bu genç bir gün karısı ve çocuğuyla durağa geldi de "abi Allah bağışlasın kızın ne tatlıymış" diye konuşasım geldi. Bunun gibi bir çok tipi daha ezberledim.

E biz de hep aynı trene binip, aynı yerde aktarma yapıyoruz. Bu peron değişiklikleri hepimizi etkiliyor. Risk almayıp karşıya geçiyoruz. Sonra da paşa paşa peron değişikliği anonsunu duyunca karşıya geçiyoruz. Ancak tabii bu kadar fazla değişiklik arka arkaya gelince ben bizim treni beklemek yerine ikinci peronun tabelasına bakmaya başladım. O gün yine peron değişti ve ben de değişikliği tabeladan görünce önce pofladım sonra karşı tarafa geçmeye başladım. Ancak elli civarında insandan sadece iki üç kişi hamle yaptı, gerisi anonsu duymayı bekledi. Sonra bir kaç kere daha böyle oldu ve şunu farkettim. Herkes normal olanı yapıyor ve bir aksilik olacakmış gibi düşünmüyor. Ben ise hep tetikteyim, "ya peron değişirse" diye. Hep bir panik, hep bir diken üstünde oturmacılık. Ne biçim gen bu Allah kahretsin.

Önce sorun bende gibi geldi. Ancak sonra peron değişiklikleri daha önceden yaşanmaya başladı. Trenden indiğimiz gibi ikinci peronda ulaşım bilgileri yazarken, birinci peronun tabelası boştu. Ben de iki adım yürümekten kurtulmanın mutluluğu ile altgeçite yeltenmedim. Ama o da ne? İnsanlar olması gereken yere yürüyorlar. Tabelaya bakma gerekliliği bile duymadan! Tamam belki ben de "aman değişiklik olacak, tadımız kaçmasın" diye çok pimpirikliyim de üst üste gün bu kadar değişikliğe rağmen hala gamsızca üçüncü perona yürüyebilir mi bir insan? Hani insanlar doğadaki değişikliklere adapte oluyorlardı? Bu insanlar o evrim basamaklarını nasıl atladılar? Sonra hepsi tıpış tıpış benim perona geri döndüler tabii ki.

Sonraki gün bir kaç kez daha gerçekleşti bu. Benimle beraber altgeçitten geçmeyen insan sayısı artmıştı ama ısrarla insanlar üçüncü perona yürüyorlardı. Bağırıp kahraman olmak istiyordum: "Tren, ikinci perondan kalkacak. Boşu boşuna karşıya geçmeyin!" Almanca'mın yetersizliğini bir kenara bırakalım, bu sefer de başka bir peron değişikliği ile üçüncü perona bir geri dönüş olsa, ya da elektronik bir arızadan dolayı ikinciyi gösterirken tren üçüncüye gelse, insanlar trene binmek için koşsa, yaşlılar ölse, gençler birbirini iste... Sorumluluk alamazdım. Son zamanlarda insanlar alt geçite yürürken gözlerini ikinci peronun dolu tabelasından alamıyorlardı ama hala ve hala üçüncü perona yürüyorlardı.

Sonra bir gün peron değişikliği olmadı ve ben üçüncü perona gittim, herkes gibi. Ama o da ne? Bu sefer kendini bu işe benden de fazla kaptıran siyahi bir hanımefendi ikinci peronun altgeçit merdivenlerinde bekliyordu. Gözü üçüncü peronun dolu tabelasındaydı. Dakikalarca orada bekledi. O kadar emindi ki peron değişikliği olacağından. Kadının hayali kahkahası kafamda çınlıyordu: "Hahaha geri zekalılar! Sizden bir adım öndeyim işte!" İçimden kadına inat, "Allah'ım lütfen peron değişiklği olmasın" demeye başladım. Kötü kötü bakıyordum ona. O da bana. Artık trenin gelmesine bir dakika kalmıştı. Pes etti ve bizim tarafa doğru gelmeye başladı. Rahatladım. Artık peron değişsse de hiç gücüme gitmezdi.

Bugün ise yine ikinci perondan bindik. Yine insanlar tabelaya bakmadan karşıya geçtiler. Bazısı hemen anladı geri döndü. Bazısı bir süre afalladı ve geri döndü. Bazısı olması gereken tren saatleri ile tabelaları karşılaştırdı ve tabelaları dinlemeye karar verdi. Ancak yaşlı bir çift ısrarla karşıda kaldı. Onlar doğru ama o günlük kullanılmayan peronda ısrarla bize bakıyorlardı. Sanki biz 50-60 kişi yanlış perondaydık da onlar doğru yerdeydi. Baya baya bakıştık. Hiç tenezzül etmediler. Tabelalara baktılar da göremediler mi, gördüler de ne düşündüler bilinmez. En sonunda yakın bir büfeden bir şeyler alıp perona yürüyecek bir kadın yaşlı çifte seslendi "Tren karşıdan kalkacak". Yaşlı çift şaşırdı. O kadar kişinin karşıda tren beklemesine şaşırmadı da kadının onları uyarmasına şaşırdı. Ben de onların umursamazlığına şaşırdım. O büfeden çıkan kadın, benim yapamadığımı yapmış ve kahraman olmuştu. O yaşlı çift aramıza katılmıştı.

Sonra tren geldi ve yollarımıza ayrıldık. Yarın yine bineceğim. Yine insanlar tabelalara bakmayacaklar, doğru bildikleri yoldan gidecekler. Ben yine bir muhabbet kuşu gibi hızlı hızlı kafamı iki elektronik tabela arasında döndüreceğim, birden fazla kez bakacağım ki emin olayım. Sonra tren bekleyeceğim. Bizde böyle.

Ne güzeldi bu doksanlar

by 00:13:00
1990'ların ikinci yarısını yakaladığım için ne kadar mutluyum, bilemezsiniz. Bazen "90'larım" geliyor, açıyorum YouTube'u, değmeyin keyfime. Şu sorunun cevabını hala veremedim ama: o dönemin ürünleri, yaşam tarzı vesaire çocuk olduğum için mi güzel geliyordu yoksa harbiden de güzel miydi? Bilemiyorum.

Aslında bu konuda yazmak azıcık da geriyor beni çünkü "Ya 90lar ne güzeldi, tasolar vardı hatırlar mısın ehe mehe?" diye başlayan kaç tane muhabbet oldu kim bilir bu seneler içinde. Sağolsun, Okan Bayülgen bir ara her hafta 90lar yapıyordu neredeyse. İlk 90lar programına denk gelmiştim, sonra bi daha yapmak istedi. Oturdum izledim, o da ne? Adam gitmiş aynı programı yapmış. Sonra dizisi falan başladı zaten. Ancak, ne yapayım? Bir an şöyle doksanlara dönmek istedim.

--

Üç oda, bir salon bir ev. Kardeşimle aynı odada kalıyoruz. Sabah uyanıyorum, salona gidiyorum. Kardeşim çoktan uyanmış, televizyonu açmış. Çizgi film izliyor. Ben de hemen ona eşlik ediyorum. Kanal D'de sevimli kahramanlar. Belki de aynı bölümü onlarca kez izlemişim ama yine de gülüyorum. "-Buraların büyüğü o bir başka, Bugs Bunny, Bugs Bunny, çok yaşa". Yıllar sonra kardeşimin uzaktan yakından erken kalkmayla alakası kalmıyor. Televizyon kanalları ise sabah saatlerinde çizgi film yayınlamak yerine Müge Anlı'nın insanlığı çok ilgilendiren o muhteşem programı ve benzerlerini yayınlamayı tercih etmiş. Sağ tarafımda bir kitaplık var. Bir 1980'ler modası olarak Meydan Larousse ve Ana Brittanica'lar dizilmiş. 1989'de satın alınmış. Hala SSCB ve Doğu Almanya'dan bahsediyor ama dünya bir kaç sene içinde o kadar değişmiş ki. Ömrüye Teyzem kahvaltıyı hazırlamış, bizim için de salonu kurmuş. Kardeşim pek yemiyor, çizgi film izlemeye dalmış. Ben ise ikisini birden yapıyorum. Gözlerimde da renkli çerçeveli bir gözlük. Çizgi filmler bitince de Kral TV'yi açıyorum. Yılmaz Morgül, "Elveda İstanbul"u söylüyor. Taklit ediyorum.

Mavi önlüğümü giyiyorum. Beyaz yakamı takıyorum. Büyük ihtimalle önlüğün düğmelerini yanlış bağlıyorum. Uzun süre böyle oldu zaten. Sonra korna çalıyor dışarılardan. Anlıyorum ki servis gelmiş. Servis dediğim de sarı bir ticari taksi. Küçük şehirlerde taksi pek kullanılmadığı için bu işe girmişler. Merkez Taksi durağından Yavuz Abi. Kel ve pala bıyıklı ama dünya tatlısı bir adam. Kardeşimle servis bindikten sonra daha 3-4 kişiyi daha topluyoruz evlerinden. Bazen önde oturuyorum, kasetleri ben takıyorum. Cengiz Kurtoğlu'nu öyle öğrenmiştim mesela. Bir de Grup Vitamin kasedi vardı. Ne kadar çok gülerdim şarkılarına. Hoş, yıllar geçti, hala gülüyorum. Sonra Andımız'ı okuyoruz okula gittiğimizde (Bu da nostaljik oldu, şaka maka). Bazen önemli bir gün oluyor, diyelim ki Öğretmenler Günü. Bazı çocuklar merdivenlere çıkıp şiir okuyor. Mesela koro çıkışı Öğretmen Marşı'nı söylüyor. Ders kaynadı diye seviniyorum ama müdür başladı mı nutuk atmaya sıkıntıdan patlıyorum. Sırtımda benden büyük çanta, üstümde manto, arkadaşlarla şakalaşıyoruz.

Sınıflar 35 kişi. Genelde önlere oturuyorum, ki bu boyumun çok uzun olmaması ve sınıfın çalışkanı kontenjanını işgal etmekten ötürü olsa gerek. Sınavlarda aramıza çanta koyuyoruz. Tahtaya çıkıyoruz soru çözüyor. El kaldırıyoruz. Bir gün tahtada öğretmenim bana soru çözdürüyordu. Sayı doğrusu çizmemi istedi. Lakin, benim sayı doğrusu çizme tarzım biraz farklıydı. Önce doğruyu çizip sonra çentik atmak yerine, küçük bir çizgiden sonra çentik atıp sonra bir küçük çizgi çekip sonra yine bir çentik atıyordum. Öğretmen, bir türlü benim öteki şekilde çizmemi sağlayamadı. "Sana doğru çizdirmek, deveye hendek atlatmaktan zormuş" dedi. İlkokul hayatım boyunca hiç bu kadar bozulmamıştım. Niyeyse sanki bana "deve" demiş gibi gelmişti. Halbuki kadıncağız haklıydı. Çocuksun işte, anlamıyorsun ve alınıyorsun.

Ben uzun yıllar boyunca "0.5 ucu olan var mı?" sorusunu duymadım. Bize çok geç geldi o teknoloji. En afilli kırtasiye malzemesi (nasıl anlatacağız bakalım) bir tübün içinde bir kaç kurşun kalem kurşununu içeren kalemlerdi. Hani kullanırsın da kurşun biter. Sonra da o parçayı çıkarırsın, kalemin arkasından sokarsın da tübün içindeki diğer şeyleri ittirir ve plastiğe bağlı yeni bir kurşun çıkar (anlatamadım galiba). Bir dönem ben de silgimi kolye gibi boynumda taşımıştım ama sonra pek cool olmadığı için (yaş 9) onu kullanmayı bıraktım. Sonra da hep kayboluyordu tabii ki.

Tenefüslerde top oynardık. Daha doğrusu top yaratırdık. Genellikle meyve suyu kutusunu ezip. Azıcık şanslıysak okul bahçesinin dışındaki marketten top alabilirdik ama ya patlardı ya dışarı kaçar da alamazdık. Ben o tenefüs maçlarını çok severdim. Bir kere çok güzel bir gol atmıştım da (Meyve suyu kutusuna falso vermiştim diye hatırlıyorum. Gerçekten öyle bir şeyin olma ihtimali var mı bilmiyorum ama) dersten sonra gidip defterime golün nasıl gerçekleştiğini çizmiştim. O zamanlar o tenefüs maçlarında hangi takımın hangi takımı kaç kaç ve kimin golleriyle yendiğini de not alırdım. Sanki UEFA gözlemcisiydim. Şimdi düşününce, diğer çocukların bu maçları benim kadar önemsemediğini hissettim. Ştt gençler, siz de bu maçları bir yere not aldınız di mi lan? Yoksa bir tek ben mi böyle gariptim? Hayatım boyunca ne kadar anlamsız şey varsa, fiziksel olarak not almasam da zihnime not etmişimdir zaten. Bazı gereksiz şeyleri çok önemsiyorum ara ara.

Çıkışta servise geri binmeden, seyyar satıcıdan bir şeyler alırdık. Annemin uyarıları çınlardı kulaklarımda. Biraz utanırdım açıkcası ama alırdım yine de. Sonuçta arkadaşlarım da alıyor. Sonra eve dönerdim kardeşimle beraber. Döndüğümüzde de Power Rangers'ı yakalardık. Bir bölüm izledikten sonra da gelsin yastık dövmeler. Bazen gaza gelip birbirimize de dalaşırdık. Zaten kendimi bildim bileli kardeşimle kavga etmişimdir. Sonra İstanbul'a gittim ve onu özlemeye başladığımı farkettim. Şimdi ise çok seviyorum keratayı.

Ancak akşam vakti annem ve babamı görebiliyorduk. Annem, gelirken gazeteleri alıyordu. Bazen de bizim için dergi getirirdi. Donald Duck dergisi vardı mesela. Ne kadar çok severdim. Hugo'nun da bir dergisi vardı diye hatırlıyorum. Üyelik kartı alıp, kaydolmuştum. Bir gün beni ararlar diye hep bekledim. Aramadılar. Bu arada Hugo'nun neredeyse her bölümü izlemiş biri olarak Hugo'ya küfreden çocuk efsanenin gerçek olmadığını bir de benden duyun isterim. Sonra annem yemek yapardı. Annesi köftesi ve anne patates kızartması geliyor aklıma. Sağlığa zararlı diye o kızartmaları yapmayı bıraktı annem. Köfteye devam ama. Yıllar sonra da ben ondan aldığım tarifle bambaşka diyarlarda o köftelerin benzerini yapacaktım. Babam ise tartışma programları izlerdi. Yıl 2013, hala izliyor. Bugün yaptığı yorumları, o zaman da yapıyor muydu acaba?

Çelik'i çok severdim, o zamanlar. Mesela "Hercai" vardır. 10 yaşındaki çocuk Hercai'den ne anlar? Şarkıyı yaşıyordum. Çok saçma ama öyle. Aşık olduğum bir kimse yoktu ama gerçekten bir şeyler hissediyordum o şarkıyı dinlediğimde. Genlerimde anlamsız bir duygusallık yüklü.

Oyuncaklarla çok oynadım. Ancak onları asla bir oyuncak gibi görmedim. Bunu bloga yazmış olabilirim ama bir daha yazayım. Oyuncaklarımın kendi ülkeleri olup bu ülkelerin yaptığı savaşta iki oyuncağım hayatını kaybetmişti. Abi insanın oyuncağı nasıl ölür ya? Hiç unutmam, biri Robin (Batman'ın yancısı) diğeri de Ninja Kağlumbağalar'ın üçüncü filmindeki Japon kıyafetlerini giymiş birisi. Bu "ölen" oyuncaklarla bir daha hiç oynamadım. Mezarlık bile yaptım (Anıtkabir'den esinlenerek). Bu hikayeleri de bir yandan kağıda döküyordum. Adı da "Evdeki Ses"ti. Bunun anlamı da aslında yine ölen bir podufuk tavşanın (ki adı vardı tamamen unuttum, üzgünüm tavşan) yukarıdan, sadece sesi ile, canlı oyuncakları idare etmesinden geliyordu. Demek ki onu tam anlamıyla öldürmeye kıyamamışım (Bir nevi oyuncakların Tanrı'sı olmuş aslında şimdi düşününce. O zamanlar Allah kelimesini o evdeki ansiklopedilerde arayıp anlamaya çalıştığımı söylemiş miydim?). Yıllar sonra "Evdeki Ses"in aslında bir Karakan şarkısı olduğunu farkedecektim. Bende de tabii ki Cartel'in kasedi vardı. Demek oradan bir çağrışım yapmıştı. Tabii ki Evdeki Ses'in aslında oldukça erotik bir şarkı olduğunu o zamanlar farkedememiştim.

O evde ne kadar çok taso antrenmanı yapmıştım (Pokemon tasoları değil. O tasoların ilk jenerasyonu vardı Looney Tunes karakterleriyle). Hiçbir zaman da başarılı olamadım. Yine de bol bol oyun oynadık o zamanlar. Yeri geldi kendimiz oyun uydurduk, onlara sardık.

Sonra Barış Manço öldü ve ben o gece uyuyamadım. Sanki her an gecenin köründe ortaya çıkacakmış gibi geldi. Annemle babamın arasında uyudum. Haziran ayında ilkokulu bitirdim ve devlet okulunda okumayı bıraktım (üniversiteye kadar). Sonra sünnet oldum. Hem eğlenceyi hem acıyı aynı anda yaşadım. Kısa bir süre sonra deprem oldu. Bir ülke nasıl yasa bürünür, onu gördüm. Sanki her an göçük altında kalacakmışız gibi hissettim. Eve VCD girdi, ilk defa. Odamın içine ilk kez teknoloji giriyordu. İçimi gıdıklayan Fransız sanat filmleriyle tanıştım. Bunun ne anlama geldiğini kısa bir süre sonra öğrenecektim. Özel okula başladım, artık ticarı taksi/servis kullanmıyordum. Kızlarla başbaşa kaldığımda bir garip hissediyordum. Lakin nedenini anlayamıyordum. Blue Jean alıp, posterleri odama asmaya başladım. İlk gitarımı aldım ve çalmaya başladım. Bir gün annem "Ömrüye Teyzen gidiyor" dedi, "E peki" dedim çünkü artık akşam olmuştu, eve gitmesi normali. "Hayır, öyle değil" dedi, "Artık büyüdünüz, gelmeyecek".

Bunların hepsi 1999'da oldu. Milenyum'a evde girdik. Annem-babam-kardeşim ve ben. Karışık bir kaset yapmıştım. Saat 12 olduğu gibi onu dinledim. Ancak sanki herhangi bir akşam üstüymüş gibiydi. Kimse benim kadar heyecanlamamıştı. Nasıl heyecanlanmayayım: 2000! Milenyum! Belki bütün dünyadaki bilgisayarlar çökecekti,. Belki bir anda havadan giden arabalar garajlardan çıkacaktı. Hiçbir şey olmadı.

1990'lar defteri bir anda kapandı. Artık ergenlik dönemi başlamıştı ve 2000'lerin ilk yarısı 1990'ların ikinci yarısın göre çok ama çok farklı geçecekti.

Dünyanın bütün panaromik fotoğrafları birleşin!

by 00:18:00

Girne, Girne Kalesi, Ağustos 2013

İstanbul, Taksim Gezi Parkı, Temmuz 2013
Samos, Vathy, Temmuz 2013
Samos, Pythagoreio, Temmuz 2013
Ege Denizi, Kuşadası sahili, Haziran 2013
Frankfurt am Main, Fleming's Hotel, Haziran 2013
Heidelberg, Heidelberg kalesi, Şubat 2013
Brasilia, Nobile Suites Monumental, Kasım 2012
Vilnius, Gediminas Kulesi, Temmuz 2012
Trakai, Trakai Adası Kalesi, Temmuz 2012
Stuttgart, Schlossgarten, Nisan 2012
Frankfurt am Main, Main nehri, Nisan 2012
Frankfurt am Main, Main nehri, Nisan 2012
Mannheim, Ren nehri ve Ludwigshafen, Nisan 2012
Mannheim, Mannheim Sarayı ve Üniversitesi,  Nisan 2012

Fazlasıyla düzenli bir hayat

by 18:45:00
Şu ana kadar üç kez gidip geldiğim, dördüncüsünde ise temelli yerleştiğim Zürih ya da genel olarak İsviçre diyince insanın aklına ne geliyor? Düşünelim bakalım. İsviçre bankaları, zenginlik, Alpler, Swatch, Milka ineği gibi şeyler olsa gerek. Dışarıdan bakınca içinde yaşamak güzel gibi geliyor tabii ki. Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor!

Avrupa'daki bir ülkeden başkasına geçmek bilirsiniz ki bir semtten başka bir semte gitmek gibidir. Uçaklar ülke içi bir sefermiş gibi çalışır. Trende ne zaman sınır geçtiğini zaten anlamazsın. Keza arabayla da. Lakin, Zürih'e geldiğinde elini kolunu sallayarak tren garından çıkamazsın çünkü İsviçre'de Euro geçmez. Adapte olman gereken bir para birimi var artık: İsviçre Frangı ya da CHF.

İsviçre, nasıl Dünya Savaşları'nda tarafsız kalmış, nasıl NATO'ya üye olmamışsa Avrupa Birliği'ne tabii ki de üye olmamıştı. Bu benim üniversite başvurularımda nedense aklımdan kaçmış ve üniversiteye gönderdiğim motivasyon mektubunda daha önceki başvurularımdan kalma "Avrupa Birliği içinde Avrupa Birliği çalışma" muhabbeti de arada kaynamıştı. İkinci okumamda "Lan?!?!" demem bir oldu ve "Avrupa Birliği'ne yakın bir ülkede Avrupa Birliği'ne çalışma" gibi yandan yemiş yeni bir açıklama yazdım. Neyse, İsviçre birliğe üye olmayınca doğal olarak Euro'yu da kabul etmemiş. Frank'ı ilk duyduğumda "aa ne nostaljik demiştim". Paralar da büyük, renkli renkli bir kağıt parçası. Asıl büyük dert ise neyin pahalı neyin ucuz olduğunu anlamakta. Her şey Almanya'ya göre pahalı, ona zaten alıştık. Ama şimdi sosis isteyince adam 7 frank diyor.  Sonra düşünüyorsun "7 frank'a sosis yerine daha doyurucu bir şey alabilir miyim?" ya da "bu sosisi 5 franka bulabilir miyim?". Tabii ki bunların cevabını bilmediğin için paşa paşa 7 frankı veriyorsun.


Sonra, tramvaya bineceksin. Karşılaşılan durumu şöyle özetleyeyim. Türkiye'de 12:32'te gelecek denilen tramvay 12:40'ta gelir (Otobüse hiç girmiyorum). Almanya'da 12:32'de gelecek denilen tramvay 12:33'te gelir. Burada ise 12:32'de gelecek denilen tramvay 12:31'de gelir, 12:32'de kalkıyor. Bilet kontrolünde acımaları yok. Daha ilk günümde gözümün önünde kadını indirdiler. Kadın bilet de almış halbuki. Ancak, geçerlilik süresini geçmiş. Hop, kaptın mı 100 CHF kaçak binme cezasını.

Adamlar ciddi, adamlar düzenli. Fazlasıyla elit. Gereğinden fazla elit. Tramvay beklerken reklamları izliyorsun. Çok şık giyinmiş orta yaşlı bir çift haftasonları tatile gidiyor. Bir gün dağlara, bir gün güneşlenmeye. Adam da kadın da sarışın. Evden çıkarken sportif sırt çantalarını hazırlıyorlar. Meyvelerini koyuyorlar. Yüzlerinde hep bir gülümseme. Sevgileri de ölmemiş, hep eleleler. Reklamdır, abartmışlardır diyorsun. Sokağa bir çıkıyorsun, ellerinde bond çanta janti erkekler ve incecik orta yaşlı kadınlar (Gençler o kadar değil tabii ki). Markete gidiyorsun, doğru şarap seçimini yapmaya çalışan elegant adamlar. Sanki bir filmdesin ama değil. Sokakta bisiklet süren insanlarda sporcu taytı ve bisikletçi kaskı.

Emlakçıya sordum, apartmanın çöpü nerede diye. Bakkallardan özel çöp poşeti almam lazımmış. Yoksa çöpçü çöpünü bile kabul etmiyor. Migros poşetine çöp koyup, üstünü düğümleyip çöpe atma devri bitti yani. Hayır özel çöp poşetleri de normal çöp poşetlerinin aynısı ama daha pahalı. Bir bildikleri vardır.

Pop müzik yıldızları olmayan bir ülkeden bahsediyoruz zaten. Yok yani İsviçre'li ünlü bir pop ya da rock müzisyeni. Adamların müzik namına ne dinlediklerini şu an için anlamış değilim.

Futbol desen, ülkeyi Arnavut ve Türk kökenli futbolcuları kurtarıyor. Kaptanları Gökhan İnler. Yıldızları Xherdan Shaqiri. Etrafta futbol fanatiği insan pek yok. Olanlar da tahmin edersiniz ki yukarıda bahsettiğim insan profilinden değiller.

Herkes Almanca ve Fransızca konuşurken, çoğunun da İtalyanca konuştuğunu tahmin ediyorum. Buna rağmen kime soru sorduysam İngilizce cevap verdi. Hatta İngilizcem çok iyi değildir diyerek döktürenler de gördüm.

Yani böyle ilginç bir ortam var. Her şeyin ayrı kuralı var, her şey gereğinden fazla tıkırında. Saat gibi durmadan ve düzenli olarak ilerleyen bir hayat var burada. Adamların, saatleriyle meşhur olmasının belli bir nedeni var demek ki.

Sezercik Küçük Mücahit incelemesi

by 01:11:00

Bugün Türk sinemasının en kendine has yapıtlarından Sezercik Küçük Mücahit'ten bahsetmek istiyorum. Bildiğimiz gibi 70'lerin ünlü çocuk yıldızlarından Sezer İnanoğlu - ki yapımcı Türker İnanoğlu'nun akrabası kontenjanından ve sevimliliğinden yıldız olmuştur - "Sezercik Yavrum Benim" ile sinema dünyasına atılmış ve bu film Sezer'in ailesine bakan Erol Taş'ın kendisine balon ve şeker gibi şeyler sattırdığı sahnelerle akılda kalmıştır. Bir sene sonraki "Sezercik Aslan Parçası" adlı devam filminde ise yine benzer bir hikayeyi oynanmış ama bu sefer kendisinden uzak babayı Ediz Hun, kötü adamı ise Erol Evgin'e benzeyen bir adam oynamıştır. Bu filmi de Sezercik'in etrafına çevrilip "piç piç baban kim?" diyerek dönen kötü kalpli çocuklardan hatırlayabiliriz. 1973 tarihindeki "Öksüzler" filmi ise dönemin The Expendables'ı olup Sezercik, Ayşecik ve Şişko Nuri gibi Yeşilçam'ın usta oyuncularını bir arada toplamış dev bir eserdir. 

Ama yıl olmuş 1974. Kıbrıs harekatı günleri. Rum kesimine tokat gibi cevap vermek isteyen Yeşilçam, 7 yaşındaki Sezercik'i tekrardan sahneye çıkarmaya karar verdi. Bugün, bu filmi tekrardan izleyerek bir kaç şeye dikkat çekmek istiyorum.

  • Karşımızda Kıbrıs'ta yaşayan ideal bir Türk ailesi var. Evin kızı Lale bir öğretmen. Babası asker. Annesi sanırım ev hanımı. Ablası, Kıbrıs'ta Türkler'e bakan bir doktor ile evli ve sanırım o da bir ev hanımı. Lale, pilot Murat Taner ile evli ve o da ileride ev hanımı olmayı planlamakta çünkü Murat'ın dediği gibi "analık daha kutsal". Tabii bu muhafazakar muhabbetin dudaktan dudağa öpüşmeyle bitmesi de ayrı bir güzel (Seyirciye gösterilmez, hissettirilir).
  • Murat Taner'in uçağı çakılınca çocuğuyla yalnız kalan Lale, annesinin hastalanmasıyla çocuğunu (Sezer) ablasına bırakıp Ana Vatan'a gider. Bu arada Rumlar ablası ve eniştesini öldürür çünkü Türklere sağlık hizmeti sağlayan bu çifti yok etmek köyü zor duruma sokacaktır (Fena fikir değil). Doktorun ölmeden kısa süre önce baktığı ve çocuklarının olmayacağını söylediği Kıbrıslı çift, silah seslerinden sonra doktorun evine gidip Sezer'i alır ve ona evlatları gibi bakar.
  • Lale'nin çocuğu öldü sanıp akıl hastanesine yattığı sahneler çok iyidir. Sezercik'e aldığı oyuncaklar ile oynayan Lale, kendi kendine konuşur. Oyuncaklar da tank, asker ve askeri uçak gibi çocuğun gelişimini çok iyi yönde etkileyecek sevgi dolu oyuncaklardır. Bu sahnelerde Lale'nin "işte baban seni bekliyor, aslan baban, yiğit baban. Babanın elini öpsene. İşte babanın uçağı. Sen de pilot olacaksın" tadındaki konuşmaları savaşın insanları nasıl sevdiğinden ayırdığını ve onları nasıl delirttiğini göstermek için kullanılabilirdi. Bu sahnelerden de çok güzel savaş karşıtı bir mesaj verilebilirdi. Hatta ve hatta Lale en sonunda "Gelmeyeceksiniz di mi? Ne olur gelin" der ve ağlar. İşte burada seyirci bir an "savaş sevenleri ayıran ne manasız şey" diye düşünse de, filmin sonunda verilen "asker ol asker, ölürsen de ölürsün" mesajı ile bir çuval incir berbat oluyor.
  • Daha okula başlamayan Sezer'in manevi babasından muhteşem bir istek geliyor: "Büyüyünce Türk subayı olacaksın!". Belki doktor olacak, belki avukat olup adanın hakkını mahkemelerde koruyacak. Ama yook, subay olsun. Nedeni de çok mantıklı: "Çünkü bu senin kanında var". Sonra efendim neden savaşta başarılı olup, burada kazandıklarımızı diplomaside kaybediyoruz. (Sosyal mesaj)
  • Sezer, sanırım filmin büyük bir bölümünde yedi yaşında. Hadi bir de ben düşüreyim, altı yaşında olsun. Demek ki Lale, en az altı yıldır öğretmenlik yapmıyor. Peki Lale'yi akıl hastanesinde ziyaret eden öğrencileri kaç yaşında. En fazla 11. Yani Lale, bu arkadaşları en iyi ihtimalle 5, olmadı 3-4 yaşlarında eğitmiş olsa gerek. Hmm.
  • Öğrenci 1: Sizin eliniz hem tatlıdır hem acıdır öğretmenim. Çünkü bana bir kere vurmuştunuz, hiç acımamıştı. Lale: Acıtmak için hiç vurabilir miyim yavrum? Öğrenci 2: Zaten öğretmenin vurduğu yerde güller açarmış, tıpkı anne eli gibi.
    (Otoriteye övgü. Mantığa gel)
  • Irkçılığın tavan yaptığı an: Bayramlıklarını giyen Sezer, manevi annesinden "eve gelin getireceksin" diye övgüler aldıktan sonra en yavşak gülümsemesiyle şöyle cevap verir: "O kolay anne. Rum mahallesinde kızlar laf atıyor bana. Ama ben hiç yüz vermiyorum!" Babadan gelen cevap da sıçtık sıvıyoruz tarzında: "Verme oğlum, sana gerçek bir Türk kızı yaraşır."
  • Bir başka psikopatlık anı. Bu sefer bir esnaftan gelsin. "Bizim çocuklarımızın onların çocuklarını döveceği, bizlerin de babalarının ağızlarını burunlarını kıracağımız günler gelecek, hem de yakında". Diğer esnaf da "İnşallah" diyor.
Rumlar Sezer'in arkadaşlarının topunu çalınca yeşil gömlekli çocuk Sezer'e "Sezer Abi" diyor. Oha!

  • Sezer'in Rum çocuklardan dayak yediği tarih, 15 Temmuz 1974. Çünkü Makarios darbe ile indirilmiş ve bunu radyodan öğreniyoruz. Filmin tarihi gerçekliğe en yaklaştığı nokta burası.
  • EOKA, müezzini öldürerek katliama başlıyor. Ancak katliamda o kadar kişi öldüyse, bangır bangır taramalı tüfak sesini duymayıp hala abdest almaya devam eden, ya da hiçbir şey olmamış gibi yürüyen vatandaşlarımız da azıcık suçludur.
EOKA değil Trabzon
  • Sezercik'in arasını koştuğu Çobanlı ve Bayraklı köylerinin gerçek hayatta ne kadar uzak olduğunu öğrenmek için Google Maps kullanacaktım. Köyler uydurulmuş ya la? Böyle köyler yok Google'a göre.
  • Sezer, EOKA'cıları kapana kıstırır. Türk askeri de Sezer'e adamı vurması için tüfek verir (Tekrarlayalım; Sezer daha 6-7 yaşında). Sezer, vuracak gibi olur vuramaz. Sonra da bu Türk askeri şöyle der: "Türk ulusunun çocukları bile aman diyene tetik çekmez!" İşte kıvrak zeka! Çocuk tetiği çekse "gitti Rum pislikler" diyecek adam tetik çekilmeyince ahlak dersi veriyor. Yaman askermişsin delikanlı. Sonra da Sezer'i "onbaşı" yaparak (fahri demek isterdim ama üniforma öyle demiyor) o kadar da zeki olmadığını maalesef yüzümüze vuruyor.
Sezercik'in üvey babasının çöplükte bulduğu kasket. Sinek mıknatısı
    Sezer ile Çavuş Ömer, Sezer'in manevi ebeveynlerinin mezarına jiple giderler. Bir yandan da radyodan Neşet Ertaş'ımsı bir şarkı çalmaktadır. Arkadan saz sesi gelirken biri bozlak okur. Sonra birden ses kesilir ve Sezer "ne de güzel okudun" der. Meğer Çavuş Ömer söylüyormuş şarkıyı! Eski beat box'çulardan olsa gerek. 
    Çavuş Ömer, bu şarkı olayından sonra Rumlar tarafından vurulur ve öldürülür. O sırada cebinden bir kağıt çıkarır. Öğreniriz ki Çavuş Sancaktar'a mesaj götürüyormuş. Yani savaş devam ederken, Bayraklı köyünden gelen bir mesajı savaşın merkezindeki Sancaktar'a götürme görevi üstü açık jiple kabak gibi ortada giden ve yanında bir çocuk onbaşı bulunan bir çavuşa verilmiş. Es kaza Sezer orada olmasa haber iletilmeyecek ve üç bölük kaybedilecek. Yo dostum yo, bu kadarı fazla. Ha bu arada Parola: Barış. İşareti: Süngü. Kavram kargaşası var.
  • En sevdiğim sahnelerden birine geçelim:

    Yanan bir ev, içinden gelen "imdat" sesleri. Bir Rum askeri, bebeği kundakta bir Türk kadınına ateş eder. Herhalde öldürecek diye düşünürüz ama senarist bizi şaşırtır. Çünkü kadına tecavüz edecektir. Ama niye o zaman silahla vurmuştur? Bilinmez.

    Sonra Sezer gelir, adam iş üstündeyken adamı vurur. Rum askeri yaralı halde silahını çıkarır ve Sezer'e yürür. Sezer, geri zekalı gibi silahını yere atmıştır. Adam ona doğru gelirken ise en güzel korunma yöntemi olan gözlerini kapamayı uygun görür. Neyse ki adam bizim göremediğimiz kanının kaybından ölmüştür.

    Kadıncağız şoktadır. Oğlunu ister. Mutlu sonla biteceğini zannederiz bu sahnenin. Ama bir ters köşe daha! Kadın, çocuğu Sezer'e emanet edip çat diye ölür. Sahnede yine kan yoktur. (Bence Rum askeri değil, Sezer'in kurşunu ikisini birden öldürdü. Diger türlü Rum tecavüz ederken Türk kadınının ölmesi gerekiyor... Off çok saçma, geçelim)
    Eğer bir Rum askeri bıçakla size saldırırsa, yapmanız gereken hareket.
  • Araya montajlanan Kıbrıs harekatının gerçek görüntülerinin tarihi önemi var ama bu kadar boktan kopyaları nereden bulmuşlar inanılır gibi değil.
  • Dikkat dikkat, filmde Günaydın Gazetesi'nin reklamı var ve bugün var olmayan bu gazetenin adı Show TV'de sansürlendi.
  • Filmin sonunda Lale, Sezer'in izini sürüyor ve kendisi hakkındaki bütün bilgileri öğreniyor. Buna rağmen Kıbrıs'taki askeri geçitte askerlerle yürüyen, daha sonra bütün geçenleri selamlayan o kahraman çocuğun Sezer olduğunu o kadar bakmasına rağmen anlamıyor. İnsan hiç mi şüphelenmez? Sonra Sezer'in adı kabak gibi okununca hemen oğlum diye koşuyor.
  • Bu arada ilginçtir, Sezer'in babasının nenesi Lale'ye filmin başında bir kolye vermiş ve Lale, bunu hayatımın sonuna dek saklayacağım demişti. Daha sonra film boyunca o kolyeyi (yanlış bilmiyorsam) bir kere bile görmedik.
  • Sezer ve Lale'yi oynayan Perihan Savaş'ın birlikte olduğu sahneler sadece 2 dakika falan sürmekte. Bu da Yeşilçam için çok farklı bir durum olsa gerek. Bundan mıdır bilinmez, ikili bir sene sonraki Bitirimler Sınıfı filminde yine beraber oynamış, Sezer büyüdüğü için sinema sektöründen yavaş yavaş çekilirken, Perihan Savaş ise İbrahim Tatlıses ile birlikteliğine doğru yola çıkmıştır.

Ben RTE

by 23:56:00
Ben Recep Tayyip Erdoğan,

Beşar Esed'in saldırılarını şiddetle kınıyorum ve Özgür Suriye Ordusu'nu Suriye'nin temsilcisi olarak muhattap alıyorum. Suriye'ye yapılacak bir saldırıyı destekliyorum. Ancak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi bir türlü karar alamıyor çünkü Rusya ve Çin bu karara veto uyguluyor. Ancak gidip Rusya ve Çin'e laf sokamıyorum. Birleşmiş Milletler hiçbir şeyi beceremiyor diyorum onun yerine. Rusya büyük güç çünkü. Enerji anlaşmaları yapıyoruz. %25 enerji bağımlılığımız var Rusya'ya.

Mısır darbesinin ardında dış güçlerin olduğuna inanıyorum. Bence İsrail var. İsrail, en büyük düşmanlarımdan birisi. Onlar öldürmeyi çok iyi bilirler. Gezi Parkı'nın arkasında da olabilirler. Ama ABD, bu açıklamalarıma sert tepki gösteriyor. Ne yapsam bilmiyorum. Mısır darbesine de darbe demiyorlar. Halbuki Obama çok iyi dostum. Suriye'ye girmeleri konusunda tam desteğimi sunacağım. Irak Savaşı'nda da sunmuştum ama tezkereyi meclisten geçiremedik. Destek verdiğim Amerikan işgali sırasında ABD askerlerinin bir kısmı Irak'ta tutuklulara bok yedirdi, tecavüz etti, masumları öldürdü. Pek sesim çıkmadı. Bizim askerlere yanlışlıkla çuval geçirdiler. Ona da pek sesim çıkmadı. Zaten darbe planı yapan askerlerini sevmiyorum. Onları hapse attırıyorum. Suçluların arasına gazeteci karıştırıp onları da hapse attırıyorum. Yani anlayacağınız, ezilen ve öldürülen Müslümanların haklarını savunurken, ABD'ye pek sesim çıkmıyor. İsrail'e çıkıyor, ABD de iki müttefiği arasında sorun olmasın diye aramızı düzeltmeye çalışıyor zaten. Çok sorun olmuyor.

Gezi Parkı'nda birkaç kişi öldü, arkalarından bir rahmet okumadım. Hopa'da biber gazının etkisiyle ölen emekli öğretmene de rahmet okumamıştım. Roboski'de ölenlerin faillerini de bulamadım. Çünkü Gezicilerin de Kürtlerin de arkasında ülkemizi bölmek isteyen dış mihraklar var. Mesela Kürtlere ABD silah satıyor. CNN International da Gezi olaylarını hep yayınlamıştı. Ama bir dakika. ABD benim dostum. Arap Baharı'nı da benim gibi destekliyorlardı. PKK ise bir terörist grup. Gerçi önderlerine "Sayın" demiştim zamanında. Müzakerelere de oturdum. Barış sürecini başlattım. Akil İnsanlar ve TRT Şeş gibi muhteşem iki adım attım. Kürtler daha ne istiyor anlamıyorum. Barış sürecinde ilerleme yokmuş diyorlar. Komşularımızdan biri Irak Kürdistanı oldu bu arada. Barzani'yle aramız iyi. Irak Kürdistanı'na lafım yok ama Suriye Kürdistanı olmaz. Halbuki onlar da Esed'e karşı. Ama ÖSO'ya da karşı. Zaten Sünni değiller. ÖSO'nun içinde bizim El Kaide var. Nasıl olsa İslami Terör olmaz demiştim. Onlar terörist değil o zaman. Onlara silah veriyorum. Ama onlar dostum ABD'yi vurmuştu. Hatta gelip 2003'te beni vurmuşlardı. Olsun Esed'e karşı olsun da. Ama kendimi dış mihrak olarak adlandırmam ben. Oradan bütün Ortadoğu'nun işine karışırım ama dış mihrak olmam çünkü ben eski Osmanlılar'danım. Benden olsa olsa iç mihrak olur.

İslam dünyasında çok seviliyorum. Ortadoğu'da ben ne dersem o olur. Yalnız Suudi Arabistan Kralı dostum Mısır'da darbecilerin yanında. Ona doğrudan ses çıkaramıyorum. Lübnan'da Hizbullah'ın desteğini de kaybettim. İran ile aramız iyi. Birleşmiş Milletler'in İran yaptırımlarına hayır demiştim. Gerçi şimdi onlar Esed rejiminin yanında. Desteklediğim ABD saldırısına karşı çıkıyorlar.

Halka seslenişimde Türkiye'nin bu dönemde çok iyi dostlar edindiğini söyledim. İbrahim Kalın ise durumumuza değerli yalnızlık demiş. Hiç de yalnız değiliz ki. Suriye'yle... yok Esed var, İran'la... yok Suriye konusunda atıştık, Mısır'la... pff darbeci onlar, Suudi Arabistan'la... pff darbeci dostu, ABD ile... darbe demiyorlar ve Gezicilere destek veriyorlar, Rusya ile... ya onlar da Esedci, İsrail ile... yok onlara da atar yaptım, Irak ile... ya Kürt sorununu halledemedik, AB ile... e onlara da Egemen gider yapıyor. Ya şimdi aklıma gelmedi ama elbette dostumuz vardır. Heh Kuzey Kıbrıs ile... yok ya onların da yeni hükümetine rest çektim. 

Pfff, neyse ya. Ülkemiz güçleniyor, ondan bizi çekemiyorlar! Bakın TL ne kadar güçlü! Ne, 1 dolar 2 TL mi olmuş? Neyse, ucuz benzinimiz var! O da 5 TL'yi mi geçmiş.. Borsa? O da mı düştü? Olsun toplu konut falan yapıyoruz ya işte. Hem bak sporda süperiz. Gerçi Dünya Kupası'na gitmemiz hayal. Hmm iki kulübümüz şikeden ceza almış UEFA'dan. Doping skandalları da cabası. Havasını attığımız U-20 Dünya Kupası'nı tarihinin en düşük seyirci sayısına ulaştırdık. Ya sporu geç zaten de sanatta da bir numarayız. Gerçi ucube heykelleri yıktırıyorum. Fazıl Say'ı da küstürdük ama olsun. Eurovision'da iyiyizdir herhalde. Ona da mı katılmıyoruz artık?

Ya şimdi böyle söyleyince ne dış politikada ne iç politika başarı varmış gibi gözüktü biraz ama siz ona bakmayın. Bizim mitinglere bakın. İnsanlar ne kadar mutlu bir şekilde bayraklarını sallıyorlar. İşte halk cevabını veriyor! Halk çok mutlu yönetimimizden! Sizin gibi elitistler, viskisini alıp devleti rakı masasında kurtaran ayyaşlara rağmen, biz ülkemizi gördüğünüz gibi en yukarı doğru çekiyoruz. Biz ülke yönetmesini de iyi biliriz!

Orta Doğu'da dökülen kan

by 22:23:00
Orta Doğu, Güneybatı Asya ve Afrika ile ilgili haberleri bir süre okuduktan sonra insanın ne kadar vahşileşebileceğine kayıtsız kalabiliyorum. Mesela "Irak'ta patlama" diye bir arama yapsam, üç haftada bir on kişiden fazla kişinin öldüğü katliamlar bulabilirim. Belli bir noktadan sonra maalesef "Irak'ta patlama" haberlerini şöyle hızlıca geçiyorum. Bu çok acı bir şey. Bu coğrafya da maalesef böyle bir coğrafya. İyiye gitme şansı da yok.

Üç semavi dinin de bu bölgeden çıkmış olması Orta Doğu'nun bu halde olmasının en büyük nedenlerinden biridir mesela. Orada var olan devletler, yeni bir dinin inananları ile hep savaşmıştır. Sonra o dinin inananları birbirleriyle savaşmıştır. Kutsal yerler paylaşılamamıştır. Bu dinlerin kutsal kitaplarında yazan ya da inananlarca bir şekilde yaratılmış kuralların getirdiği çarpıklıkların da Orta Doğu'nun bugünkü halinde sorumluluğu vardır. Bunun üstüne konuşmak da oldukça uzun sürecek bir sohbet olabilir.

Ama konuyu dinden bir süre soyutlayalım. Emperyal güçlerin tamamen kafalarına göre çizdikleri sınırların bugünkü problemlerin nedenlerinden biri olması konusunda hem fikiriz herhalde. Mesela Suriyeli diye bir kavram Suriye yaratılmadan önce, bildiğim kadarıyla, yoktu. Onun yerine Halepli, Şamlı gibi eyaletlere bağlı yaşayan insanlar vardı. Ürdünlü diye de bir şey yoktu. Onun yerine Kürtler diye bir şey vardı. Emperyal güçler toprakları kafalarına göre çizdikleri için bir kısmı Suriye'de, bir kısmı Irak'ta, bir kısmı da Türkiye'de kaldı. Suriye'ye bakıyorsun, Kürt dışında Aleviler, Dürziler, Sünniler var. Irak'ta Türkmenler var. Lübnan'da Maruniler ve Şiiler beraber yaşıyor. Mısır'da Kıptiler var (hatta ve hatta Sudan bile Mısır'ın parçasıydı bir ara). Sınırlar o kadar büyük problem ki hala çözülemiyor. Kuzey Irak ya da Irak Kürdistan'ı bağımsız oldu diyelim. Bu sefer Türkmenler'in durumu ne olacak? Kimseyi de yerinden edemezsin. Her ırkın hakkı korunsa aslında sıkıntı olmayacak ancak o anlayış maalesef bu bölgeye daha gelmiş değil. Lübnan'ın her etnik gruba bir pozisyon vermesi güzel bir sistem mesela. Ancak azınlıkken çoğunluk haline gelen Şiilerin hala meclis başkanlığı yaparken, ülkeden kaçanlar nedeniyle azınlığa düşen Marunilerin başkanlığı elinde tutmaları bir problem.

Hadi bir şekilde gökten bir el indi ve barış içinde yaşayan toplumlar yaratıldı. Bu sefer de petrol olayı işleri karıştıracak. İşin içine büyük güçler ve petrol firmaları girecek. Bak Suudi Arabistan'a. Ne kadın hakkı var, ne eşcinsel hakkı. Katı bir şeriat ile yönetiliyor. Arap Baharı'nda bu ülkelerdeki insanlara demokrasiyi öven bu büyük güçler, ne zaman yüksek sesle Suudi Arabistan'da reform olsun diye seslerini çıkardı? Bunun yerine Suudi kralının Batı liderleriyle iyi ilişkiler içinde olduğu malum. Düzen güzel işliyor: Suudi kralı petrolünü satıyor, Batı petrol akışından memnun, Suudi halkı da vergi vermiyor ve devlet ne zaman halkta rahatsızlık görünce o paranın bir kısmını halka veriyor. İlişkilerin iyi gitmediği Orta Doğu lideri de Saddam misali düşürülüyor yerinden.

Arap Baharı ise çok ilginç bir durum yarattı. Ben bu hareketlerin gerçekten halk tarafından başlatıldığına inanıyorum. Dış mihraklar teorilerine her zamanki gibi karşıyım çünkü Batı için güzel bir şekilde işleyen bir düzen vardı. Mesela Hüsnü Mübarek'in Batı hükümetleri için hiçbir zaman bir rahatsızlık kaynağı olduğunu düşünmüyorum. Kazanacağı belli olan ata oynamak önemlidir. Bu nedenle NATO olsun BM olsun bu halk hareketlerine tam destek verdi. Böylece hem demokrasiye destek verip, Irak ve Afganistan savaşları süresinde bozulan imajlarını düzeltecek hem de yeni hükümetlere destek verdiği için sistemleri devam edecekti. Klasik tabir ile devletin ordusunun olmadığı ama ordunun devleti olduğu Libya'da ise yaşanan zorluk nedeniyle her şeyi göze alıp hava saldırısı yaptılar. Kaddafi'nin ABD için bir tehdit olması bunu tetikleyen şeylerdendi zaten.

Tamam, demokrasi geldi. Sorunlar ise bitmedi. Demokrasi, iddia edildiği ve benim de desteklediğim sava göre, eğitimli halk kitlelerinde başarılı olabilecek bir sistem. Mesela Mısır'ın cumhurbaşkanı seçimlerine halkın yarısından azı katılmıştı. Öyle bir kültür yoktu onlar için. Ayrıca askeri vesayetin en büyük alternatifinin radikal İslam olduğu yerde, oy vererek getirdiğin liderin her şeyi daha kötüye götürme riski var. Mursi de gidip yeni anayasaya özgürlükçü maddeler yerine şeriat kanunlarını getirdiği anda işler karışıyor.

Şimdi Mısır kan ağlıyor her zamanki gibi. Tamam, radikal İslam karşı çıktığım bir ideoloji. Tamam, Mursi hatalar yaptı. Ama bu insanlar öldürülmeyi hak etmediler. Ordu, Mursi'nin otoriterleşmesine karşı, eyvallah. Ancak o insanları öldürmek seni de canavarlaştırıyor. Ha sen gelmişsin iktidara, ha Müslüman Kardeşler gelmiş.

Ben gerçekten barışçıl bir şekilde protesto ederlerken öldürülenlere çok üzülüyorum. Tahrir Meydanı'nda Mübarek'e karşı çıkarken öldürülenlere de darbeye karşı çıkarken öldürülenlere de çok üzülüyorum. Bu insanlar, özgürlükleri o ya da bu şekilde sindirilmiş o coğrafyada seslerini çıkartabilen kahramanlar benim gözümde. İran'da Ahmedinecad'a karşı çıkarken öldürülenlere de içim yanıyor. İsrail'in her bombalamasında hayatını kaybeden Filistinliler'e üzülüyorum. Saddam'ım kimyasal silah kullanırken öldürdüğü Kürtler'in hikayelerini okudukça da üzülüyorum ve bu dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğunu gösteriyor. Ama en çok da "ileri demokrasi"nin kol gezdiği, doğuyla batı arasında bir köprü olduğunu iddia eden, "Orta Doğu'nun gözbebeği" bir ülkede polis terörüyle ya da ellerinde sopalar ve palaların olduğu hayvanların öldürdüğü o gençlere üzülüyorum. Hepsi benim gözümde birdir.

Ve politik görüşüne göre bir yerde ölenlere rahmet dilemeden, ölüleri yarıştıran kim varsa hepsinden nefret ediyorum. Yaradılanı Yaradan'dan ötürü sevdiğini söyleyip, bazı ölülerin diğerlerinden daha önemli olduğunu ima edenleri gördükçe yaşamdan soğuyorum. "Spora siyaset karıştırmayın" derken, gol attıktan sonra Mısır'a mesaj gönderen futbolculara laf etmeyen (ki göndersin arkadaşım istediği mesajı, ona lafım yok) iki yüzlülerden de nefret ediyorum. Zalimin yanında durmayacaklarını söyleyenlerin Irak ve Afganistan işgallerinde masumları öldüren o askerlere destek için kendi askerlerini gönderdiklerini hatırladıkça da hallerine gülümsüyorum.

Ah şu toprağına yağmurdan çok kan dökülen zavallı Orta Doğu

Bir Roger Waters: The Wall kritiği

by 13:59:00
Pink Floyd vs. Roger Waters

Dün gece dünya gözüyle Roger Waters'ı da görmüş oldum. Kendisi Pink Floyd dolayısıyla hayatımda önemli bir figür olmuş biri. Pink Floyd'u (maalesef) asla canlı izleyemeyeceğimiz için, Roger Waters'ı izlemek Pink Floyd'u izlemek gibi bir şey oluyor. Benzer duyguyu Paul McCartney'i izlediğimde de hissetmiştim. Sanırım ölmeden önce canlı izlemem gereken gruplar listesinde tek kalan isim Iron Maiden oldu böylece.

Ama şu da bir gerçek ki hiçbir zaman Waters'ın bir hayranı olmadım. Kendisinin müthiş bir şarkı sözü yazarı ve bestekar olduğundan şüphem yok. Enstrümanistliği de ortalamanın üstündedir. Vokal tekniğinde kendine has bir tını vardır. Yine de Waters - her ne kadar yaşlandıkça düzelse de - çoğu büyük müzisyen gibi aşırı egodan, bencillikten muzdarip bir adamdır. Bir grup içinde beraber çalması en zor adamlardan biri olsa gerek.


"The Wall" albümüne gelirsek, bir başyapıt olduğu inkar edilemez. Benim de lise yıllarında kasedini alıp, bol bol döndürdüğüm bir eserdi, ki filmini de kaç kez izlemişimdir bilmiyorum. Amma velakin, resmi olarak bir Pink Floyd ürünü olarak görünse de The Wall aslında bir Roger Waters albümüdür. Ne klavyeci Richard Wright'ın ne de baterist Nick Mason'ın emek verdiği, Gilmour'un da oldukça pasif kaldığı bir albümdür. Bir sonraki albüm The Final Cut'da bu durum bir adım daha ileri gidecektir zaten. Bu nedenle Pink Floyd'u çok sevmeme rağmen The Wall albümünün en iyi Floyd albümü olduğunu iddia etmem, aksine grubun geleceğine çok kötü bir darbe vurduğunu iddia edebilirim. Grup içindeki ilişkiler bu albümün kayıtları sırasında iyice bozulmuş, albümün turnesi ile çok fazla insana ulaşabilseler de yüksek masraflardan dolayı zarar etmişlerdir.

Ama bu durumun üstünden 30 yıl geçti ve dünya değişti. Artık bir yerden bir yere gitmek daha kolay. Teknoloji gelişti ve daha önce hayal bile edilemeyecek animasyonlar ve sahne şovları bugün yapılabiliyor. Öte yandan ise The Wall albümünün anlattığı konularda bir eskime olmadı. Bu da Roger Waters'ın 30 yıl sonra (1990 Berlin konserini saymazsak) 1979-80 yıllarında yaptığı şovun neredeyse aynısını, daha iyi imkanlarla sunmasını sağladı. Roger Waters bundan önce de The Dark Side of the Moon albümünün tamamını çaldığı bir turne yapmıştı. Bazıları eskinin ekmeğini yiyor diye eleştirebilir Waters'ı ama ben kendisinin içinde ukte kalan bir şeyi tamamlamak istediğine inanıyorum.

Duvarı inşa ederken

Konser 20 dakikalık bir gecikmeyle başladı ki güneşin daha tam batmamış olması nedeniyle bu duruma sevindiğimi söyleyebilirim. Oturduğum yer (ki stadyumun en arkasıydı) devasa projektör ile görüş açımı engellediği için konser başlayınca benzer durumdaki insanlar ile koşa koşa daha iyi bir görüş açısının olduğu boş yerlere geçtik. Konser alanı genel olarak kalabalıktı. Yalnız saha içinde az insan vardı ki buradan Almanların oturarak konser izlemeyi daha çok sevdiğini çıkarabiliriz. Saha içinde yanında insanlarla daha farklı bir havaya giriyorsun ama The Wall gibi görselliği ön planda olan bir şovda bütün sahneyi görebilmen önemli oluyor. Bu nedenle en arkalarda ve dolayısıyla en yukarıdan şovu izlemek önemliydi.

"In the Flesh?" çok gaz bir başlangıç şarkısı. Waters'ın bir diktatörü oynadığı bu temsili Almanya'da izlemenin yeri ayrı oldu benim için. Patlamalar, duman falan derken duvara giren o uçağı da dünya gözüyle görmüş olduk. Bu arada stereo ses sistemi muhteşemdi ki gerçekten tepemizden uçak geçtiğini düşünebiliyordun. Ses bazen sağdan değil de soldan geldiğinde bütün insanlar istisnasız "orada bir şey mi oluyor?" diye o tarafa döndü ve bu refleksi ilginç bir şekilde bütün konser sürdürdüler. Bu arada duvara çarpan uçak olayını daha önce Waters'sız Pink Floyd, Pulse konserlerinde yapmıştı. O konserdeki yuvarlak ve ışık saçan ekranın bir benzeri de The Wall konserinde vardı. Waters, eski arkadaşlarından biraz fikir mi çalmış acaba?




Sonra uzun bir süre savaşta ya da - Waters'ın Almanya'da da dediği gibi - devlet terörüyle ölenleri andığımız bir bölüme geçtik. Tabii bu sırada "The Happiest Day of Our Lives" ve "Another Brick in the Wall Part II" ile eğitim eleştirisini yapmayı unutmadık. O meşhur öğretmen figürü kocaman bir balon olarak sahnede yer aldı. Konserde gerçekten iki kez duygulandığım anlardan birisi bu andı. Lisede dayımın Echoes: The Best of Pink Floyd CD'sinden sevdiğim şarkıları kasede kaydetmiş ve bol bol kendi küçük best of'umu dinlemiştim. Özellikle the Happiest Day benim için çok değerliydi ve sahnede bunu canlı canlı izliyor olmak muhteşemdi.

"Mother" hiçbir zaman The Wall'daki favorilerimden olmadı ki albümün en iyi şarkı sözlerinden birine sahip. Lakin, canlı performansı hiç bitmesin istedim. Waters, şarkıyı 1980'deki haliyle düet olarak söyledi. Bu sırada o dönemde ne kadar boktan bir durumda olduğunu da itiraf etti ki bu adam geç de olsa büyüdü diyebiliyorum artık kendisi hakkında. Duvara yansıtılan klasik anne avutmaları farklı farklı dildeydi ki hemen gözüm Türkçe'sine takıldı. Notunu alabildiklerim şunlar: "Kaygılanma, her şey düzelecek. Analar en iyisini bilir." Anne, en güzel sözlerini duvarda söylerken, arkada rahatsız edici bir şekilde takip eden güvenlik kamerası güzel bir ironiydi. Tam da önümde tamamen sahneye dönmek yerine, oğluna doğru dönen ve elini onun koltuğuna atan bir anne vardı. "Aha, işte Waters'ın bahsettiği kadın" dedim içimden. Genellikle anneye övgü şarkılarına alışmış insanları verilen en güzel anne şarkılarından biri olan Mother, benim için gecenin en güzel anlarındandı.

"Goodbye Blue Sky", filmdeki kadar olmasa da yine de güzel bir animasyonla karşımıza çıktı. Savaş uçakları tarafından bizi uyuşturmak için gönderilen dini ve maddi sembollerin arasında gözüken Mercedes, Almanlar'dan alkış aldı. Türkiye konserinde de İslam'i simgeleyen hilal-yıldız alkış almış. İnsanlar kendilerine ait bir sembol gördükleri için mi yoksa "bizim kazmalıklarımızı ne güzel yansıtmış" diye mi alkışlıyor emin değilim. "Empty Spaces"ta filmdeki animasyonun aynısını gösterdiler ki kadın-erkek ilişkilerini anlatan en iyi şeylerden biri olabilir. "What Shall We Do Now?" en sevdiğim The Wall şarkılarındandı (ki albümde yok aslında) ve güzel bir şekilde söylendi. Sonra "One of My Turns" dışında dinlemekten çok sıkıldığım The Wall şarkıları arka arkaya geldi. Niyeyse One of My Turns de çok zevk vermedi bana. Hele "Don't Leave Now" adlı şarkı Floyd'un en boktan şarkısı olabilir. Düşündükçe içimi afakanlar basıyor. Ama bu arada duvar adım adım ve seyirciye pek çaktırılmadan inşa ediliyordu. Orijinal labümde yer almanyan "The Last Few Bricks" de adı üstünde çalışanların son tuğlaları yerleştirmek için vakit kazanması için güzel bir eserdi. "Goodbye Cruel World" ile de son tuğla yerleştirildi.

Duvarın içinden

15-20 dakikalık arada hayatını bir mücadele uğrana kaybedenlerin fotoğrafları ve yaşam öyküleri duvarda paylaşıldı. Oturduğum yerden okuyamadım tabii ama Gezi şehitlerimizi o duvarda görmek beni hüzünlendirdi. Özellikle Abdullah Cömert'in o gülen fotoğrafı çok koyuyor bana. Umarım o sevecen bakışıyla dünyanın her yerinde acımasızca öldürüldüğünü herkese duyurur.

İkinci bölüm "Hey You" ile başladı. Çok cesur bir hareket ile bu şarkıyı duvarın arkasından söylüyor grup. "Is There Anybody Out There?"de de duvarda bir delik açılıp Waters, orada biri olup olmadığını arıyor. Sonra benim beni tanecik şarkılarımdan "Nobody Home" vaktiydi. Waters, evinde boş boş çalışan televizyon karşısında şarkısını çok güzel bir şekilde söyledi. "Vera" ve "Bring the Boys Back Home" da beni gerçekten duygulandıran ikinci andı. Vera Lynn, bir şarkıcı. Ama 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere hükümeti tarafından askerlere ve ailelerine moral vermek için kullanılıyor. Lynn, dinleyenlerine "güneşli bir günde" aileleriyle buluşacaklarını söylüyor. Ama Waters'ın babası 2. Dünya Savaşı'nda ölüyor ve buluşamıyorlar. Şimdi Waters soruyor: "Kim hatırlıyor Vera Lynn'i. Hatırla bize nasıl demişti güneşli bir günde buluşacağımızı". Duvarda da aileleriyle buluşan askerler var. Bring the Boys ise o görkemli korosuyla tüyleri daha en başından diken diken edip sonuna kadar öyle götürüyor. 

Vera Lynn'in nerede olduğunu Waters'a söyleyeyim. Türkiye'de. Burada da otorite ne derse onu destekleyen, sanata bir gram katkıda bulunmayıp, devletin kuklası olan sanatçılar var. Darbe olunca bayraklar giyip "Türkiyem Türkiye cennetim!" diyen, 28 Şubat döneminde "bu vatan bizim ellerin değil" diye şarkı söyleyip Ahmet Kaya'ya çatal fırlatan, AKP döneminde de "plan yapmayın plan" diye terleyen tipler var. Ama bugün kimse Vera Lynn'in bir şarkısını hatırlamıyor ama Waters'ın çağrısı yıllardır söyleniyor. Yukarıda saydığım tipler de yıllar içinde kaybolup gidecekler, dünyaya hiçbir olumlu iz bırakmadan.

"Comfortably Numb" da Gilmour'suz olabilecek en güzel şekilde çalındı. Özellikle o efsane ikinci soloda duvar üstündeki animasyonda tuğlaların dağılıp o rengarenk gökyüzünün ortaya çıkması muhteşem bir andı.

Duvarı yıkmak

"The Show Must Go On" ile diktatörlüğe geri döndük. "In the Flesh"te Roger, bak bu Yahudi, bu ibne diye insanları fişlerken spot ışığının bir yerlerde durması güzeldi. "Run Like Hell", Waters'ın da gazlamasıyle Almanlar'ın en sonunda el çırparak bir hareket gösterdigi yerlerden biri oldu. Albümde dinlemesi çok zevkli olmasa da Run Like Hell tam bir konser şarkısı. Animasyonları ve Roger Waters'ın o animasyonlara eklenmesi çok profesyoneldi. "Waiting for the Worms" da "Hammer! Hammer!" sesleri ile ortalığı inleten süper bir andı.

Sonra "Stop!" geldi, kısacık ve vurucu. Daha sonra da "The Trial" başladı. Waters burada sesini çok güzel bir şekilde mahkemedeki değişik karakterler için farklı farklı kullandı. Animasyonlar ise filmdeki klasik animasyondu. Yargıç, "duvarı yıkın!" dediği anda bende duvar nasıl yıkılacak diye bir heyecan aldı. Bende uyandırdığı kadar heyecanlı bir şekilde yıkılmasa da duvar, yine de insanın içini hareketlendirmiyor değildi.

Sonra da "Outside the Wall" geldi. Melodisi çok tatlı bir şarkıdır. Roger Waters da trompet (off hep karıştırıyorum şu aleti, üflemeli olan işte) çaldı ki birkaç nota farklı basarak, bu işlerin adamı olmadığını gösterdi. Sonra kardeşçe konser bitti.

Bu arada hep söylemek isterim: The Wall filminin sonunda Outside the Wall kısmında gösterilen çocuğu hep kendi çocukluğuma benzetmişimdir. Amerikan kesim saçtan dolayı herhalde. Bunu da burada kanıtlamak istiyorum.

Acaba hangisi benim?
Duvar yıkıldı, ya sonra?

Bu konser de böylece bitti. Orijinal albümde olmayan ama The Wall'un konser albümü ya da filminde olan şarkıların çoğu çalındı. Ama konsere çok yakışacak "When the Tigers Broke Free" nedense yoktu. Hatta ve hatta, "The Final Cut"ta "The Wall"un devamı sayılabilecek şarkılar da konsere eklenebilirdi. Sağlık olsun diyelim.

Peki Roger Waters bundan sonra ne yapacak? Kendisi yaratıcılığını kaybetmiş bir adam. Son solo albümü 1992'de çıkmış. Arada bir opera albümü var gerçi. 1992'den bu yandan 5'ten fazla yeni şarkı yazmamıştır. Dark Side ve The Wall'dan sonra yine "In the Flesh" turundaki gibi best of tadında konserlere çıkabilir, ki herhalde bunu yapacaktır. Ama yeni ve güzel şeyler üretmesi elbette tercihimizdir. Bak David Gilmour'a, adam 2000'lerde yeni bir albüm, konser albümleri falan derken bir şeyler üretti.

Ha, beraber sahneye çıkarlar mı? Sanmam. Richard Wright'ın ölümünden sonra bir Pink Floyd birleşmesine gerek kalmadı zaten. İkisinin bir arada bizi heyecanlandıracak bir albüm yapma olasılığı da pek yok. Nick Mason da kendi kabuğuna çekildi.

Bütün yazı boyunca adını anmasak da canım Syd Barrett'a da buradan selam göndererek bu yazıyı bitirelim artık.

Bülent Ortaçgil külliyatı

by 23:32:00

Bu aralar tekrardan Bülent Ortaçgil'e sardım. Daha doğrusu, bir otobüs yolculuğunda, biraz teğet geçtiğim "Sen" albümünden Denize Doğru'yla uzun bir aradan sonra karşılaştığımdan beri böyle gidiyor. Tabii sadece yeniler dinlenmiyor bu esnada, eski hikayelere de şöyle bir gidiyorum.

Hangi kedilerdensiniz?

Aslında Ortaçgil'in hikayesi Bebek'te "Yağmur" ile başlıyor. Kendisinin yazdığı bir şiir değil Yağmur. Arthur Lundkvist'in bir şiiri, Ata Karatay çevirmiş. Genç Ortaçgil de bugünün Boğaziçi Üniversitesi'nin yakınlarında kaydetmiş şarkıyı. Şarkının sözleri Ortaçgil'in yazdıklarından da çok farklı değil. Sonra, kısacık bir "Anlamsız" var. İlk 45'liği. Daha sonra da "Benimle Oynar Mısın?" geliyor. Rüya gibi bir albüm. Hiç tanınmamış amatör bir şarkıcı için fazla güzel bir düzenleme yapılmış albüme. Şarkılar zaten usul usul akıyor. Arka planda da sakin bir gitar ve bir piyano. Ara ara oraya çıkan yaylılar ve üflemeliler. Belki de melodilerin, sözlerin önüne geçtiği tek Ortaçgil albümü. Mesela "Benimle Oynar Mısın?" şarkısındaki piyano solo nasıl yazılmış, inanamıyor insan. O kadar nota, inci gibi dizilmiş arka arkaya.

"Sen Varsın" şarkısında ise ilk kez politik yüzünü çaktırmadan göstermiş Ortaçgil. "Yanımda, uzağımda, yarınımda bilmediğim, yaşanmış sayfalarda sen varsın" diyerek başlayan şarkı sanki bir aşk şarkısı gibi geliyor ama sonra "Yükselen alkışlarda, yumruklar tekmelerde, acılar, hasretlerde sen varsın" dediği anda ışık yanıyor kafada. Zaten yıllar sonra mor ve ötesi de Ortaçgil'den bu şarkıyı yorumlamayı seçecekti.

Ama benim favorim Kediler'dir. Dershaneye gidip büyük adam olmaya çalışırken, bana az eşlik etmemişti karanlık kış gecelerinde güneş doğmadan uyanılan haftasonlarında.

Sabahları okumakla, akşamları düşünmekle, gündüzleri konuşmakla, geceleri çalışmakla, yorgun gözleri, şişmiş elleri büyük kediler varmış. Siz kardeşler hangi kedileri seversiniz? Hangi kediler gibi yaşamak istersiniz? Sevimli, uslu, sesli, hırslı... hangi kedilerdensiz? 


Güneşin aynasında biz

Tabii ki de albüm satmıyor ve Ortaçgil piyasadan kayboluyor. Kimya şirketlerinde yöneticilik yapıyor, Norveç'e gidiyor, yapamıyor geri dönüyor. Sonra da bir başka büyük usta Fikret Kızılok ile Çekirdek Sanatevi'ni kuruyorlar. Çekirdek dönemi benim için çok özel bir dönem. Müziği doğallığına inanırım. Bu nedenle Syd Barrett'i severim. Çok süslü ve hatasız kayıtlardansa, hatalı ve olduğu gibi çalınan şarkıları severim.

Ortaçgil'in ikinci dönemi Çekirdek Sanatevi dönemi denebilir. Çünkü bu dönemdeki şarkılar aklı havada şarkılar değildir. "Benimle Oynar Mısın?" çocukluğu kaybolmuştur. İlk adıyla "Sen, Ben ve Değirmenler" bu dönemde kaydedilir mesela ilk kez. Memuriyetin sıkıntısını yansıtan "Zamana Sıkışmış" da bu dönemde çıkmıştır. Dün, bugün ve yarın tarafından baskı gören bir adamın hikayesidir o. Dün, şairin boynuna ipi atmıştır ama şair bunu çözmek zorundadır. Yarın, şair ile elele koşar ve şair onu görmek zorundadır. Bugün ise omzuna çökmüştür ama şair onu yaşamak zorundadır. Burada da görüldüğü ve "Sevgi" şarkısının başında da dediği gibi Ortaçgil artık müziği önce yazıp, sözlerle daha çok uğraşmaya başlar. İlk kez de "Deniz Kokusu" getirir (hatta ilginçtir, bu şarkıdan önce kendisini kent çocuğu olarak tanıtır) ve yıllar içinde bunun ne kadar artacağını göreceğizdir.

Kızılok'la da beraber albümler çıkar. "Bizim Şarkılarımız"ın manifestosu çok iyidir mesela. "Biz şarkılarımızı yarıştırmayız tazı gibi. Bizim şarkılarımız rüzgarlara söylenir usulca". Ortaçgil, bu dönem çok kişisel şarkılar kaydeder Kızılok'la beraber, ki doğrusunu söylemek gerekirse "Biz Şarkılarımızı..." albümündeki şarkıları bana çok çekici gelmemektedir. Öte yandan "Pencere Önü Çiçeği" favori albümlerimden biridir. "Pencere Önü Çiçeği" ve "Bir Nihavend Yalnızlık" benim için eski ahşap evlerin kardeş şarkılarıdır. "Uyusun da Büyüsün", Kızılok'un da iteklemesiyle, Ortaçgil'in o zamana kadar söylediği en politik şarkıdır. Büyük ölçüde Kızılok bestesi olsa da Ortaçgil tarafından daha sonraki konserlerinde bol bol söylenmiştir.

Ama bu ortaklığı asıl gerçeği "Güneşin Aynasında"dır. Nedense bana bir Kızılok şarkısıymış gibi gelse de söz ve müzikte ikisinin de adı vardır. Sözlere bir Ortaçgil eli değişmiş olsa gerek.

Güneşin aynasında biz, bizde bir düş. Düşte bir çocuk, çocukta yol. Yolda toz, tozda avuç, avuçta kader. Kaderde sen, güneşte akşam oluyor. Ben düşünürken.



O dönem kaydedilen çocuk şarkıları albümü 2007'de çıkıyor. Gerçi bunlar "sözde" çocuk şarkıları. "Sıfır olmak ne zormuş, başında biri gerek. Milyon bile olsan da para etmiyor demek" ya da "Olmadı deseler de, bir silgi bulup silseler de, akşam erken yatıp sabah erken kalkıp, yeniden boyasak". Zaten albümün de adı "Büyükler İçin Çocuk Şarkıları" olunca taşlar yerine oturuyor.

Adam olmayan şarkılar ve yeni bir perde

Tabii ki büyük egolu iki adam belli bir yerden sonra daha fazla beraber çalışamıyor ve Ortaçgil'in "2. Perde"si başlıyor. İlk albümündeki gibi Onno Tunç ile beraber çalışsa da bu şarkıların neredeyse tamamen bilgisayarda kaydedilmiş olması, o Çekirdek zamanı doğallığını götürmüş ve ortaya (benim için) tatsız bir eser çıkmıştır. Neyse ki Ortaçgil buradaki şarkıları konserlerinde, ve sonrasında "Eski Defterler" albümünde, daha güzel bir düzenleme ile okumuştur.

Ortaçgil'in Kabe'si "Bozburun"un o muhteşem şarkısı bu albümdedir. O kıpırtısız deniz, uğultusuz şehir ama için kıpır kıpır bir insanın resmi çizilmiştir bu şarkıda. Ama benim favorim Çığlık Çığlığa'dır.
Seni sevdiğimi anladığım günden beri gökyüzü değişti, geceler değişti. Çocuklar bile bana çiçek diye baktılar. Yaşıyor muyuz? Unutacak mıyız yoksa çığlık çığlığa?
"Oyuna Devam" ise ismen "Benimle Oynar Mısın?"a gönderme olsa da o dönemin şarkılarına benzer şeyler içermez. Ama en azından 2. Perde'den bir ayrılışın simgesi olarak adlandırılabilir. Aşkın kudretini anlatan "Aşk Nereye Kadar?" çok güzeldir mesela. Kardeşi bir matematikçi olan Ortaçgil'in bu şarkıdaki "bütün değerlerin geometrik artar" sözü İntegral şarkısından da önce matematiğe yapılanmış bir göndermedir. Ortaçgil, sesini politik olarak da yükseltmeye başlamıştır. "Sormamalısın, hiç yormamalısın, eleştirmemelisin, hiç seçmemelisin" diye başladığı "Yasak" buna bir örnektir. Müzikal olarak beğenmediğim bir şarkı olsa da, "Kızıma Mektup" içtenliği ve "Diyeceğiz sana insan hakları. O gün sakın açma gazeteleri. Diyeceğiz sana kardeşlikten barıştan. Dakikada binler ölüyor açlıktan demeyeceğiz tabii" gibi doğal sözleri ile dikkat çeker.

Ama benim canımdan can olan şarkı tabii ki de "Bu Su Hiç Durmaz"dır. Leman Sam bu şarkıya azıcık ayıp etti, Gülben Ergen bile söylemeye çalıştı ama hiç kimse bu güzel şarkıyı rezil edemedi. Kendi kurduğumuz barajlar bile o içimizdeki akıntıyı durduramıyor bazen
Nar gibi güzelliğin gizliydi, vereceklerin fazlaydı. İnsanlar anlamadılar. Sustun sustun konuşmadın. Sonra kaçtın arkana bakmadan. İnsanlar şaşırdılar. Sen hep kendine önemler aldın. Ben kendime yasaklar koydum. Önümüzde barajlar var. Bu su hiç durmaz.
Sırada adam olmayan şarkılar vardır. "Bu Şarkılar Adam Olmaz"ın prodüksiyonu ise ne 2. Perde ne de Oyuna Devam gibidir (Her şekilde 2. Perde'den iyidir zaten). Şarkılar da bu albümden çok farklıdır. "Adam Sen De" çok iyidir mesela. "On yedisinde çocuk var içeride. Acaba ne diye? Yargıçlar gülsün. Çeyrek var yüzyılı devirmeye ama bizde 'Hayır sırası değil!' Adam sen de. Adam nerde? Adam yok!" der mesela. Her meslek grubuna lafı sokup, eski arkadaşı Mazhar Alanson'a da lafı çakar. O dönem bir yarışma programı sunan Mazhar'a, "Gemiler yürümüyor kaptan. Bütün köşeler bizi bekler. Neden Mazhar?" diye sorar. "İntegral" de eleştiri dolu bir şarkıdır: "Çalışan kazanırdı, öyle derdi büyükler. La Fontaine'nin karıncaları bile şaşkın. Havai mavi pek moda ya da hercai menekşe. Özet olarak köşe dönmece". "Bu Şarkılar Adam Olmaz"ın "Sözümüz bitince Nazım'a sığınmadık" selamını severim.

Tabii ki klasik Ortaçgil şarkılarından da içerir albüm. Ortaçgil'in kuş sevdası "Bir Kuş" şarkısı ile yine ortaya çıkar. "Yolculuk" da "Sen bir kuştun" diye başlar. "Dalyan" ise gelecekteki "Denize Doğru" şarkısına gönderme yaparcasına "Denize doğru yüzlerce yol var, ama hangisi doğru, hangisi çıkmaz?" der. Demek ki Ortaçgil, seneler içinde denize doğru giden doğru yolu bulmuştur. Ortaçgil'in en bilinen şarkısı "Sensiz Olmaz" da bu albümdedir. "Çiçekler Su İster" de eğlencelidir.



Şarkılar bir oyundur çoğu zaman

"Light"a geldiğimiz de ise yıl 1998 olmuştur bile. Ancak bu albüm benim çok fazla üstünden geçemediğim albümlerdendir. "Bir Başka"nın melodisi güzeldir mesela. Keza "Aşk Var". Bu şarkının sözleri de pek iyidir. Dünya ya da insanlar ne kadar boktan olsa da aşkın olduğunu anlatır. "Kimseye Anlatmadım"ı herkes çok sever ama benim radarıma girmemiştir. "Normal" ise en kral politik Ortaçgil şarkısıdır: "'Peki' dedim 'ya Türkiye?', dedi 'normal'. 'ya AB?' diye sordum, dedi 'çok normal'. 'peki ya ABD?', dedi ki 'normal'... biri anlatsın hemen, nedir bu normal? canım sıkıldı artık, yoksa ben miyim anormal?". "Olmaz"da da "ülke sarsılıyor ve umrunda değil. Umrunda olsa bile eski durumunda değil" derken de "Normal"e bir gönderme var gibi geliyor.

İki şarkının ise bende ayrı yeri vardır. Biri "Mavi Kuş". Bana Ortaçgil'i sevdiren şarkıların başında gelir. "Oysa güzel şarkıları vardı yıldızlara ve denizlere ama söylemiyor ki bizlere, susuyor". Bir Ortaçgil kuşudur Mavi Kuş da, azıcık üzgün ve kırgın. Ortaçgil ise ona uçması için yardım eder. Diğer şarkı da "Eylül Akşamı". Bir kısmını alıp, o güzelim eseri bozmayayım şimdi. Zaten gereğinden fazla bilinen bir şarkı oldu.

Ama ama her şeye rağmen benim "Şarkılarım Senindir". Aman Tanrım, o nasıl bir şarkıdır.

Özenle seçilmiş sözcükler, yüzlerce aday arasından. Sıkıştırılmış bir tuğla gibi, artık ayıramazsın birbirinden. Şarkılar bir şiirdir çoğu zaman. Ben bir şairim işte o zaman.

 Son dönem Ortaçgil

Doğrusunu söylemek gerekirse "Gece Yalanları" benim gözümden kaçmış bir albümdür. Tamam "Bir Tek Sen Yalanı", Ortaçgil'in en muzip şarkısıdır. "Çoktular ama Hiç Yoktular" Ortaçgil'in kendisinin de çok sevdiği bir şarkıdır. "Nereye Sokağı" zaten eskilerden gelme bir şarkıdır. Bir gün belki bu albüm hakkında daha uzun bir şeyler yazabilirim.

Ama beni asıl heyecanlandıran Denize Doğru şarkısının bulunduğu "Sen" albümüydü. Öyle bir albüm ki "Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına. Çakıl taşlarını suya atarımdiye başlar ve o deniz havasını verir. Sonra albümün genelinde olacağı gibi yaylılar alır götürür. Ortaçgil'in artık canı yanmaz çünkü denize açılmayıp, denizin kıyısına oturup keyif çatar. Sonra "Denize Doğru" başlar: "Çözdüm, her şey çok basit denize doğru. Üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya. Zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya. Denize doğru". Bilgeliğin ve azıcık da ukalalığın şarkısıdır bu. "İstediğini Yap"ı atlayabiliriz. Sonra çok hoş bir nakarata sahip "Sen Sorumlusun" geliyor. Cam buğularına sevdiğinin adını yazan bir adam var karşımızda ama bu adamın suçu değil, çünkü o sorumlu bundan! Sonra "Acıtır" gelir, yani nakaratı bir ayrı hoş şarkı. Gerçi bunu da Sertab Erener katletmeye çalışmıştı bir zamanlar. "Adalar" da bir başka deniz içeren Ortaçgil şarkısıdır. "Telefon" ise farklı bir çağda yaşamanın zoruluklarını anlatır.

Bu şarkıdan sonra ise "Ayrıntılar" başlar. Belki de Ortaçgil kariyerinin en görkemli şarkısı.

Hep çok şey istedim, beğenilmedim. Sevenler de oldu, bu kez ben kaçtım. Birkaç kez aşık oldum, her şeyi yıkıp geçtim. Daha çok gençtim, farketmemiştim. Yaşadık, öğrendik, herkes başka biçimde. Taşırım hala ayrıntıları içimde.
Bu şarkıdan sonra 60lardan kopup gelen "Niçin?" de acapella "Sen Ben" de bu şarkının etkisini atamaz içinden. Sonra ne mi olur? Ortaçgil külliyatını baştan dinlemeye başlarsın, arada gözden kaçanlar olmuş mu diye.




Blogger tarafından desteklenmektedir.