hayat
Bir çocuk gözünden deprem
Çok fazla uykudan uyandırılmışlığım yoktu benim. Aklımda tek kalan salonda uyuduğumda uyandırılıp yatağa götürülmem ya da "tuvaletin gelmiştir senin" diye ebeveynlerim tarafından tuvalete götürülmemdir.
11 yaşındaydım ve güzel bir uykunun tam ortasında olsam gerek. O gün neler yapmıştım, ondan önceki günler nasıl geçiyordu hatırlıyor değilim. Ancak o günü asla unutamam. Uyandırılmıştım ve annem tarafından laf evrilip çevrilmeden deprem olduğu söylenmişti. Edirne-Gölcük arası 350 kilometre. Bu evin beşik gibi sallanmasını önlemişti belki. Ancak uyandığımda gördüğüm oda avizesinin bir sarkaç gibi sallanıyor olduğuydu.
Önce evin önündeki boşlukta durduk, sonra o zaman sahibi olduğumuz lokalin bahçesine gittik. Beşiktaş maçlarını izlediğim o büyük televizyonda bu sefer neler oluğunu öğrenmeye çalışıyorduk. Hangi televizyon kanalıydı hatırlamıyorum bir film gösteriyordu. Büyük ihtimalle onlar da ne yapacaklarını bilemiyordu. Bilgiler altyazı ile ulaştırılıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Radyo dinliyorduk bir de. Cep telefonları o dönem ilk kez kullanılmaya başlanmış, İstanbul'daki akrabalarla kısa süre konuşabilmiş, içimizi rahatlatmıştık. Sonra hatların çöktüğünü, konuşmanın imkansızlığını hatırlıyorum.
Bahçedeydim. Hayatımda ilk kez sabahlıyordum. Ne yapacağımı bilmeden, hiçbir şey hissedemeden göğe bakıyordum. Yıldız her zamankinden daha parlaktı. Binlerce yıldız vardı gökte. Bunun nedeni yaz günü havada bulut olmaması ve etrafta ışıkların yanmamasıydı elbette. Ancak uzun süre çok parlak yıldızlı gökyüzü gördüğüm zaman depremin habercisi gibi gelmişti bana.
Aile dostları ile bahçede buluşmuştuk. Etrafta arabada yaşamak, bir çadır alıp onun içinde kalmak gibi fikirler uçuyordu. O gece eve gidemezdik, koltukta otururken sabahı yapıp eve geri döndük. Televizyonda hep yıkım görüntüleri vardı günler boyunca. O yaz Kral TV'den başka bir şey izlemeyen ben, ne radyodan şarkı dinleyebiliyordum ne de televizyondan klip izleyebiliyordum. Toplumsal bir depresyon içinde gündüz siyah beyaz filmler, akşam ise haberlerde göçükleri izliyordu herkes. Kanal D'de ilk kez kopmuş bir el görmüştüm canlı yayında. 17 Ağustos'u düşündüğümde kafamdaki en canlı imgelerden biri odur.
İkinci canlı imge ise depremin merkezinden eve gelen akraba mı desem aile dostu mu desem, evleri zarar gördüğü için göçebe bir hayata doğru yol alan bir aileydi. Büyükler ne konuşurdu hatırlamıyorum ama kızları bana deprem sırasında bir oda dolusu müzik CD'sinin sarsıntıyla beraber yıkıldığını anlatmışlardı.
Tam her şey normale dönüyor derken Düzce depremi meydana geldi. Ali Kırca'dan haberleri dinlemek için stüdyoya bağlanmışken kamera sallanıyordu, Ali Kırca sallanarak haberleri sunmaya çalışıyordu. Benim kafam ise tekrardan avizeye dönmüştü. Bu sefer salon avizesi sarkaç gibi sallanıyordu. Baktım, baktım ve bir anda ağlamaya başladım. Sanki hayatımızın sonuna dek deprem olacaktı. Sanki hep yıkılan evler, kopan eller ve düşen CD'ler olacaktı. Tüm umudumu yitirmiştim. Annem sakinleştirdi beni. O gün bir sirke gidecektik. O sirk moralimi düzeltmiş, uzun sürebilecek bir travmanın etkisinden kurtarmıştı.
Ben şanslıydım. Gölcük'te, Kocaeli'nde, Sakarya'da, Yalova'da ve diğer birçok yerde olanlar o kadar şanslı olamadılar. Tek şanssızlıkları orada olmaktı. O dönemde deprem, heyelan ya da çığ gibi doğal afetlerden biriydi sadece. Kuzey Anadolu Fay Hattı öğretilmemişti bize ya da deprem sırasında ne yapılacağı da öğretilmemişti. Daha fazla kâr elde etmek için deniz kumu kullanan ya da demirleri az kullananlar yüzünden, bunları kontrol etmeyip rüşvet ile dönen bürokrasi yüzünden on binlerce insan öldü, yirmi binlerce insan yaralanda, yüz binlerce insan yerlerinden oldu ve milyonlarca insan kalbine görünmeyen ama akla geldikçe hep hissedilen bir yara aldı.
O avize sallandığından andan itibaren ben de o yaralardan almış ve çocukluğumdan bir adım daha uzaklaşmıştım.
17 Ağustos 1999 - Kanal D Haber | Alkışlarla Yaşıyorum
11 yaşındaydım ve güzel bir uykunun tam ortasında olsam gerek. O gün neler yapmıştım, ondan önceki günler nasıl geçiyordu hatırlıyor değilim. Ancak o günü asla unutamam. Uyandırılmıştım ve annem tarafından laf evrilip çevrilmeden deprem olduğu söylenmişti. Edirne-Gölcük arası 350 kilometre. Bu evin beşik gibi sallanmasını önlemişti belki. Ancak uyandığımda gördüğüm oda avizesinin bir sarkaç gibi sallanıyor olduğuydu.
Önce evin önündeki boşlukta durduk, sonra o zaman sahibi olduğumuz lokalin bahçesine gittik. Beşiktaş maçlarını izlediğim o büyük televizyonda bu sefer neler oluğunu öğrenmeye çalışıyorduk. Hangi televizyon kanalıydı hatırlamıyorum bir film gösteriyordu. Büyük ihtimalle onlar da ne yapacaklarını bilemiyordu. Bilgiler altyazı ile ulaştırılıyordu yanlış hatırlamıyorsam. Radyo dinliyorduk bir de. Cep telefonları o dönem ilk kez kullanılmaya başlanmış, İstanbul'daki akrabalarla kısa süre konuşabilmiş, içimizi rahatlatmıştık. Sonra hatların çöktüğünü, konuşmanın imkansızlığını hatırlıyorum.
Bahçedeydim. Hayatımda ilk kez sabahlıyordum. Ne yapacağımı bilmeden, hiçbir şey hissedemeden göğe bakıyordum. Yıldız her zamankinden daha parlaktı. Binlerce yıldız vardı gökte. Bunun nedeni yaz günü havada bulut olmaması ve etrafta ışıkların yanmamasıydı elbette. Ancak uzun süre çok parlak yıldızlı gökyüzü gördüğüm zaman depremin habercisi gibi gelmişti bana.
Aile dostları ile bahçede buluşmuştuk. Etrafta arabada yaşamak, bir çadır alıp onun içinde kalmak gibi fikirler uçuyordu. O gece eve gidemezdik, koltukta otururken sabahı yapıp eve geri döndük. Televizyonda hep yıkım görüntüleri vardı günler boyunca. O yaz Kral TV'den başka bir şey izlemeyen ben, ne radyodan şarkı dinleyebiliyordum ne de televizyondan klip izleyebiliyordum. Toplumsal bir depresyon içinde gündüz siyah beyaz filmler, akşam ise haberlerde göçükleri izliyordu herkes. Kanal D'de ilk kez kopmuş bir el görmüştüm canlı yayında. 17 Ağustos'u düşündüğümde kafamdaki en canlı imgelerden biri odur.
İkinci canlı imge ise depremin merkezinden eve gelen akraba mı desem aile dostu mu desem, evleri zarar gördüğü için göçebe bir hayata doğru yol alan bir aileydi. Büyükler ne konuşurdu hatırlamıyorum ama kızları bana deprem sırasında bir oda dolusu müzik CD'sinin sarsıntıyla beraber yıkıldığını anlatmışlardı.
Tam her şey normale dönüyor derken Düzce depremi meydana geldi. Ali Kırca'dan haberleri dinlemek için stüdyoya bağlanmışken kamera sallanıyordu, Ali Kırca sallanarak haberleri sunmaya çalışıyordu. Benim kafam ise tekrardan avizeye dönmüştü. Bu sefer salon avizesi sarkaç gibi sallanıyordu. Baktım, baktım ve bir anda ağlamaya başladım. Sanki hayatımızın sonuna dek deprem olacaktı. Sanki hep yıkılan evler, kopan eller ve düşen CD'ler olacaktı. Tüm umudumu yitirmiştim. Annem sakinleştirdi beni. O gün bir sirke gidecektik. O sirk moralimi düzeltmiş, uzun sürebilecek bir travmanın etkisinden kurtarmıştı.
Ben şanslıydım. Gölcük'te, Kocaeli'nde, Sakarya'da, Yalova'da ve diğer birçok yerde olanlar o kadar şanslı olamadılar. Tek şanssızlıkları orada olmaktı. O dönemde deprem, heyelan ya da çığ gibi doğal afetlerden biriydi sadece. Kuzey Anadolu Fay Hattı öğretilmemişti bize ya da deprem sırasında ne yapılacağı da öğretilmemişti. Daha fazla kâr elde etmek için deniz kumu kullanan ya da demirleri az kullananlar yüzünden, bunları kontrol etmeyip rüşvet ile dönen bürokrasi yüzünden on binlerce insan öldü, yirmi binlerce insan yaralanda, yüz binlerce insan yerlerinden oldu ve milyonlarca insan kalbine görünmeyen ama akla geldikçe hep hissedilen bir yara aldı.
O avize sallandığından andan itibaren ben de o yaralardan almış ve çocukluğumdan bir adım daha uzaklaşmıştım.
17 Ağustos 1999 - Kanal D Haber | Alkışlarla Yaşıyorum
Yorum yap