Orta Doğu'da dökülen kan

by 22:23:00
Orta Doğu, Güneybatı Asya ve Afrika ile ilgili haberleri bir süre okuduktan sonra insanın ne kadar vahşileşebileceğine kayıtsız kalabiliyorum. Mesela "Irak'ta patlama" diye bir arama yapsam, üç haftada bir on kişiden fazla kişinin öldüğü katliamlar bulabilirim. Belli bir noktadan sonra maalesef "Irak'ta patlama" haberlerini şöyle hızlıca geçiyorum. Bu çok acı bir şey. Bu coğrafya da maalesef böyle bir coğrafya. İyiye gitme şansı da yok.

Üç semavi dinin de bu bölgeden çıkmış olması Orta Doğu'nun bu halde olmasının en büyük nedenlerinden biridir mesela. Orada var olan devletler, yeni bir dinin inananları ile hep savaşmıştır. Sonra o dinin inananları birbirleriyle savaşmıştır. Kutsal yerler paylaşılamamıştır. Bu dinlerin kutsal kitaplarında yazan ya da inananlarca bir şekilde yaratılmış kuralların getirdiği çarpıklıkların da Orta Doğu'nun bugünkü halinde sorumluluğu vardır. Bunun üstüne konuşmak da oldukça uzun sürecek bir sohbet olabilir.

Ama konuyu dinden bir süre soyutlayalım. Emperyal güçlerin tamamen kafalarına göre çizdikleri sınırların bugünkü problemlerin nedenlerinden biri olması konusunda hem fikiriz herhalde. Mesela Suriyeli diye bir kavram Suriye yaratılmadan önce, bildiğim kadarıyla, yoktu. Onun yerine Halepli, Şamlı gibi eyaletlere bağlı yaşayan insanlar vardı. Ürdünlü diye de bir şey yoktu. Onun yerine Kürtler diye bir şey vardı. Emperyal güçler toprakları kafalarına göre çizdikleri için bir kısmı Suriye'de, bir kısmı Irak'ta, bir kısmı da Türkiye'de kaldı. Suriye'ye bakıyorsun, Kürt dışında Aleviler, Dürziler, Sünniler var. Irak'ta Türkmenler var. Lübnan'da Maruniler ve Şiiler beraber yaşıyor. Mısır'da Kıptiler var (hatta ve hatta Sudan bile Mısır'ın parçasıydı bir ara). Sınırlar o kadar büyük problem ki hala çözülemiyor. Kuzey Irak ya da Irak Kürdistan'ı bağımsız oldu diyelim. Bu sefer Türkmenler'in durumu ne olacak? Kimseyi de yerinden edemezsin. Her ırkın hakkı korunsa aslında sıkıntı olmayacak ancak o anlayış maalesef bu bölgeye daha gelmiş değil. Lübnan'ın her etnik gruba bir pozisyon vermesi güzel bir sistem mesela. Ancak azınlıkken çoğunluk haline gelen Şiilerin hala meclis başkanlığı yaparken, ülkeden kaçanlar nedeniyle azınlığa düşen Marunilerin başkanlığı elinde tutmaları bir problem.

Hadi bir şekilde gökten bir el indi ve barış içinde yaşayan toplumlar yaratıldı. Bu sefer de petrol olayı işleri karıştıracak. İşin içine büyük güçler ve petrol firmaları girecek. Bak Suudi Arabistan'a. Ne kadın hakkı var, ne eşcinsel hakkı. Katı bir şeriat ile yönetiliyor. Arap Baharı'nda bu ülkelerdeki insanlara demokrasiyi öven bu büyük güçler, ne zaman yüksek sesle Suudi Arabistan'da reform olsun diye seslerini çıkardı? Bunun yerine Suudi kralının Batı liderleriyle iyi ilişkiler içinde olduğu malum. Düzen güzel işliyor: Suudi kralı petrolünü satıyor, Batı petrol akışından memnun, Suudi halkı da vergi vermiyor ve devlet ne zaman halkta rahatsızlık görünce o paranın bir kısmını halka veriyor. İlişkilerin iyi gitmediği Orta Doğu lideri de Saddam misali düşürülüyor yerinden.

Arap Baharı ise çok ilginç bir durum yarattı. Ben bu hareketlerin gerçekten halk tarafından başlatıldığına inanıyorum. Dış mihraklar teorilerine her zamanki gibi karşıyım çünkü Batı için güzel bir şekilde işleyen bir düzen vardı. Mesela Hüsnü Mübarek'in Batı hükümetleri için hiçbir zaman bir rahatsızlık kaynağı olduğunu düşünmüyorum. Kazanacağı belli olan ata oynamak önemlidir. Bu nedenle NATO olsun BM olsun bu halk hareketlerine tam destek verdi. Böylece hem demokrasiye destek verip, Irak ve Afganistan savaşları süresinde bozulan imajlarını düzeltecek hem de yeni hükümetlere destek verdiği için sistemleri devam edecekti. Klasik tabir ile devletin ordusunun olmadığı ama ordunun devleti olduğu Libya'da ise yaşanan zorluk nedeniyle her şeyi göze alıp hava saldırısı yaptılar. Kaddafi'nin ABD için bir tehdit olması bunu tetikleyen şeylerdendi zaten.

Tamam, demokrasi geldi. Sorunlar ise bitmedi. Demokrasi, iddia edildiği ve benim de desteklediğim sava göre, eğitimli halk kitlelerinde başarılı olabilecek bir sistem. Mesela Mısır'ın cumhurbaşkanı seçimlerine halkın yarısından azı katılmıştı. Öyle bir kültür yoktu onlar için. Ayrıca askeri vesayetin en büyük alternatifinin radikal İslam olduğu yerde, oy vererek getirdiğin liderin her şeyi daha kötüye götürme riski var. Mursi de gidip yeni anayasaya özgürlükçü maddeler yerine şeriat kanunlarını getirdiği anda işler karışıyor.

Şimdi Mısır kan ağlıyor her zamanki gibi. Tamam, radikal İslam karşı çıktığım bir ideoloji. Tamam, Mursi hatalar yaptı. Ama bu insanlar öldürülmeyi hak etmediler. Ordu, Mursi'nin otoriterleşmesine karşı, eyvallah. Ancak o insanları öldürmek seni de canavarlaştırıyor. Ha sen gelmişsin iktidara, ha Müslüman Kardeşler gelmiş.

Ben gerçekten barışçıl bir şekilde protesto ederlerken öldürülenlere çok üzülüyorum. Tahrir Meydanı'nda Mübarek'e karşı çıkarken öldürülenlere de darbeye karşı çıkarken öldürülenlere de çok üzülüyorum. Bu insanlar, özgürlükleri o ya da bu şekilde sindirilmiş o coğrafyada seslerini çıkartabilen kahramanlar benim gözümde. İran'da Ahmedinecad'a karşı çıkarken öldürülenlere de içim yanıyor. İsrail'in her bombalamasında hayatını kaybeden Filistinliler'e üzülüyorum. Saddam'ım kimyasal silah kullanırken öldürdüğü Kürtler'in hikayelerini okudukça da üzülüyorum ve bu dünyanın ne kadar boktan bir yer olduğunu gösteriyor. Ama en çok da "ileri demokrasi"nin kol gezdiği, doğuyla batı arasında bir köprü olduğunu iddia eden, "Orta Doğu'nun gözbebeği" bir ülkede polis terörüyle ya da ellerinde sopalar ve palaların olduğu hayvanların öldürdüğü o gençlere üzülüyorum. Hepsi benim gözümde birdir.

Ve politik görüşüne göre bir yerde ölenlere rahmet dilemeden, ölüleri yarıştıran kim varsa hepsinden nefret ediyorum. Yaradılanı Yaradan'dan ötürü sevdiğini söyleyip, bazı ölülerin diğerlerinden daha önemli olduğunu ima edenleri gördükçe yaşamdan soğuyorum. "Spora siyaset karıştırmayın" derken, gol attıktan sonra Mısır'a mesaj gönderen futbolculara laf etmeyen (ki göndersin arkadaşım istediği mesajı, ona lafım yok) iki yüzlülerden de nefret ediyorum. Zalimin yanında durmayacaklarını söyleyenlerin Irak ve Afganistan işgallerinde masumları öldüren o askerlere destek için kendi askerlerini gönderdiklerini hatırladıkça da hallerine gülümsüyorum.

Ah şu toprağına yağmurdan çok kan dökülen zavallı Orta Doğu

Bir Roger Waters: The Wall kritiği

by 13:59:00
Pink Floyd vs. Roger Waters

Dün gece dünya gözüyle Roger Waters'ı da görmüş oldum. Kendisi Pink Floyd dolayısıyla hayatımda önemli bir figür olmuş biri. Pink Floyd'u (maalesef) asla canlı izleyemeyeceğimiz için, Roger Waters'ı izlemek Pink Floyd'u izlemek gibi bir şey oluyor. Benzer duyguyu Paul McCartney'i izlediğimde de hissetmiştim. Sanırım ölmeden önce canlı izlemem gereken gruplar listesinde tek kalan isim Iron Maiden oldu böylece.

Ama şu da bir gerçek ki hiçbir zaman Waters'ın bir hayranı olmadım. Kendisinin müthiş bir şarkı sözü yazarı ve bestekar olduğundan şüphem yok. Enstrümanistliği de ortalamanın üstündedir. Vokal tekniğinde kendine has bir tını vardır. Yine de Waters - her ne kadar yaşlandıkça düzelse de - çoğu büyük müzisyen gibi aşırı egodan, bencillikten muzdarip bir adamdır. Bir grup içinde beraber çalması en zor adamlardan biri olsa gerek.


"The Wall" albümüne gelirsek, bir başyapıt olduğu inkar edilemez. Benim de lise yıllarında kasedini alıp, bol bol döndürdüğüm bir eserdi, ki filmini de kaç kez izlemişimdir bilmiyorum. Amma velakin, resmi olarak bir Pink Floyd ürünü olarak görünse de The Wall aslında bir Roger Waters albümüdür. Ne klavyeci Richard Wright'ın ne de baterist Nick Mason'ın emek verdiği, Gilmour'un da oldukça pasif kaldığı bir albümdür. Bir sonraki albüm The Final Cut'da bu durum bir adım daha ileri gidecektir zaten. Bu nedenle Pink Floyd'u çok sevmeme rağmen The Wall albümünün en iyi Floyd albümü olduğunu iddia etmem, aksine grubun geleceğine çok kötü bir darbe vurduğunu iddia edebilirim. Grup içindeki ilişkiler bu albümün kayıtları sırasında iyice bozulmuş, albümün turnesi ile çok fazla insana ulaşabilseler de yüksek masraflardan dolayı zarar etmişlerdir.

Ama bu durumun üstünden 30 yıl geçti ve dünya değişti. Artık bir yerden bir yere gitmek daha kolay. Teknoloji gelişti ve daha önce hayal bile edilemeyecek animasyonlar ve sahne şovları bugün yapılabiliyor. Öte yandan ise The Wall albümünün anlattığı konularda bir eskime olmadı. Bu da Roger Waters'ın 30 yıl sonra (1990 Berlin konserini saymazsak) 1979-80 yıllarında yaptığı şovun neredeyse aynısını, daha iyi imkanlarla sunmasını sağladı. Roger Waters bundan önce de The Dark Side of the Moon albümünün tamamını çaldığı bir turne yapmıştı. Bazıları eskinin ekmeğini yiyor diye eleştirebilir Waters'ı ama ben kendisinin içinde ukte kalan bir şeyi tamamlamak istediğine inanıyorum.

Duvarı inşa ederken

Konser 20 dakikalık bir gecikmeyle başladı ki güneşin daha tam batmamış olması nedeniyle bu duruma sevindiğimi söyleyebilirim. Oturduğum yer (ki stadyumun en arkasıydı) devasa projektör ile görüş açımı engellediği için konser başlayınca benzer durumdaki insanlar ile koşa koşa daha iyi bir görüş açısının olduğu boş yerlere geçtik. Konser alanı genel olarak kalabalıktı. Yalnız saha içinde az insan vardı ki buradan Almanların oturarak konser izlemeyi daha çok sevdiğini çıkarabiliriz. Saha içinde yanında insanlarla daha farklı bir havaya giriyorsun ama The Wall gibi görselliği ön planda olan bir şovda bütün sahneyi görebilmen önemli oluyor. Bu nedenle en arkalarda ve dolayısıyla en yukarıdan şovu izlemek önemliydi.

"In the Flesh?" çok gaz bir başlangıç şarkısı. Waters'ın bir diktatörü oynadığı bu temsili Almanya'da izlemenin yeri ayrı oldu benim için. Patlamalar, duman falan derken duvara giren o uçağı da dünya gözüyle görmüş olduk. Bu arada stereo ses sistemi muhteşemdi ki gerçekten tepemizden uçak geçtiğini düşünebiliyordun. Ses bazen sağdan değil de soldan geldiğinde bütün insanlar istisnasız "orada bir şey mi oluyor?" diye o tarafa döndü ve bu refleksi ilginç bir şekilde bütün konser sürdürdüler. Bu arada duvara çarpan uçak olayını daha önce Waters'sız Pink Floyd, Pulse konserlerinde yapmıştı. O konserdeki yuvarlak ve ışık saçan ekranın bir benzeri de The Wall konserinde vardı. Waters, eski arkadaşlarından biraz fikir mi çalmış acaba?




Sonra uzun bir süre savaşta ya da - Waters'ın Almanya'da da dediği gibi - devlet terörüyle ölenleri andığımız bir bölüme geçtik. Tabii bu sırada "The Happiest Day of Our Lives" ve "Another Brick in the Wall Part II" ile eğitim eleştirisini yapmayı unutmadık. O meşhur öğretmen figürü kocaman bir balon olarak sahnede yer aldı. Konserde gerçekten iki kez duygulandığım anlardan birisi bu andı. Lisede dayımın Echoes: The Best of Pink Floyd CD'sinden sevdiğim şarkıları kasede kaydetmiş ve bol bol kendi küçük best of'umu dinlemiştim. Özellikle the Happiest Day benim için çok değerliydi ve sahnede bunu canlı canlı izliyor olmak muhteşemdi.

"Mother" hiçbir zaman The Wall'daki favorilerimden olmadı ki albümün en iyi şarkı sözlerinden birine sahip. Lakin, canlı performansı hiç bitmesin istedim. Waters, şarkıyı 1980'deki haliyle düet olarak söyledi. Bu sırada o dönemde ne kadar boktan bir durumda olduğunu da itiraf etti ki bu adam geç de olsa büyüdü diyebiliyorum artık kendisi hakkında. Duvara yansıtılan klasik anne avutmaları farklı farklı dildeydi ki hemen gözüm Türkçe'sine takıldı. Notunu alabildiklerim şunlar: "Kaygılanma, her şey düzelecek. Analar en iyisini bilir." Anne, en güzel sözlerini duvarda söylerken, arkada rahatsız edici bir şekilde takip eden güvenlik kamerası güzel bir ironiydi. Tam da önümde tamamen sahneye dönmek yerine, oğluna doğru dönen ve elini onun koltuğuna atan bir anne vardı. "Aha, işte Waters'ın bahsettiği kadın" dedim içimden. Genellikle anneye övgü şarkılarına alışmış insanları verilen en güzel anne şarkılarından biri olan Mother, benim için gecenin en güzel anlarındandı.

"Goodbye Blue Sky", filmdeki kadar olmasa da yine de güzel bir animasyonla karşımıza çıktı. Savaş uçakları tarafından bizi uyuşturmak için gönderilen dini ve maddi sembollerin arasında gözüken Mercedes, Almanlar'dan alkış aldı. Türkiye konserinde de İslam'i simgeleyen hilal-yıldız alkış almış. İnsanlar kendilerine ait bir sembol gördükleri için mi yoksa "bizim kazmalıklarımızı ne güzel yansıtmış" diye mi alkışlıyor emin değilim. "Empty Spaces"ta filmdeki animasyonun aynısını gösterdiler ki kadın-erkek ilişkilerini anlatan en iyi şeylerden biri olabilir. "What Shall We Do Now?" en sevdiğim The Wall şarkılarındandı (ki albümde yok aslında) ve güzel bir şekilde söylendi. Sonra "One of My Turns" dışında dinlemekten çok sıkıldığım The Wall şarkıları arka arkaya geldi. Niyeyse One of My Turns de çok zevk vermedi bana. Hele "Don't Leave Now" adlı şarkı Floyd'un en boktan şarkısı olabilir. Düşündükçe içimi afakanlar basıyor. Ama bu arada duvar adım adım ve seyirciye pek çaktırılmadan inşa ediliyordu. Orijinal labümde yer almanyan "The Last Few Bricks" de adı üstünde çalışanların son tuğlaları yerleştirmek için vakit kazanması için güzel bir eserdi. "Goodbye Cruel World" ile de son tuğla yerleştirildi.

Duvarın içinden

15-20 dakikalık arada hayatını bir mücadele uğrana kaybedenlerin fotoğrafları ve yaşam öyküleri duvarda paylaşıldı. Oturduğum yerden okuyamadım tabii ama Gezi şehitlerimizi o duvarda görmek beni hüzünlendirdi. Özellikle Abdullah Cömert'in o gülen fotoğrafı çok koyuyor bana. Umarım o sevecen bakışıyla dünyanın her yerinde acımasızca öldürüldüğünü herkese duyurur.

İkinci bölüm "Hey You" ile başladı. Çok cesur bir hareket ile bu şarkıyı duvarın arkasından söylüyor grup. "Is There Anybody Out There?"de de duvarda bir delik açılıp Waters, orada biri olup olmadığını arıyor. Sonra benim beni tanecik şarkılarımdan "Nobody Home" vaktiydi. Waters, evinde boş boş çalışan televizyon karşısında şarkısını çok güzel bir şekilde söyledi. "Vera" ve "Bring the Boys Back Home" da beni gerçekten duygulandıran ikinci andı. Vera Lynn, bir şarkıcı. Ama 2. Dünya Savaşı sırasında İngiltere hükümeti tarafından askerlere ve ailelerine moral vermek için kullanılıyor. Lynn, dinleyenlerine "güneşli bir günde" aileleriyle buluşacaklarını söylüyor. Ama Waters'ın babası 2. Dünya Savaşı'nda ölüyor ve buluşamıyorlar. Şimdi Waters soruyor: "Kim hatırlıyor Vera Lynn'i. Hatırla bize nasıl demişti güneşli bir günde buluşacağımızı". Duvarda da aileleriyle buluşan askerler var. Bring the Boys ise o görkemli korosuyla tüyleri daha en başından diken diken edip sonuna kadar öyle götürüyor. 

Vera Lynn'in nerede olduğunu Waters'a söyleyeyim. Türkiye'de. Burada da otorite ne derse onu destekleyen, sanata bir gram katkıda bulunmayıp, devletin kuklası olan sanatçılar var. Darbe olunca bayraklar giyip "Türkiyem Türkiye cennetim!" diyen, 28 Şubat döneminde "bu vatan bizim ellerin değil" diye şarkı söyleyip Ahmet Kaya'ya çatal fırlatan, AKP döneminde de "plan yapmayın plan" diye terleyen tipler var. Ama bugün kimse Vera Lynn'in bir şarkısını hatırlamıyor ama Waters'ın çağrısı yıllardır söyleniyor. Yukarıda saydığım tipler de yıllar içinde kaybolup gidecekler, dünyaya hiçbir olumlu iz bırakmadan.

"Comfortably Numb" da Gilmour'suz olabilecek en güzel şekilde çalındı. Özellikle o efsane ikinci soloda duvar üstündeki animasyonda tuğlaların dağılıp o rengarenk gökyüzünün ortaya çıkması muhteşem bir andı.

Duvarı yıkmak

"The Show Must Go On" ile diktatörlüğe geri döndük. "In the Flesh"te Roger, bak bu Yahudi, bu ibne diye insanları fişlerken spot ışığının bir yerlerde durması güzeldi. "Run Like Hell", Waters'ın da gazlamasıyle Almanlar'ın en sonunda el çırparak bir hareket gösterdigi yerlerden biri oldu. Albümde dinlemesi çok zevkli olmasa da Run Like Hell tam bir konser şarkısı. Animasyonları ve Roger Waters'ın o animasyonlara eklenmesi çok profesyoneldi. "Waiting for the Worms" da "Hammer! Hammer!" sesleri ile ortalığı inleten süper bir andı.

Sonra "Stop!" geldi, kısacık ve vurucu. Daha sonra da "The Trial" başladı. Waters burada sesini çok güzel bir şekilde mahkemedeki değişik karakterler için farklı farklı kullandı. Animasyonlar ise filmdeki klasik animasyondu. Yargıç, "duvarı yıkın!" dediği anda bende duvar nasıl yıkılacak diye bir heyecan aldı. Bende uyandırdığı kadar heyecanlı bir şekilde yıkılmasa da duvar, yine de insanın içini hareketlendirmiyor değildi.

Sonra da "Outside the Wall" geldi. Melodisi çok tatlı bir şarkıdır. Roger Waters da trompet (off hep karıştırıyorum şu aleti, üflemeli olan işte) çaldı ki birkaç nota farklı basarak, bu işlerin adamı olmadığını gösterdi. Sonra kardeşçe konser bitti.

Bu arada hep söylemek isterim: The Wall filminin sonunda Outside the Wall kısmında gösterilen çocuğu hep kendi çocukluğuma benzetmişimdir. Amerikan kesim saçtan dolayı herhalde. Bunu da burada kanıtlamak istiyorum.

Acaba hangisi benim?
Duvar yıkıldı, ya sonra?

Bu konser de böylece bitti. Orijinal albümde olmayan ama The Wall'un konser albümü ya da filminde olan şarkıların çoğu çalındı. Ama konsere çok yakışacak "When the Tigers Broke Free" nedense yoktu. Hatta ve hatta, "The Final Cut"ta "The Wall"un devamı sayılabilecek şarkılar da konsere eklenebilirdi. Sağlık olsun diyelim.

Peki Roger Waters bundan sonra ne yapacak? Kendisi yaratıcılığını kaybetmiş bir adam. Son solo albümü 1992'de çıkmış. Arada bir opera albümü var gerçi. 1992'den bu yandan 5'ten fazla yeni şarkı yazmamıştır. Dark Side ve The Wall'dan sonra yine "In the Flesh" turundaki gibi best of tadında konserlere çıkabilir, ki herhalde bunu yapacaktır. Ama yeni ve güzel şeyler üretmesi elbette tercihimizdir. Bak David Gilmour'a, adam 2000'lerde yeni bir albüm, konser albümleri falan derken bir şeyler üretti.

Ha, beraber sahneye çıkarlar mı? Sanmam. Richard Wright'ın ölümünden sonra bir Pink Floyd birleşmesine gerek kalmadı zaten. İkisinin bir arada bizi heyecanlandıracak bir albüm yapma olasılığı da pek yok. Nick Mason da kendi kabuğuna çekildi.

Bütün yazı boyunca adını anmasak da canım Syd Barrett'a da buradan selam göndererek bu yazıyı bitirelim artık.

Bülent Ortaçgil külliyatı

by 23:32:00

Bu aralar tekrardan Bülent Ortaçgil'e sardım. Daha doğrusu, bir otobüs yolculuğunda, biraz teğet geçtiğim "Sen" albümünden Denize Doğru'yla uzun bir aradan sonra karşılaştığımdan beri böyle gidiyor. Tabii sadece yeniler dinlenmiyor bu esnada, eski hikayelere de şöyle bir gidiyorum.

Hangi kedilerdensiniz?

Aslında Ortaçgil'in hikayesi Bebek'te "Yağmur" ile başlıyor. Kendisinin yazdığı bir şiir değil Yağmur. Arthur Lundkvist'in bir şiiri, Ata Karatay çevirmiş. Genç Ortaçgil de bugünün Boğaziçi Üniversitesi'nin yakınlarında kaydetmiş şarkıyı. Şarkının sözleri Ortaçgil'in yazdıklarından da çok farklı değil. Sonra, kısacık bir "Anlamsız" var. İlk 45'liği. Daha sonra da "Benimle Oynar Mısın?" geliyor. Rüya gibi bir albüm. Hiç tanınmamış amatör bir şarkıcı için fazla güzel bir düzenleme yapılmış albüme. Şarkılar zaten usul usul akıyor. Arka planda da sakin bir gitar ve bir piyano. Ara ara oraya çıkan yaylılar ve üflemeliler. Belki de melodilerin, sözlerin önüne geçtiği tek Ortaçgil albümü. Mesela "Benimle Oynar Mısın?" şarkısındaki piyano solo nasıl yazılmış, inanamıyor insan. O kadar nota, inci gibi dizilmiş arka arkaya.

"Sen Varsın" şarkısında ise ilk kez politik yüzünü çaktırmadan göstermiş Ortaçgil. "Yanımda, uzağımda, yarınımda bilmediğim, yaşanmış sayfalarda sen varsın" diyerek başlayan şarkı sanki bir aşk şarkısı gibi geliyor ama sonra "Yükselen alkışlarda, yumruklar tekmelerde, acılar, hasretlerde sen varsın" dediği anda ışık yanıyor kafada. Zaten yıllar sonra mor ve ötesi de Ortaçgil'den bu şarkıyı yorumlamayı seçecekti.

Ama benim favorim Kediler'dir. Dershaneye gidip büyük adam olmaya çalışırken, bana az eşlik etmemişti karanlık kış gecelerinde güneş doğmadan uyanılan haftasonlarında.

Sabahları okumakla, akşamları düşünmekle, gündüzleri konuşmakla, geceleri çalışmakla, yorgun gözleri, şişmiş elleri büyük kediler varmış. Siz kardeşler hangi kedileri seversiniz? Hangi kediler gibi yaşamak istersiniz? Sevimli, uslu, sesli, hırslı... hangi kedilerdensiz? 


Güneşin aynasında biz

Tabii ki de albüm satmıyor ve Ortaçgil piyasadan kayboluyor. Kimya şirketlerinde yöneticilik yapıyor, Norveç'e gidiyor, yapamıyor geri dönüyor. Sonra da bir başka büyük usta Fikret Kızılok ile Çekirdek Sanatevi'ni kuruyorlar. Çekirdek dönemi benim için çok özel bir dönem. Müziği doğallığına inanırım. Bu nedenle Syd Barrett'i severim. Çok süslü ve hatasız kayıtlardansa, hatalı ve olduğu gibi çalınan şarkıları severim.

Ortaçgil'in ikinci dönemi Çekirdek Sanatevi dönemi denebilir. Çünkü bu dönemdeki şarkılar aklı havada şarkılar değildir. "Benimle Oynar Mısın?" çocukluğu kaybolmuştur. İlk adıyla "Sen, Ben ve Değirmenler" bu dönemde kaydedilir mesela ilk kez. Memuriyetin sıkıntısını yansıtan "Zamana Sıkışmış" da bu dönemde çıkmıştır. Dün, bugün ve yarın tarafından baskı gören bir adamın hikayesidir o. Dün, şairin boynuna ipi atmıştır ama şair bunu çözmek zorundadır. Yarın, şair ile elele koşar ve şair onu görmek zorundadır. Bugün ise omzuna çökmüştür ama şair onu yaşamak zorundadır. Burada da görüldüğü ve "Sevgi" şarkısının başında da dediği gibi Ortaçgil artık müziği önce yazıp, sözlerle daha çok uğraşmaya başlar. İlk kez de "Deniz Kokusu" getirir (hatta ilginçtir, bu şarkıdan önce kendisini kent çocuğu olarak tanıtır) ve yıllar içinde bunun ne kadar artacağını göreceğizdir.

Kızılok'la da beraber albümler çıkar. "Bizim Şarkılarımız"ın manifestosu çok iyidir mesela. "Biz şarkılarımızı yarıştırmayız tazı gibi. Bizim şarkılarımız rüzgarlara söylenir usulca". Ortaçgil, bu dönem çok kişisel şarkılar kaydeder Kızılok'la beraber, ki doğrusunu söylemek gerekirse "Biz Şarkılarımızı..." albümündeki şarkıları bana çok çekici gelmemektedir. Öte yandan "Pencere Önü Çiçeği" favori albümlerimden biridir. "Pencere Önü Çiçeği" ve "Bir Nihavend Yalnızlık" benim için eski ahşap evlerin kardeş şarkılarıdır. "Uyusun da Büyüsün", Kızılok'un da iteklemesiyle, Ortaçgil'in o zamana kadar söylediği en politik şarkıdır. Büyük ölçüde Kızılok bestesi olsa da Ortaçgil tarafından daha sonraki konserlerinde bol bol söylenmiştir.

Ama bu ortaklığı asıl gerçeği "Güneşin Aynasında"dır. Nedense bana bir Kızılok şarkısıymış gibi gelse de söz ve müzikte ikisinin de adı vardır. Sözlere bir Ortaçgil eli değişmiş olsa gerek.

Güneşin aynasında biz, bizde bir düş. Düşte bir çocuk, çocukta yol. Yolda toz, tozda avuç, avuçta kader. Kaderde sen, güneşte akşam oluyor. Ben düşünürken.



O dönem kaydedilen çocuk şarkıları albümü 2007'de çıkıyor. Gerçi bunlar "sözde" çocuk şarkıları. "Sıfır olmak ne zormuş, başında biri gerek. Milyon bile olsan da para etmiyor demek" ya da "Olmadı deseler de, bir silgi bulup silseler de, akşam erken yatıp sabah erken kalkıp, yeniden boyasak". Zaten albümün de adı "Büyükler İçin Çocuk Şarkıları" olunca taşlar yerine oturuyor.

Adam olmayan şarkılar ve yeni bir perde

Tabii ki büyük egolu iki adam belli bir yerden sonra daha fazla beraber çalışamıyor ve Ortaçgil'in "2. Perde"si başlıyor. İlk albümündeki gibi Onno Tunç ile beraber çalışsa da bu şarkıların neredeyse tamamen bilgisayarda kaydedilmiş olması, o Çekirdek zamanı doğallığını götürmüş ve ortaya (benim için) tatsız bir eser çıkmıştır. Neyse ki Ortaçgil buradaki şarkıları konserlerinde, ve sonrasında "Eski Defterler" albümünde, daha güzel bir düzenleme ile okumuştur.

Ortaçgil'in Kabe'si "Bozburun"un o muhteşem şarkısı bu albümdedir. O kıpırtısız deniz, uğultusuz şehir ama için kıpır kıpır bir insanın resmi çizilmiştir bu şarkıda. Ama benim favorim Çığlık Çığlığa'dır.
Seni sevdiğimi anladığım günden beri gökyüzü değişti, geceler değişti. Çocuklar bile bana çiçek diye baktılar. Yaşıyor muyuz? Unutacak mıyız yoksa çığlık çığlığa?
"Oyuna Devam" ise ismen "Benimle Oynar Mısın?"a gönderme olsa da o dönemin şarkılarına benzer şeyler içermez. Ama en azından 2. Perde'den bir ayrılışın simgesi olarak adlandırılabilir. Aşkın kudretini anlatan "Aşk Nereye Kadar?" çok güzeldir mesela. Kardeşi bir matematikçi olan Ortaçgil'in bu şarkıdaki "bütün değerlerin geometrik artar" sözü İntegral şarkısından da önce matematiğe yapılanmış bir göndermedir. Ortaçgil, sesini politik olarak da yükseltmeye başlamıştır. "Sormamalısın, hiç yormamalısın, eleştirmemelisin, hiç seçmemelisin" diye başladığı "Yasak" buna bir örnektir. Müzikal olarak beğenmediğim bir şarkı olsa da, "Kızıma Mektup" içtenliği ve "Diyeceğiz sana insan hakları. O gün sakın açma gazeteleri. Diyeceğiz sana kardeşlikten barıştan. Dakikada binler ölüyor açlıktan demeyeceğiz tabii" gibi doğal sözleri ile dikkat çeker.

Ama benim canımdan can olan şarkı tabii ki de "Bu Su Hiç Durmaz"dır. Leman Sam bu şarkıya azıcık ayıp etti, Gülben Ergen bile söylemeye çalıştı ama hiç kimse bu güzel şarkıyı rezil edemedi. Kendi kurduğumuz barajlar bile o içimizdeki akıntıyı durduramıyor bazen
Nar gibi güzelliğin gizliydi, vereceklerin fazlaydı. İnsanlar anlamadılar. Sustun sustun konuşmadın. Sonra kaçtın arkana bakmadan. İnsanlar şaşırdılar. Sen hep kendine önemler aldın. Ben kendime yasaklar koydum. Önümüzde barajlar var. Bu su hiç durmaz.
Sırada adam olmayan şarkılar vardır. "Bu Şarkılar Adam Olmaz"ın prodüksiyonu ise ne 2. Perde ne de Oyuna Devam gibidir (Her şekilde 2. Perde'den iyidir zaten). Şarkılar da bu albümden çok farklıdır. "Adam Sen De" çok iyidir mesela. "On yedisinde çocuk var içeride. Acaba ne diye? Yargıçlar gülsün. Çeyrek var yüzyılı devirmeye ama bizde 'Hayır sırası değil!' Adam sen de. Adam nerde? Adam yok!" der mesela. Her meslek grubuna lafı sokup, eski arkadaşı Mazhar Alanson'a da lafı çakar. O dönem bir yarışma programı sunan Mazhar'a, "Gemiler yürümüyor kaptan. Bütün köşeler bizi bekler. Neden Mazhar?" diye sorar. "İntegral" de eleştiri dolu bir şarkıdır: "Çalışan kazanırdı, öyle derdi büyükler. La Fontaine'nin karıncaları bile şaşkın. Havai mavi pek moda ya da hercai menekşe. Özet olarak köşe dönmece". "Bu Şarkılar Adam Olmaz"ın "Sözümüz bitince Nazım'a sığınmadık" selamını severim.

Tabii ki klasik Ortaçgil şarkılarından da içerir albüm. Ortaçgil'in kuş sevdası "Bir Kuş" şarkısı ile yine ortaya çıkar. "Yolculuk" da "Sen bir kuştun" diye başlar. "Dalyan" ise gelecekteki "Denize Doğru" şarkısına gönderme yaparcasına "Denize doğru yüzlerce yol var, ama hangisi doğru, hangisi çıkmaz?" der. Demek ki Ortaçgil, seneler içinde denize doğru giden doğru yolu bulmuştur. Ortaçgil'in en bilinen şarkısı "Sensiz Olmaz" da bu albümdedir. "Çiçekler Su İster" de eğlencelidir.



Şarkılar bir oyundur çoğu zaman

"Light"a geldiğimiz de ise yıl 1998 olmuştur bile. Ancak bu albüm benim çok fazla üstünden geçemediğim albümlerdendir. "Bir Başka"nın melodisi güzeldir mesela. Keza "Aşk Var". Bu şarkının sözleri de pek iyidir. Dünya ya da insanlar ne kadar boktan olsa da aşkın olduğunu anlatır. "Kimseye Anlatmadım"ı herkes çok sever ama benim radarıma girmemiştir. "Normal" ise en kral politik Ortaçgil şarkısıdır: "'Peki' dedim 'ya Türkiye?', dedi 'normal'. 'ya AB?' diye sordum, dedi 'çok normal'. 'peki ya ABD?', dedi ki 'normal'... biri anlatsın hemen, nedir bu normal? canım sıkıldı artık, yoksa ben miyim anormal?". "Olmaz"da da "ülke sarsılıyor ve umrunda değil. Umrunda olsa bile eski durumunda değil" derken de "Normal"e bir gönderme var gibi geliyor.

İki şarkının ise bende ayrı yeri vardır. Biri "Mavi Kuş". Bana Ortaçgil'i sevdiren şarkıların başında gelir. "Oysa güzel şarkıları vardı yıldızlara ve denizlere ama söylemiyor ki bizlere, susuyor". Bir Ortaçgil kuşudur Mavi Kuş da, azıcık üzgün ve kırgın. Ortaçgil ise ona uçması için yardım eder. Diğer şarkı da "Eylül Akşamı". Bir kısmını alıp, o güzelim eseri bozmayayım şimdi. Zaten gereğinden fazla bilinen bir şarkı oldu.

Ama ama her şeye rağmen benim "Şarkılarım Senindir". Aman Tanrım, o nasıl bir şarkıdır.

Özenle seçilmiş sözcükler, yüzlerce aday arasından. Sıkıştırılmış bir tuğla gibi, artık ayıramazsın birbirinden. Şarkılar bir şiirdir çoğu zaman. Ben bir şairim işte o zaman.

 Son dönem Ortaçgil

Doğrusunu söylemek gerekirse "Gece Yalanları" benim gözümden kaçmış bir albümdür. Tamam "Bir Tek Sen Yalanı", Ortaçgil'in en muzip şarkısıdır. "Çoktular ama Hiç Yoktular" Ortaçgil'in kendisinin de çok sevdiği bir şarkıdır. "Nereye Sokağı" zaten eskilerden gelme bir şarkıdır. Bir gün belki bu albüm hakkında daha uzun bir şeyler yazabilirim.

Ama beni asıl heyecanlandıran Denize Doğru şarkısının bulunduğu "Sen" albümüydü. Öyle bir albüm ki "Oturmuşum deniz kıyısına, tam da kayanın karşısına. Çakıl taşlarını suya atarımdiye başlar ve o deniz havasını verir. Sonra albümün genelinde olacağı gibi yaylılar alır götürür. Ortaçgil'in artık canı yanmaz çünkü denize açılmayıp, denizin kıyısına oturup keyif çatar. Sonra "Denize Doğru" başlar: "Çözdüm, her şey çok basit denize doğru. Üç beş dakika yeter derdimi anlatmaya. Zaten çoğu şey değmez çok konuşmaya. Denize doğru". Bilgeliğin ve azıcık da ukalalığın şarkısıdır bu. "İstediğini Yap"ı atlayabiliriz. Sonra çok hoş bir nakarata sahip "Sen Sorumlusun" geliyor. Cam buğularına sevdiğinin adını yazan bir adam var karşımızda ama bu adamın suçu değil, çünkü o sorumlu bundan! Sonra "Acıtır" gelir, yani nakaratı bir ayrı hoş şarkı. Gerçi bunu da Sertab Erener katletmeye çalışmıştı bir zamanlar. "Adalar" da bir başka deniz içeren Ortaçgil şarkısıdır. "Telefon" ise farklı bir çağda yaşamanın zoruluklarını anlatır.

Bu şarkıdan sonra ise "Ayrıntılar" başlar. Belki de Ortaçgil kariyerinin en görkemli şarkısı.

Hep çok şey istedim, beğenilmedim. Sevenler de oldu, bu kez ben kaçtım. Birkaç kez aşık oldum, her şeyi yıkıp geçtim. Daha çok gençtim, farketmemiştim. Yaşadık, öğrendik, herkes başka biçimde. Taşırım hala ayrıntıları içimde.
Bu şarkıdan sonra 60lardan kopup gelen "Niçin?" de acapella "Sen Ben" de bu şarkının etkisini atamaz içinden. Sonra ne mi olur? Ortaçgil külliyatını baştan dinlemeye başlarsın, arada gözden kaçanlar olmuş mu diye.




Blogger tarafından desteklenmektedir.