Dublörün Dilemması ve selam çakma hastalığı

by 01:20:00

"Çaycı Osman'ın masaya kahve getirme sahnesi ile Christopher Nolan'ın Memento filmindeki bilmem ne sahnesine selam çakan süper dizi"

Ekşi Sözlük'te beğenilen bir dizinin başlığında bu tatta bir entry'nin okunması çok olağan. İnsanlar bu "selam çakma" işini seviyor. Selamı aldığını, "benim entelektüel kimliğim çok iyidir" alt mesajı ile belirtmek istiyor. Bunu o kadar istiyor ki bazen olmayacak şeylerden olmayacak "selamlar" çıkartmak için kafa yoruyor.

Sinema/televizyon bu göndermeleri yapmak için çok daha uygun, hele bir kitap ile karşılaştırıldığında. Dublörün Dilemması'nda Nuh Tufan ile İbrahim Kurban'ın yaptıkları bir muhabbette Pulp Fiction'ın bir sahnesinin bir çizgi romandan doğrudan alındığı söylenir. Pulp Fiction'da yapılan selam çakma meselesinin güzel örneklerinden biri diyebilirim. Pulp Fiction diyalog ağırlığı ile olsun, silahların bol bol konuşmasıyla olsun bir çizgi roman tadında olduğu için bu tadında gönderme insanın gözüne gözüne sokulmadan yapılmış, bilen bilmiş.

Kitapta bu tarz bir göndermelerin insanın gözüne sokulmadan yapılması zor. Mesela D.D.'de şu an açık olan sayfadan bir gönderme örneği vereyim: "çünkü Cool Hand Luke filmindeki Paul Newman'ın maskesini takmıştım." Bu güzel. Yazarın kafasında öyle canlanmış, sevdiği filmi ve aktörü kitabının adını eserinde geçirmiş. Peki bir sonraki bölüme bir göz atalım.

"Merhum aktör Turgut Özatay'ın [25 Haziran 2002 günü 75 yaşında ölmüştü] maskesini yaptım." Şimdi bu doğum-ölüm tarihi verme meselesi kitapta bir çok kez karşımıza çıkacak ve kitabı romanlıktan alıp ansiklopediye çevirecek. Devam edelim. "Bu sözü bir yerden hatırlıyordum ... Hangi filmdi? Sokaklar Yanıyor [1965], Ölüm Temizler, Dövüşmek Şart Oldu [1966], Cehennemde Boş Yer Yok [1968], Namlunun Ucundasın  [1971], Ölüme Yalnız Gidilir [1976],  yoksa Suçlular Cehennemi [1979] mi?" Merhaba, beyazperde.com. Özatay'ın hayranı olduğunu göze sokmak için filmografisinin bir bölümünü, çekildiği yılları ile birlikte vermek başarılı bir yöntem mi yoksa kelime kalabalığı mıdır, tartışılır.

Daha önce Elif Şafak için Ekşi Sözlük'e yazmıştım, buraya da yazayım. "Baba ve Piç"te (evet ben de selam çaktım!) ana karakterin kitapçıdan aldığı 10 tane romanının hepsinin adını yazarları ile vermiş, okurken uyuduğu makalenin bile adını yazmıştı. Tamam, en çok filmi siz izlediniz. Tamam, en çok kitabı siz okudunuz. Tamam, en çok şarkıyı siz dinlediniz. Yalnız, Cohen'ın "Dance Me" diye şarkısının asıl adının "Dance Me to the End of Love" olduğunu bilmemeniz, şarkıda geçen "Dance me to you're beauty"nin de "your" olduğunu ve 17. baskıda bunu hala düzeltmediğiniz beni üzüyor.

Dublörün Dilemma'sına kafayı bu kadar takmam yaşadığım büyük hayal kırıklığından ötürüdür aslında. Kitabın son dönemin en iyi Türk edebiyatı eserlerinden olduğunun telaffuz edilmesi benim beklentilerimi çok yükseltmişti. Aynı şekilde övülmüş Tol'u okuduğumda nasıl kendime gelemediysem, bunda da bir o kadar üzüldüm. Selam çakma meselesi ise bunun sadece bir kısmı.

Başyapıt olmasa da D.D. güzel kitap, buna kimsenin itirazı olacağını sanmıyorum. Yazarın yukarıda da gördüğünüz üzere adını geçirdiği Tarantino filmi tadında olağandan farklı bir kurguya sahip, silahların konuştuğu bir kitap. Kapakta da bunu görüyoruz zaten. Afili Filintalar'ın diğer üyelerinden Onur Ünlü'nün (ki kapakta Ah Muhsin Ünlü kişiliği ile bulunmakta) Polis'inde veya Emrah Serbes'in Behzat Ç.'sinde de görürüz silahları. İnsanların birebir aynı maskelerini yapıp, boğaza yerleştirilen çiple ses değiştirmesi de bilim kurgu tadını vermiş. Absürtlük karakter isimlerinde de kendisini göstermiş; Pembe Pepe, Ferruh Ferman, Erman Ferman, Taliha ve oğlu Talha, Habip Hobo gibi kafiyeli ya da aynı baş harfli isim soyadı kombinasyonları var. Kitabın gerçekten uzak olduğunu okura hissettirmek istiyor yazar.

Tamam gerçek değil ama yetimhanede okumuş ve normal bir liseye giden Nuh Tufan'ın çizgi roman kültüründen felsefenin derinliklerine kadar her şeyi bilmesi, (diğer karakterlerimiz de maşallah kendisinden az değil) kendini dine veren, heykel öğrencisi ve bir yıl kimya ve tıp dışında bu konularla ilgilenmemiş İbrahim Kurban'ın icatlar bulması abartıya kaçıyor. Ferruh Ferman'ın siğilinin dua ile geçmesi ile yazarın inançsal kimliğinin konu ile alakasız olarak hikayeye yansıtıyor. Kitabın dört farklı anlatıcısı var ve hepsinin üslubu birbirine benziyor. Bazı detaylar ise gözden kaçıyor. Mesela Nuh Tufan'ın dayak acısını hissetmediğini bilirken bir yerde Tufan, "Artık darbelerin acısını hissetmiyordum" diyor.

Hızlı okunan bir kitap D.D. Kapakta da poz veren Alper Canıgüz'ün arka kapağında dediği gibi "ilginç", "heyecanlı" ve "eğlenceli". "Derinlikli" olduğu konusunda ikna olamadım ama. Kendiliğinden derinlikli olmamış ama büyük sözlerle derinleştirilmeye çalışılmış gibi geldi. Bazı karakterlerin o hayatın anlamını çözmüş, özdeyiş gibi gelen cümlelerini gerçek hayatta duysam o ortamdan kaçmak için yer arardım. Ancak en sevdiğim sözü de paylaşmazsam olmaz: 

- "Bir gözlük almalısın Geronimo." [Geronimo: Hacer Ceren'in lakabı.]
- "Neden?"
- "Her defasında dudaklarımı ıskalıyorsun."

Filme çekilse izlerim ben bu öyküyü. Yakışır çünkü. Güzel de bir kitaptır. Ama Çağdaş Türk Edebiyatı'nın zirvesi demek için, "ehehe ehehe Leyla ile Mecnun'da Erdal Bakkal "İsyeaaan" dedi, Halil Sezai'ye gönderme yaptı, çok komik" diye yazan bir Ekşi Sözlük yazarı olmak lazım. Bazı şeyleri abartmamak lazım.

Kapağı harbiden güzel. Sarı yakışmış.

Bir çocuk gözünden deprem

by 00:26:00
Çok fazla uykudan uyandırılmışlığım yoktu benim. Aklımda tek kalan salonda uyuduğumda uyandırılıp yatağa götürülmem ya da "tuvaletin gelmiştir senin" diye ebeveynlerim tarafından tuvalete götürülmemdir.

11 yaşındaydım ve güzel bir uykunun tam ortasında olsam gerek. O gün neler yapmıştım, ondan önceki günler nasıl geçiyordu hatırlıyor değilim. Ancak o günü asla unutamam. Uyandırılmıştım ve annem tarafından laf evrilip çevrilmeden deprem olduğu söylenmişti. Edirne-Gölcük arası 350 kilometre. Bu evin beşik gibi sallanmasını önlemişti belki. Ancak uyandığımda gördüğüm oda avizesinin bir sarkaç gibi sallanıyor olduğuydu.

Önce evin önündeki boşlukta durduk, sonra o zaman sahibi olduğumuz lokalin bahçesine gittik. Beşiktaş maçlarını izlediğim o büyük televizyonda bu sefer neler oluğunu öğrenmeye çalışıyorduk. Hangi televizyon kanalıydı hatırlamıyorum bir film gösteriyordu. Büyük ihtimalle onlar da ne yapacaklarını bilemiyordu. Bilgiler altyazı ile ulaştırılıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Radyo dinliyorduk bir de. Cep telefonları o dönem ilk kez kullanılmaya başlanmış, İstanbul'daki akrabalarla kısa süre konuşabilmiş, içimizi rahatlatmıştık. Sonra hatların çöktüğünü, konuşmanın imkansızlığını hatırlıyorum.

Bahçedeydim. Hayatımda ilk kez sabahlıyordum. Ne yapacağımı bilmeden, hiçbir şey hissedemeden göğe bakıyordum. Yıldız her zamankinden daha parlaktı. Binlerce yıldız vardı gökte. Bunun nedeni yaz günü havada bulut olmaması ve etrafta ışıkların yanmamasıydı elbette. Ancak uzun süre çok parlak yıldızlı gökyüzü gördüğüm zaman depremin habercisi gibi gelmişti bana. 

Aile dostları ile bahçede buluşmuştuk. Etrafta arabada yaşamak, bir çadır alıp onun içinde kalmak gibi fikirler uçuyordu. O gece eve gidemezdik, koltukta otururken sabahı yapıp eve geri döndük. Televizyonda hep yıkım görüntüleri vardı günler boyunca. O yaz Kral TV'den başka bir şey izlemeyen ben, ne radyodan şarkı dinleyebiliyordum ne de televizyondan klip izleyebiliyordum. Toplumsal bir depresyon içinde gündüz siyah beyaz filmler, akşam ise haberlerde göçükleri izliyordu herkes. Kanal D'de ilk kez kopmuş bir el görmüştüm canlı yayında. 17 Ağustos'u düşündüğümde kafamdaki en canlı imgelerden biri odur.

İkinci canlı imge ise depremin merkezinden eve gelen akraba mı desem aile dostu mu desem, evleri zarar gördüğü için göçebe bir hayata doğru yol alan bir aileydi. Büyükler ne konuşurdu hatırlamıyorum ama kızları bana deprem sırasında bir oda dolusu müzik CD'sinin sarsıntıyla beraber yıkıldığını anlatmışlardı.

Tam her şey normale dönüyor derken Düzce depremi meydana geldi. Ali Kırca'dan haberleri dinlemek için stüdyoya bağlanmışken kamera sallanıyordu, Ali Kırca sallanarak haberleri sunmaya çalışıyordu. Benim kafam ise tekrardan avizeye dönmüştü. Bu sefer salon avizesi sarkaç gibi sallanıyordu. Baktım, baktım ve bir anda ağlamaya başladım. Sanki hayatımızın sonuna dek deprem olacaktı. Sanki hep yıkılan evler, kopan eller ve düşen CD'ler olacaktı. Tüm umudumu yitirmiştim. Annem sakinleştirdi beni. O gün bir sirke gidecektik. O sirk moralimi düzeltmiş, uzun sürebilecek bir travmanın etkisinden kurtarmıştı.

Ben şanslıydım. Gölcük'te, Kocaeli'nde, Sakarya'da, Yalova'da ve diğer birçok yerde olanlar o kadar şanslı olamadılar. Tek şanssızlıkları orada olmaktı. O dönemde deprem, heyelan ya da çığ gibi doğal afetlerden biriydi sadece. Kuzey Anadolu Fay Hattı öğretilmemişti bize ya da deprem sırasında ne yapılacağı da öğretilmemişti. Daha fazla kâr elde etmek için deniz kumu kullanan ya da demirleri az kullananlar yüzünden, bunları kontrol etmeyip rüşvet ile dönen bürokrasi yüzünden on binlerce insan öldü,  yirmi binlerce insan yaralanda, yüz binlerce insan yerlerinden oldu ve milyonlarca insan kalbine görünmeyen ama akla geldikçe hep hissedilen bir yara aldı.

O avize sallandığından andan itibaren ben de o yaralardan almış ve çocukluğumdan bir adım daha uzaklaşmıştım.

17 Ağustos 1999 - Kanal D Haber | Alkışlarla Yaşıyorum
Blogger tarafından desteklenmektedir.