Bir Roger Waters: The Wall kritiği

Pink Floyd vs. Roger Waters

Dün gece dünya gözüyle Roger Waters'ı da görmüş oldum. Kendisi Pink Floyd dolayısıyla hayatımda önemli bir figür olmuş biri. Pink Floyd'u (maalesef) asla canlı izleyemeyeceğimiz için, Roger Waters'ı izlemek Pink Floyd'u izlemek gibi bir şey oluyor. Benzer duyguyu Paul McCartney'i izlediğimde de hissetmiştim. Sanırım ölmeden önce canlı izlemem gereken gruplar listesinde tek kalan isim Iron Maiden oldu böylece.

Ama şu da bir gerçek ki hiçbir zaman Waters'ın bir hayranı olmadım. Kendisinin müthiş bir şarkı sözü yazarı ve bestekar olduğundan şüphem yok. Enstrümanistliği de ortalamanın üstündedir. Vokal tekniğinde kendine has bir tını vardır. Yine de Waters - her ne kadar yaşlandıkça düzelse de - çoğu büyük müzisyen gibi aşırı egodan, bencillikten muzdarip bir adamdır. Bir grup içinde beraber çalması en zor adamlardan biri olsa gerek.


"The Wall" albümüne gelirsek, bir başyapıt olduğu inkar edilemez. Benim de lise yıllarında kasedini alıp, bol bol döndürdüğüm bir eserdi, ki filmini de kaç kez izlemişimdir bilmiyorum. Amma velakin, resmi olarak bir Pink Floyd ürünü olarak görünse de The Wall aslında bir Roger Waters albümüdür. Ne klavyeci Richard Wright'ın ne de baterist Nick Mason'ın emek verdiği, Gilmour'un da oldukça pasif kaldığı bir albümdür. Bir sonraki albüm The Final Cut'da bu durum bir adım daha ileri gidecektir zaten. Bu nedenle Pink Floyd'u çok sevmeme rağmen The Wall albümünün en iyi Floyd albümü olduğunu iddia etmem, aksine grubun geleceğine çok kötü bir darbe vurduğunu iddia edebilirim. Grup içindeki ilişkiler bu albümün kayıtları sırasında iyice bozulmuş, albümün turnesi ile çok fazla insana ulaşabilseler de yüksek masraflardan dolayı zarar etmişlerdir.

Ama bu durumun üstünden 30 yıl geçti ve dünya değişti. Artık bir yerden bir yere gitmek daha kolay. Teknoloji gelişti ve daha önce hayal bile edilemeyecek animasyonlar ve sahne şovları bugün yapılabiliyor. Öte yandan ise The Wall albümünün anlattığı konularda bir eskime olmadı. Bu da Roger Waters'ın 30 yıl sonra (1990 Berlin konserini saymazsak) 1979-80 yıllarında yaptığı şovun neredeyse aynısını, daha iyi imkanlarla sunmasını sağladı. Roger Waters bundan önce de The Dark Side of the Moon albümünün tamamını çaldığı bir turne yapmıştı. Bazıları eskinin ekmeğini yiyor diye eleştirebilir Waters'ı ama ben kendisinin içinde ukte kalan bir şeyi tamamlamak istediğine inanıyorum.

Duvarı inşa ederken

Konser 20 dakikalık bir gecikmeyle başladı ki güneşin daha tam batmamış olması nedeniyle bu duruma sevindiğimi söyleyebilirim. Oturduğum yer (ki stadyumun en arkasıydı) devasa projektör ile görüş açımı engellediği için konser başlayınca benzer durumdaki insanlar ile koşa koşa daha iyi bir görüş açısının olduğu boş yerlere geçtik. Konser alanı genel olarak kalabalıktı. Yalnız saha içinde az insan vardı ki buradan Almanların oturarak konser izlemeyi daha çok sevdiğini çıkarabiliriz. Saha içinde yanında insanlarla daha farklı bir havaya giriyorsun ama The Wall gibi görselliği ön planda olan bir şovda bütün sahneyi görebilmen önemli oluyor. Bu nedenle en arkalarda ve dolayısıyla en yukarıdan şovu izlemek önemliydi.

"In the Flesh?" çok gaz bir başlangıç şarkısı. Waters'ın bir diktatörü oynadığı bu temsili Almanya'da izlemenin yeri ayrı oldu benim için. Patlamalar, duman falan derken duvara giren o uçağı da dünya gözüyle görmüş olduk. Bu arada stereo ses sistemi muhteşemdi ki gerçekten tepemizden uçak geçtiğini düşünebiliyordun. Ses bazen sağdan değil de soldan geldiğinde bütün insanlar istisnasız "orada bir şey mi oluyor?" diye o tarafa döndü ve bu refleksi ilginç bir şekilde bütün konser sürdürdüler. Bu arada duvara çarpan uçak olayını daha önce Waters'sız Pink Floyd, Pulse konserlerinde yapmıştı. O konserdeki yuvarlak ve ışık saçan ekranın bir benzeri de The Wall konserinde vardı. Waters, eski arkadaşlarından biraz fikir mi çalmış acaba?




Sonra uzun bir süre savaşta ya da - Waters'ın Almanya'da da dediği gibi - devlet terörüyle ölenleri andığımız bir bölüme geçtik. Tabii bu sırada "The Happiest Day of Our Lives" ve "Another Brick in the Wall Part II" ile eğitim eleştirisini yapmayı unutmadık. O meşhur öğretmen figürü kocaman bir balon olarak sahnede yer aldı. Konserde gerçekten iki kez duygulandığım anlardan birisi bu andı. Lisede dayımın Echoes: The Best of Pink Floyd CD'sinden sevdiğim şarkıları kasede kaydetmiş ve bol bol kendi küçük best of'umu dinlemiştim. Özellikle the Happiest Day benim için çok değerliydi ve sahnede bunu canlı canlı izliyor olmak muhteşemdi.

"Mother" hiçbir zaman The Wall'daki favorilerimden olmadı ki albümün en iyi şarkı sözlerinden birine sahip. Lakin, canlı performansı hiç bitmesin istedim. Waters, şarkıyı 1980'deki haliyle düet olarak söyledi. Bu sırada o dönemde ne kadar boktan bir durumda olduğunu da itiraf etti ki bu adam geç de olsa büyüdü diyebiliyorum artık kendisi hakkında. Duvara yansıtılan klasik anne avutmaları farklı farklı dildeydi ki hemen gözüm Türkçe'sine takıldı. Notunu alabildiklerim şunlar: "Kaygılanma, her şey düzelecek. Analar en iyisini bilir." Anne, en güzel sözlerini duvarda söylerken, arkada rahatsız edici bir şekilde takip eden güvenlik kamerası güzel bir ironiydi. Tam da önümde tamamen sahneye dönmek yerine, oğluna doğru dönen ve elini onun koltuğuna atan bir anne vardı. "Aha, işte Waters'ın bahsettiği kadın" dedim içimden. Genellikle anneye övgü şarkılarına alışmış insanları verilen en güzel anne şarkılarından biri olan Mother, benim için gecenin en güzel anlarındandı.

"Goodbye Blue Sky", filmdeki kadar olmasa da yine de güzel bir animasyonla karşımıza çıktı. Savaş uçakları tarafından bizi uyuşturmak için gönderilen dini ve maddi sembollerin arasında gözüken Mercedes, Almanlar'dan alkış aldı. Türkiye konserinde de İslam'i simgeleyen hilal-yıldız alkış almış. İnsanlar kendilerine ait bir sembol gördükleri için mi yoksa "bizim kazmalıklarımızı ne güzel yansıtmış" diye mi alkışlıyor emin değilim. "Empty Spaces"ta filmdeki animasyonun aynısını gösterdiler ki kadın-erkek ilişkilerini anlatan en iyi şeylerden biri olabilir. "What Shall We Do Now?" en sevdiğim The Wall şarkılarındandı (ki albümde yok aslında) ve güzel bir şekilde söylendi. Sonra "One of My Turns" dışında dinlemekten çok sıkıldığım The Wall şarkıları arka arkaya geldi. Niyeyse One of My Turns de çok zevk vermedi bana. Hele "Don't Leave Now" adlı şarkı Floyd'un en boktan şarkısı olabilir. Düşündükçe içimi afakanlar basıyor. Ama bu arada duvar adım adım ve seyirciye pek çaktırılmadan inşa ediliyordu. Orijinal labümde yer almanyan "The Last Few Bricks" de adı üstünde çalışanların son tuğlaları yerleştirmek için vakit kazanması için güzel bir eserdi. "Goodbye Cruel World" ile de son tuğla yerleştirildi.

Duvarın içinden

15-20 dakikalık arada hayatını bir mücadele uğrana kaybedenlerin fotoğrafları ve yaşam öyküleri duvarda paylaşıldı. Oturduğum yerden okuyamadım tabii ama Gezi şehitlerimizi o duvarda görmek beni hüzünlendirdi. Özellikle Abdullah Cömert'in o gülen fotoğrafı çok koyuyor bana. Umarım o sevecen bakışıyla dünyanın her yerinde acımasızca öldürüldüğünü herkese duyurur.

İkinci bölüm "Hey You" ile başladı. Çok cesur bir hareket ile bu şarkıyı duvarın arkasından söylüyor grup. "Is There Anybody Out There?"de de duvarda bir delik açılıp Waters, orada biri olup olmadığını arıyor. Sonra benim beni tanecik şarkılarımdan "Nobody Home" vaktiydi. Waters, evinde boş boş çalışan televizyon karşısında şarkısını çok güzel bir şekilde söyledi. "Vera" ve "Bring the Boys Back Home" da beni gerçekten duygulandıran ikinci andı. Vera Lynn, bir şarkıcı. Ama 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere hükümeti tarafından askerlere ve ailelerine moral vermek için kullanılıyor. Lynn, dinleyenlerine "güneşli bir günde" aileleriyle buluşacaklarını söylüyor. Ama Waters'ın babası 2. Dünya Savaşı'nda ölüyor ve buluşamıyorlar. Şimdi Waters soruyor: "Kim hatırlıyor Vera Lynn'i. Hatırla bize nasıl demişti güneşli bir günde buluşacağımızı". Duvarda da aileleriyle buluşan askerler var. Bring the Boys ise o görkemli korosuyla tüyleri daha en başından diken diken edip sonuna kadar öyle götürüyor. 

Vera Lynn'in nerede olduğunu Waters'a söyleyeyim. Türkiye'de. Burada da otorite ne derse onu destekleyen, sanata bir gram katkıda bulunmayıp, devletin kuklası olan sanatçılar var. Darbe olunca bayraklar giyip "Türkiyem Türkiye cennetim!" diyen, 28 Şubat döneminde "bu vatan bizim ellerin değil" diye şarkı söyleyip Ahmet Kaya'ya çatal fırlatan, AKP döneminde de "plan yapmayın plan" diye terleyen tipler var. Ama bugün kimse Vera Lynn'in bir şarkısını hatırlamıyor ama Waters'ın çağrısı yıllardır söyleniyor. Yukarıda saydığım tipler de yıllar içinde kaybolup gidecekler, dünyaya hiçbir olumlu iz bırakmadan.

"Comfortably Numb" da Gilmour'suz olabilecek en güzel şekilde çalındı. Özellikle o efsane ikinci soloda duvar üstündeki animasyonda tuğlaların dağılıp o rengarenk gökyüzünün ortaya çıkması muhteşem bir andı.

Duvarı yıkmak

"The Show Must Go On" ile diktatörlüğe geri döndük. "In the Flesh"te Roger, bak bu Yahudi, bu ibne diye insanları fişlerken spot ışığının bir yerlerde durması güzeldi. "Run Like Hell", Waters'ın da gazlamasıyle Almanlar'ın en sonunda el çırparak bir hareket gösterdigi yerlerden biri oldu. Albümde dinlemesi çok zevkli olmasa da Run Like Hell tam bir konser şarkısı. Animasyonları ve Roger Waters'ın o animasyonlara eklenmesi çok profesyoneldi. "Waiting for the Worms" da "Hammer! Hammer!" sesleri ile ortalığı inleten süper bir andı.

Sonra "Stop!" geldi, kısacık ve vurucu. Daha sonra da "The Trial" başladı. Waters burada sesini çok güzel bir şekilde mahkemedeki değişik karakterler için farklı farklı kullandı. Animasyonlar ise filmdeki klasik animasyondu. Yargıç, "duvarı yıkın!" dediği anda bende duvar nasıl yıkılacak diye bir heyecan aldı. Bende uyandırdığı kadar heyecanlı bir şekilde yıkılmasa da duvar, yine de insanın içini hareketlendirmiyor değildi.

Sonra da "Outside the Wall" geldi. Melodisi çok tatlı bir şarkıdır. Roger Waters da trompet (off hep karıştırıyorum şu aleti, üflemeli olan işte) çaldı ki birkaç nota farklı basarak, bu işlerin adamı olmadığını gösterdi. Sonra kardeşçe konser bitti.

Bu arada hep söylemek isterim: The Wall filminin sonunda Outside the Wall kısmında gösterilen çocuğu hep kendi çocukluğuma benzetmişimdir. Amerikan kesim saçtan dolayı herhalde. Bunu da burada kanıtlamak istiyorum.

Acaba hangisi benim?
Duvar yıkıldı, ya sonra?

Bu konser de böylece bitti. Orijinal albümde olmayan ama The Wall'un konser albümü ya da filminde olan şarkıların çoğu çalındı. Ama konsere çok yakışacak "When the Tigers Broke Free" nedense yoktu. Hatta ve hatta, "The Final Cut"ta "The Wall"un devamı sayılabilecek şarkılar da konsere eklenebilirdi. Sağlık olsun diyelim.

Peki Roger Waters bundan sonra ne yapacak? Kendisi yaratıcılığını kaybetmiş bir adam. Son solo albümü 1992'de çıkmış. Arada bir opera albümü var gerçi. 1992'den bu yandan 5'ten fazla yeni şarkı yazmamıştır. Dark Side ve The Wall'dan sonra yine "In the Flesh" turundaki gibi best of tadında konserlere çıkabilir, ki herhalde bunu yapacaktır. Ama yeni ve güzel şeyler üretmesi elbette tercihimizdir. Bak David Gilmour'a, adam 2000'lerde yeni bir albüm, konser albümleri falan derken bir şeyler üretti.

Ha, beraber sahneye çıkarlar mı? Sanmam. Richard Wright'ın ölümünden sonra bir Pink Floyd birleşmesine gerek kalmadı zaten. İkisinin bir arada bizi heyecanlandıracak bir albüm yapma olasılığı da pek yok. Nick Mason da kendi kabuğuna çekildi.

Bütün yazı boyunca adını anmasak da canım Syd Barrett'a da buradan selam göndererek bu yazıyı bitirelim artık.

1 yorum

Denizhan dedi ki...

Çok güzel yazmışın bebeğim, katılıyorum nerdeyse her söylediğine. Roger favori floydum tabii, o yüzden saygım sonsuz, ama şarkı şarkı yorumlarının nerdeyse tamamına katılıyorum. 2006da dark sideı izledikten sonra keşke bu konsere de gidebileydim ama malum, Afrika.

Blogger tarafından desteklenmektedir.