Dövizli askerlik dosyası: Ne gerekli, neler yaşadım?

by 16:54:00

Uğraştığım bir sürü şeyin çaldığı zaman ve bu şeylerin bana yaşattığı yorgunluk nedeniyle bloga bir türlü yazacak enerjiyi bulamadım ama hazır ufak bir fırsat bulmuşken yolu buraya düşen insanlara da yardımcı olabilecek bir konudan bahsetmek istiyorum: dövizli askerlik.

Rafet el Roman da dövizli
askerlikten yararlananlardan
Dövizli askerliğin hakkaniyete ne kadar uygun olup olmadığı kendi başına bir tartışma konusu olabilir ama dövizli ile bedelli askerliğin aynı şey olmadığının altını çizmek lazım. Dövizli askerlik yurtdışında çalışan TC vatandaşlarına verilmiş bir hak. Yaptığım araştırmalara göre bu tartışma ilk kez 1970'li yılların sonlarında ortaya çıkmış. Bu hakkın getirilmesinin en büyük nedeni hem gurbetçilerin işlerini kaybetmemelerini sağlamak hem de ekonomik darboğazdaki ülkeye döviz getirmek. 1980'de yasalaşan tasarıya göre: "29 yaşını geçmemiş, çalışma ve oturma iznine sahip işçi sıfatı ile yabancı ülkelerde en az bir yıl çalışmakta olan vatandaşlarımız 440.000 TL'nin 1.3.1980 tarihindeki resmi kur üzerinden karşılığı yabancı ülke parası yatırma" şartı getiriliyor ama bu kişinin halen 2 ay askerlik yapması bekleniyordu. Bu kanundaki miktar ve yaş zaman içinde hep değişti durdu. Mesela 1988'de ücret 10,000 Mark yapılmış. 1992'de ise çalışma süresi birden üç yıla çıkarılmış. Daha sonra Türkiye'de iki aylık askerlik, önce üç haftaya indirildi, 2012'de ise tamamen kaldırılırken ücret 10,000 € oldu. Tabii ki bu fiyat Almanya'da neredeyse 7 aylık asgari maaşa denk geldiği için tepki gördü ve daha sonra gitgide aşağıya çekildi.

Artık günümüze gelelim: En geçerli kanuna göre:

"Oturma veya çalışma iznine sahip olarak işçi, işveren sıfatıyla veya bir meslek ya da sanatı icra ederek, yurt içinde geçirilen süreler hariç olmak üzere, toplam en az üç yıl süre ile fiilen yabancı ülkelerde bulunan ...yükümlüler, 38 yaşını tamamladıkları yılın sonuna kadar durumlarını ispata yarayan belgelerle birlikte bağlı bulundukları Türk konsoloslukları aracılığı ile askerlik şubelerine başvurmaları ve 1.000 Avro veya karşılığı kadar yönetmelikte belirtilecek yabancı ülke parasını, başvuru tarihinde defaten ödemeleri halinde muvazzaf askerlik hizmetini yerine getirmiş sayılırlar."

Şimdi bu upuzun cümlede dikkat çeken ve kalınlaştırdığım şeyler var. Hepsine birer birer bakalım:

İşçi, işveren sıfatıyla: Yurtdışında iş bulduysanız, şirketiniz sizi iş için yurtdışına gönderdiyse ya da benim gibi doktora yaptıysanız "işçi" statüstünde sayılıyorsunuz. Başka bir deyişle, yurtdışında aldığınız maaştan yaşadığınız ülke gelir vergisi kesiyorsa ya da bir sosyal güvenlik sigorta numaranız varsa bir sıkıntı yok. İşe başladığınız gibi "bağlı olduğunuz" (detaylar aşağıda) konsolosluktaki askerlik bürosuna gidip sosyal güvenlik kartı, sözleşme, pasaport, kimlik (ve bu saydıklarımın fotokopileri) ile dosyanızı açtırabilirsiniz. Artık 38 yaşına kadar askerlikten tecillisiniz.

Yukarıdaki cümlede değinilmemiş ama işçi statüsündeyken bir yılda 6 aydan fazla Türkiye'de kalınınca bu statü kaybediliyor. Yani yurtdışında paralı bir doktora programına başvurup, parayı alırken yılın yarısını Türkiye'de geçirmek gibi bir durum yok. Zaten Türkiye'de fazla zaman geçirmek aşağıda da görüleceği gibi pek de akıl karı bir strateji değil.

Yurt içinde geçirilen süreler hariç... en az üç yıl süre ile fiilen yabancı ülkelerde bulunan: Herkesten şöyle şeyler duyuyor olabilirsiniz: "Aa üç sene çalış yurtdışında, askerlik yapma". Tabii aslında olay o kadar kolay değiş çünkü siz ailenizi, arkadaşlarınızı görmek için Türkiye'ye geldikçe üç yılı doldurmanız o kadar zorlaşıyor

Excel'de 1095 günü hesaplarken
Yapmanız gereken şu: bilgisayarınızda bir tane Excel dosyası hazırlayın. Bir kutuya =TODAY yazarak o günün tarihini oluşturun, diğer kutuya da çalışmaya başladığınız tarihi yazın. Bunları birbirinden çıkarın. Yan tarafta da Türkiye'de geçirdiğiniz tarihleri hesaplayıp, toplamını alın. [Ancak dikkat; diyelim ki 1 Ocak'ta geldiniz, 2 Ocak'ta ayrıldınız. Direkt çıkarma yaparsanız sonuç 1 olur ama bu yanlış çünkü Türkiye'de geçirdiğiniz gün sayısı aslında 2 (1 Ocak ve 2 Ocak)]. Ne zaman ki: (Bugün - çalışmaya başlanılan tarih - Türkiye'de geçirilen gün sayısı = 1095), işte o zaman dövizli askerliğe başvurabilirsiniz.

İşin ilginci şu: Eğer çalıştığınız süre içinde tatillerde Türkiye dışında başka bir ülkeye giderseniz bu tarihler 1095 günden düşmemekte. Yani yabancı bir ülkede çalışan ve Türkiye (ve büyük ihtimalle Kuzey Kıbrıs) dışındaki ülkeleri gezen biri tam olarak üç senede gerçekten de dövizli askerliğe başvurabilir.

Bu arada haftasonları bu 1095 günün içinde.

38 yaş: Diyelim ki bir şekilde 36 yaşına kadar Türkiye'de bir şekilde askere gitmeden yaşamayı başardınız ve yurtdışında bir iş buldunuz. Teoride dövizli askerlikten yararlanmak imkansız çünkü tecil 38 yaşına kadar ve 1095 gün çalışma günü doldurma gibi bir durum yok. Ya da 30 yaşında yurtdışında işçi statüsünde kaydoldunuz ama bir şekilde 38 yaşında 1095 gününüz dolmadı. Yine askerlikle ilgili bir sorununuz var. Diyeceğim o ki bu işi 30'lu yaşların sonuna bırakmamak gerekmekte.

Belgelerle: En önemli belge o ülkenin sosyal güvenlik kurumundan alınan ve çalıştığınız süreleri gösteren bir belge. Genellikle bunu internetten bir form doldurarak ücretsiz olarak istiyorsun ve eve postayla gönderiyorlar. Ancak şöyle bir durum var. Ben 2017 yılında bu belgeyi istediğimde bana gelen belge 2016'da bitmekteydi çünkü 2017 yılı tamamen bitmediği için o sene çalıştığın süre kayda geçemiyor. Halbuki benim 1095 günüm 2017 yılının başında dolmuştu. Bu boşluğu kapatmak için 2017 yılının maaş bordrolarını götürmem yeterli oldu. Size de tavsiye ederim. Aslında zorunlu değil ama e-Devlet'ten yurda giriş çıkış tarihlerini gösteren bir belge alabilirsiniz. Ancak bu belgeyi bir kontrol edin derim çünkü bu giriş çıkışlarda pasaport polisinin sisteme giriş yapmayı unutması gibi bir durum olabilir, bu da sizi mağdur edebilir. Pasaportunuzdaki damgaları, uçak biletlerinizi bu belge ile karşılaştırın. Öte yandan bu belgelerin yanında geçerli bir pasaportunuz ve geçerli bir çalışma izniniz olması lazım. (Çok önemli: oturma değil, çalışma. Bunu da aşağıda açıklayacağım).

Bağlı bulundukları Türk konsoloslukları: Bu çok basit gözükse de beni (kısmen benim hatam da olsa) mağdur etmeyi başaran bir noktaydu. Eskiden yakınındaki konsolosluğa elini kolunu sallayıp erkenden gider, sıraya girer, işini yapardın. Ancak artık bu işlemlerin ilk adımı konsolosluğun websitesinden yapılmakta. Randevunu alıyorsun, o zamanda gidiyorsun, işini hallediyorsun. Teoride aslında mükemmel bir uygulama.

Chrome ile konsolosluk.gov.tr'de iki dakika geçirdikten sonra
Ancak öncelikle "konsololuk.gov.tr" ile ilgili bir yorumum var. Bu siteyi Google Chrome ile düzgün bir şekilde kullanmak oldukça zor. Her tıkta tekrar ve tekrar randevu almak istediğin konsolosluk seçtiriliyor, randevu almak için bütün bilgilerini giriyorsun ve mailine bir şifre gönderiliyor. Bazen bu şifre gelmiyor, yenile dediğinde bütün bu bilgileri yine girmen lazım. Bazen şifreyi zamanında girsen bile yeni tekrar başa döndürüyor, vesaire. Bu nedenle bu site için - ne kadar nefret etseniz de - Internet Explorer/Microsoft Edge kullanın.

Ayrıca ben şöyle bir durum yaşadım. X konsolosluğundaki en yakın randevu için 1 aydan fazla beklemek gerekiyordu ve haftada sadece bir gün bu işleme ayrılmıştı. Öte yandan ben de bu işlemleri iş kontratım sonlanmadan halletmek istiyordum ve ucu ucuna bir başvuru yapmak (herhangi bir belgede sıkıntı olması gibi bir durum olma ihtimali nedeniyle) mantıklı değildi. Ayrıca "bulundukları Türk konsoloslukları" tabirini ben şöyle anlıyordum: A ülkesinde yaşıyorsan A ülkesindeki konsolosluklara bağlısın, yani B ülkesine gidip işlemini yapamazsın. Bu nedenle ben de nasıl olsa aynı ülke diyerek X konsolosluğuna değil de Y konsolosluğu randevularına bakmak istedim ve gördüm ki bu adamlarda her hafta her gün randevu alınabiliyor. Ben de hemen bir sonraki hafta uygun bir güne randevu aldım ve belgelerimi toplayarak bir saat uzaklıktaki bu şehre gittim. Ancak orada öğrendim ki bu bağlı bulunmak meselesi yaşadığın şehir/köyle alakalıymış ve benim yaşadığım köy de X konsolosluğuna bağlıymış. Doğal olarak Y konsolosluğundan çıktığım anda alelacele internetten o garip siteyi kullanarak (hem de telefondan, düşünün yani çektiğim acıları) X konsolosluğundan randevu almak istedim. Tabii ki en yakın randevu saati daha da ötelenmiş ve sözleşmem bittikten sadece dört gün sonraya denk gelmekteydi. Burada bir hata daha yaptım. Gerçek bir Türk gibi, "amaan başlarım randevuya, benim durumum özel" diyerek X konsolosluğu kapısına o an dayanmam lazımdı ama yapmadım. Günümü bekledim ve sonra başımın belası bir şeyle karşılaştım.

Oturma veya çalışma izni: Buradaki "veya" o kadar kandırıcı ve yalan ki, anlatmak çok zor. Başvurumu halletmek için konsolosluğa gittiğimde belgelerim hazırdı, 1095 günümü aslında bir buçuk ay önceden tamamlamıştım, oturma iznim vardı. Her şeyin tamam olması lazım.. değil miydi? Değildi. Çünkü sözleşmem bitmişti ve bu sözleşme sonrası altı aylık iş aramaya bağlı olarak oturma iznim vardı. Yukarıda cümlenin tamamı "oturma veya çalışma iznine sahip olarak işçi, işveren sıfatıyla..." diye devam etmekte ve "oturma iznine sahip işçi" diye bir duruma izin vermekte olsa da konsolosluk görevlileri bu durumu pratikte reddetmekte ve "sadece oturum izinli işçi olmaz" demekte. İşi daha ilginç kılan şeylerden biri de aslında şu: bulunduğu ülkede işsizlik maaşı almakta olan insanların bu dönemi de 1095 günden düşmekte. Ben de bu altı aylık iş aramaya bağlı oturma iznine sahip iken bu maaşı aldım, yani bulunduğum ülkenin sosyal güvenlik sistemini kullanmaya devam ettim. Yani "çalışma" iznim olmasa da maaşım vardı ve bu maaştan gelir vergim, emeklilik payım vs. kesildi. Bunu söylediğimde konsolosluk görevlileri önce bir şaşırsa da yine de "çalışma" iznimin olmadığını iddia ederek dosyayı kapatmadılar. Bu dönemde kendileri ile sık sık görüşme fırsatım buldu. Aslında iyi niyetli olduklarına ve bu karmaşık durumu çözmek istediklerine gönülden inansam da bu dönem benden ekstra belge isteyip, getirdiğimde bunu hatırlamamaları olsun, kendilerine daha önce bıraktığım bazı kopyaları hiç almadıklarını iddia etmeleri olsun, şu kadar süre sonra bir daha gel konuşalım dedikten sonra gidince bunu hatırlamamaları olsun, garip garip şeyler yaşadım. Oldukça dağınıklar ve hiç konsantre değiller. Kendilerinin bu tavırları bana her önemli şeyi not etmeyi, önemli belgelerin fotokopilerini hep yanımda taşımamı ve sabırlı olmayı öğretti ve bu edenle çok teşekkür ediyorum arkadaşlara. En sonunda bu problem halloldu, ama o da başka bir hikaye. Sırası gelince anlatılır.

1.000 Avro veya karşılığı kadar: Geldik en son duruma. Statün "işçi", oturma ve çalışma iznin var, 1095 gün çalıştın, belgeler tamam, iki tane de fotoğrafın var. Konsolosluktan alacağın hesap numarası ile bankadan parayı transfer yapıyorsun, açıklamaya önemli bilgilerini giriyorsun ve dekontunu konsolosluğa gidip geri veriyorsun. Son bir iki imza sonrası da işlem tamam.

Bu noktada konsolosluk görevlisi Türkiye'deki askerlik şubesini 3 hafta sonra arayıp paranın yatıp yatmadığını sormamın iyi olacağını söyledi. "E-Devletten göremez miyiz?" soruma ise önce e-Devlet'i ilk kez duymuş gibi baktıktan sonra "ha evet ama oraya daha geç giriyorlar" diye cevap verdi. Tabii ki de üç gün sonra e-Devlet'te durumum değişmişti ve paranın yattığı yazmaktaydı.

- ** -

Sonuç olarak bolca detaylandırarak ve kendi hikayemi anlatarak bu dövizli askerlik konusuna bir açıklık getirdiğimi düşünüyorum. Bir yandan da şunu söylemek istiyorum. Ben her ne kadar 2011'den beri yurtdışında yaşasam ve gelecek planlarımı hep buralarda yapıyor olsam da, sırf askerlikten muaf olmak için 3-3,5 sene yurtdışında çalışmayı seçen ve işini bitirip Türkiye'ye dönen insanlara da saygıyla yaklaşıyorum. Herkesin kendine özgü bir nedeni var ve buna saygı duymak lazım. Hele yurtdışında torpilsiz bir biçimde iş bulup, bu işi 3-3,5 sene elinde tutmak gerçekten takdire şayan ve insanı çok zorlayan bir davranış. Öte yandan her şeye rağmen ufaktan bir eşitsizlik durumu da yok değil. Herkesin bu haktan yararlanma imkanı yok. Öte yandan maalesef bangır bangır dövizli askerlikten yararlandığını duyuran, rahatladığını cümle aleme davul zurna ile ilan eden insanlar var. Hele askerlerimiz Orta Doğu bataklığında - haklı ya da haksız - bir savaşın içine itilmişken bu haktan yararlandığını her yerde dillendirmek de çok doğru gelmiyor. Ben bu post'ta yasal bir hak olan "dövizli askerlik" meselesinin ne olduğunu birinci ağızdan insanlara yardım olsun diye anlattım ama bunun ile böbürlenip böbürlenmeme meselesini kişilerin vicdanına bırakıyorum.

Malta: Geliştirilebilir potansiyel ve hoş bir kaos

by 22:16:00
Sabahın ilk ışıklarında Malta uçağına doğru ilerlerken aklımda nasıl bir yer ile karşılaşacağım vardı. Küçük bir İtalya mı görecektim? Yoksa oldukça gelişmiş bir AB ülkesi ile mi karşı karşıya kalacaktım? İnsanlar Maltaca mı konuşacaktı İngilizce mi? Şehir merkezinde yüzebilecek miydim? Uzun uzun anlatmadan önce şunu söylemem lazım. Malta'ya bir turizm başkenti olarak gidilecekse hayal kırıklığı yaşamak muhtemel. Adadan zevk almanın yanı kaosa hazırlıklı olmak, her zaman alternatif planlara sahip olmak, sıkışık planlardan sıyrılıp adanın kendine has karmaşasının tadını çıkarmak.

NOT: Hava muhalefeti nedeniyle Gozo ve Komino'yu bu sefer görme fırsatım maalesef olmadı. Bu nedenle bu yazı sadece Malta adasına odaklanmakta.

Valletta'nın silüeti

Malta'ya iniş

Malta'ya gitmek için kullanılan tek hava alanı Malta adasının ortasında yer alan Luqa havaalanı. Oldukça küçük olan bu hava alanında pek fazla dükkan yok. Duty Free dükkanları İsviçre'den biraz daha ucuzdu. Eğer Malta'dan bir şey alınmadıysa Duty Free'de Malta'ya dair şarap gibi içeceklerin yanında bol bol da helva satılmakta - ki Malta'nın kendine özgü ürünlerinden biri de helvaymış. Malta ile Orta Doğu coğrafyasının kesiştiği tek nokta da bu değil. Aşağıda da bunlardan bahsedeceğim.

Havaalanından şehre gitmek için kullanılabilecek tek vasıta otobüs. X1 kodlu otobüs şehir merkezine gitmekte. Duraklar havaalanının hemen dışında, kolayca bulunabilir. Yalnız Malta'da trafik soldan aktığı için duraklar, yol, otobüse binme kapısı gibi konularda her zaman dikkatli olmak lazım. Havaalanı taksilerinin fiyatları sabit. Başkent Valletta'ya gitmek 17 € mesela. Ancak internet üzerinden transfer ayarlanarak bu yolculuk daha ucuza getirilebilir. Taksi ya da özel transfer, toplu taşımadan daha pahalı olsa da bunu tercih etmek gerekir çünkü...

 Malta'da dolaşım ya da "Bu nasıl toplu taşıma?"

Gezi yazılarımda her zaman toplu taşımadan bahsederim ve öneririm. Ancak Malta'da şunu söylemem lazım: Toplu taşımadan uzak durun, illa kullanacaksanız da sadece çok merkezi durakları kullanın.

Normalde Malta, güzel bir toplu taşıma app'i tasarlamış. Google Maps'le de entegre etmiş. Teoride A noktasından B noktasına gitme planı çok düzgün yapılıyor. Bilet, otobüs içinden alınabiliyor. Yazın 2 €, kışın 1.5 €'luk bir ücret var. Bunun dışında 12 biniş için 15 €'luk bir kart var. 7 günlük sınırsız bilet ise 21 €. Elektronik kartını her binişte İstanbul Kart gibi okutuyorsun. Bunlar oldukça güzel şeyler. Ancak pratikte büyük sıkıntılar var.

Bunlardan birincisi ve en önemlisi otobüsler zamanında gelmiyor. İlk otobüs maceramda ara duraklardan birini kullanıyordum ki bu küçük durakların çatısı ya da koltuğu yok. Otobüs oldukça geç geldi ama en azından oldukça boş ve konforluydu. Dönüşte ise başkentten yine oldukça merkezi bir yere otobüsle gitmek istedik ama normalde iki bilet sayan ekspres otobüs vaktinde gelmedi. Daha sık geçen normal otobüs durağında da gelmesi gereken otobüsler bir türlü gelmedi. En sonunda geldiğinde ise deli gibi bir yoğunluk vardı ve bazı insanlar dışarıda kaldı. Aynı zamanda otobüsün kart okuyucusu çalışmadı. Zaten otobüs de seçim sonucu kutlamaları için yolculuğunu tamamlayamadı (aşağıda bahsedeceğim) ve oldukça uzun bir mesafeyi yürümek zorunda kaldık. Neyse ki hava güzel ve kordondan tıngır mıngır kutlamaları seyrede seyrede gittik ama bunun yaşlısı, engellesi, hastası var. Sıkıntılı bir durum. Hadi diyelim ki bu olay seçim kutlamalarına denk geldiği için böyle. Sonraki gün de yine şehirler arası hareket eden ve saatte bir geçen otobüs durağımıza geldiğinde doluydu ve şoför kimseyi otobüse alamayacağını gösteren bir hareket yapıp yoluna devam etti. Bu olayın ne kadar sık olduğunu daha sonra bol bol yolcu almayan otobüs görerek anladım. İşin ilginci Türkiye'de olsa en az 30 kişinin daha binebileceği boşluklar olmasına rağmen Malta şoförleri buna yanaşmıyorlar. Hangisi daha mantıklı, açıkcası bilmiyorum.

Bu olaylardan sonra Malta'da toplu taşımayı kullanmaya gerek olmadığına karar verdim. Otobüs durağına yakınsındır, boş otobüs gelir şansına (ki yaşandı) o zaman binersin ama toplu taşımaya güvenerek plan yapmanın saçmalığını ancak Malta'da anlayabildim. Bu noktada biraz daha pahalı ama en azından güvenilir şirket olan eCABS'ten bahsetmek istiyorum. App'ten ya da Saint Julian's'taki ofislerinden - yarım saatlik bir bekleme süresini de göz önüne alarak - bir araba çağırabiliyorsun. Fiyatlar şehirler arasında sabit. Telefonuna plaka numarası ve saat bilgileri mesaj olarak geliyor. Sürücüler cana yakın. Hatta biri, zamanında Türkiye'de tekstil işi yapan bir abimizdi. Hem yol üstündeki görülmesi gereken şeyleri gösterip güzel güzel rehberlik yaptı, hem de Türkiye anılarını anlattı. Mesela ilk kez rakı içtiğinde tadı bir İtalyan içkisine benzemiş ve onlar gibi içmek için portakal suyu istemiş. Tabii ki rakı ve portakal suyunun karıştırılma fikrini duyan Türk abimiz de çıldırmış. Son olarak arabaları da çok konforlu. Sanki para alıp reklam yapmışım gibi oldu ama toplu taşımadan sonra hızır acil gibi yetişen şirketin de websitesi şu: http://ecabs.com.mt/

Kıpır kıpır bir merkez: St Julian's, Sliema, Valletta

Malta merkezde görülmesi gereken yerler yukarıda yazdığım üç şehir.

St Julian's - ya da tabelalarda yazdığı orijinal adıyla San Ġiljan - Malta'nın gece hayatının daha hareketli olduğu, genç bir şehir. Genç bir şehir diyorum çünkü birçok yaz okulu bu bölgede yer almakta ve İngilizcesini geliştirmek isteyen farklı farklı ülkelerden gelen gençler buralarda dolaşmakta. Burada küçük bir alışveriş merkezi olan Bay Street var. Fiyatlar diğer Avrupa şehirlerine göre uygun sayılabilir. St George's Plajı, şehir içinde yüzmek için en uygun nokta. Halk plajı olduğu için ücretsiz ve biraz küçük. Lakin etrafında şezlong, şişme yatak gibi ürünler kiralanabilecek dükkanlar, güzel bir dondurmacı ve farklı farklı cafeler var. Daha önce de dediğim gibi gece gidilebilecek birçok restoran ve pub var. Özellikle Hugo's adlı bir şirkete ait olan farklı mekanlar var. Bu ufak merkezin bir kısmında da Red Light District havası almak mümkün. Bu gece hayatının yoğun olduğu bölgeye Paceville deniyor. Diğer iki koy olan Spinola Bay ve Ballutta Bay de yine restoranları ve hareketliliği ile dikkat çekmekte.

St. Julian's'ın biraz ilerisinde Sliema bölgesi var. Burası ilgimi daha çok tarihi açıdan çekmekte çünkü Osmanlı'nın 1565'te Malta'yı işgal etme çabasında kilit bir role sahip çünkü Turgut Reis ve askerleri Malta'yı buradan işgale karar vermişler. Askerleri başarı ile indiren Turgut Reis, karşı kıyıdaki St. Elmo kalesini hedef almış. Bu nedenle Sliema'nın en uç noktasına Dragut Point adı verilmiş. Şimdilerde orada 1700'lerin sonunda yapılmış ufak bir kale var ancak Malta'nın bağımsızlığından sonra harabeye dönmüş. Onun yerine bölgede çok modern yerleşim alanları ve de The Point adlı Kanyon-vari bir alışveriş merkezi açılmış. Sliema'dan Malta'nın farklı yerlerine giden tur gemileri kalkmakta. Valletta'ya da 1.50 € karşılığında 5 dakikada giden vapurlar da bulunmakta.

Valletta, gerçekten de çok güzel bir yer. Yukarıdaki yarım kalan hikayeden devam edeyim. Turgut Reis, Valletta'nın en ucundaki St. Elmo kalesini almaya çalışmış ve başarmış da. Ancak kaleyi alırken ordunun çoğunu kaybetmiş. Hatta kalenin fethinden çok kısa bir süre sonra aldığı yaralardan dolayı Turgut Reis de hayatını kaybetmiş. Turgut Reis'in ölümünden sonra başsız kalan ve çokça askerini kaybeden ordu son bir güçle Malta'nın ortalarına kadar çekilen düşmanını yok etmeye çalışsa da buna gücü yetememiş ve Malta'dan ayrılmışlar. Valletta da bu zor dönemden sonra tekrardan küllerinden doğmuş. Avrupa'da şehir planlamacılığının kullanılarak yapılmış ilk şehir olmuş. Gerçekten de sokakları ve binaları çok düzenli. Bir şehir kapısı kullanılarak giriş yapılan Valletta, ziyaretçilerini parlemento binası ve 2. Dünya Savaşı sırasında bombalamalar sonucu yıkılan Opera binası ile karşılıyor. Hemen sağ tarafta Upper Barrakka Garden bulunmakta. Buradan aşağıda kalan Valletta limanını ve karşı kıyıdaki kaleleri görebiliyorsunuz. Bu bahçenin bir de Lower Barrakka Garden versiyonu bulunmakta. Bu bahçeler şehrin en yeşil alanları. Valletta'da bir çok savaş müzesi ve kilise var ama en güzeli bence turuncu sokaklarında dolaşmak, fotoğraf çekmek ve güzel yemeklerinden denemek.
Turgut Reis'i öldüren topun atıldığı kaleye doğrultulan toplar

Mdina ve Rabat

Malta'da görülecek bir başka yer kesinlikle şehrin ortasında kalan Mdina ve Rabat şehirleri. Mdina, Game of Thrones'un ilk sezonunda bir kaç sahneye sahiplik yapmış. Valletta'ya benzer bir şekilde bu şehir de bir tepe üstünde bir kale şeklinde dizayn edilmiş. Türkler'in çekilmeden fethetmeye çalıştığı yer de burası aslında. Halen 300 kişinin yaşadığı bu yer şu an daha çok turistik amaçlarla kullanılıyor. Malta'nın güzel bir kuş bkışı manzarasına ev sahipliği yapan bu şehirde dolaşmak gerçekten de zaman yolculuğu hissi yaratmakta.

Rabat da Mdina'nın hemen yanıbaşında ama günümüze daha adapte olabilmiş bir şehir. Burası Hristiyanlar için ilginç olabilecek bir yer keza Aziz Pavlus geçirdiği bir gemi kazası nedeniyle Malta'ya demir atmak zorunda kalmış. Malta halkı - ki o dönem Hrısityan değiller - da bu zor zamanında Pavlus'a misafirperverlik göstermiş. Bu hikayenin İncil'de yer almasıyla da Rabat, birçok Papa tarafından, en son 2010'da olmak üzere, ziyaret edilmiş. Mdina'ya gitmişken, 5 dakikalık bir yürüyüş ile ulaşılabilen Rabat'ı görmemek saçma olur.

Peki bu Maltalılar kimler?

Bu sorunun cevabı aslında çok zor çünkü yıllar boyunca Malta'yı farklı farklı uygarlıklar yönetmiş. İlk olarak Finikeliler tarafından yerleşim yapılan Malta, bir çok uygarlığa ev sahipliği yapmış. Mesela bunlardan ilginç olanlardan biri Araplar. Araplar, Malta'yı ele geçirmiş ancak Maltalılar'a din özgürlüğü bahşetmişler. Sadece zaman zaman gelip vergi toplamışlar. Fransızlar Malta'yı ele geçirdikten sonra Napolyon gelip Valletta'da altı gün kalmış. Bu altı gün içinde ise Malta'yı yönetilmesi kolay bölgelere bölmüş, bürokrasiyi ülkeye tanıtmış, köleliği kaldırmış. Ancak daha sonra Malta, İngilizler'in eline geçmiş. Süveyş Kanalı'nın açılması ve Akdeniz'in tekrardan önem kazanması ile Malta'nın da stratejik önemi artmış. 2. Dünya Savaşı'nda üs olarak kullanılan Malta, Alman ve İtalyanlar tarafından bombalanmış. Savaştan sonra Kral'dan övgüler alan Malta, kolonileşmenin bitişi ile bağımsızlık istemeye başlamış ve barışçıl bir biçimde İngiltere'den ayrılmış.

Bu kültür karmaşasının izleri Malta dilinde belirgin. Maltaca, İtalyanca ve Arapça'nın bir kırması gibi bir lisan. Hatta fonetik olarak Arapça'ya daha bile yakın denilebilir. Ancak başka dillerde olmayan bazı harfleri de kendi alfabesine ekleyecek kadar da özgün. Bu harfler: ħ, ġ, ċ, ż. Ancak İngilizce de bir diğer resmi dilleri. Halkın neredeyse hepsi İngilizce bilmekte. Bütün kanunlar Maltaca ve İngilizce olarak iki kez yazılmakta. Eğer iki kanun arasında uyuşmazlık varsa Maltaca dikkate alınmakta. Yapılan araştırmalar da insanların her şeye rağmen kendilerini Maltaca daha rahat anlatabildiklerini göstermekte.


Genel olarak çok sevimli insanlar. Ülkelerini tanıtmayı çok seviyorlar. Sıcakkanlılar. Öte yandan bu rahatlık - toplu taşıma örneğinde de görülebileceği gibi - tembelliğe dönebiliyor. Ayrıca deli gibi araba kullanıyorlar. Arabaların önemli bir kısmında yan aynaların bir tanesi kırık. Maltalıların kendisinden öğrendiğim kadarıyla maç olsun, tatil olsun, seçim olsun, her şeyi kutlamayı çok seviyorlar.

Tatil de Malta seçimlerinin ertesi gününe denk geldiği için bu kutlamaları görmek nasip oldu. İki gün boyunca dar sokaklarda, TIR'ların damperlerine adam doldurarak, kornalara durmadan basarak seçim galibiyeti kutladılar. Trafik kesilmiş, otobüsler durmuş, hiç umurlarında değil. Kutlamaların bu kadar deli olmasının da özel bir sebebi yok. Kazanan İsçi Partisi, %53 oy almış. Ayrıca zaten daha önce de iktidardalarmış. Ayrıca Malta'nın politik sisteminde sadece iki parti var. Yani geleneksel olarak kazanmaya da alışmış olmaları lazım. Bu kadar deli kutlamalarının sebebi geçmiş seçimlere göre birkaç bin oy daha fazla almamarıymış. Garip geldi.

İşin bir başka garip yanı da İşçi Partisi'nin bu seçimler öncesi ciddi yolsuzluk suçlamalarına maruz kalması. Suçlamaların ne kadarının doğru olduğu hakkında yorum yapamam elbette. Ancak polisin de işe karışması, bu suçlamaları yapan gazetecilerin nispeten baskı görmesi, İsçi Partisi'nin bu suçlamaları komplolarla açıklama çabası gibi şeyler, bana bu iddiaların gerçek olabileceğini düşündürttü. Ayrıca yolsuluk ile suçlanan partilerin buna rağmen seçimi kazanabilmesi ve oy verenlerin her şey çok doğruymuş gibi kutlama yapması nedense bana bir yerden tanıdık geliyor.

Yemek? içmek?

Yazdım yazdım da yemeklerden içkilerden bahsedemedim. Kapanışı da böyle yapalım o zaman. Malta'da yenecek en mantıklı şey tabii ki de deniz ürünü. Deniz ürünlerine odaklanan restoranlarının menüleri hayatımda görmediğim balıklardan oluşuyordu. Ancak her restoranda kalamar, ahtapot, midye gibi daha tanıdık yemekler bulmak mümkün. Bunun yanında pizza da Malta'da bol malzemeyle yapılan bir başka yemek alternatifi. Adada pek hayvancılık olmadığı için kırmızı ya da beyaz et pek popüler değil ancak tavşan Maltalılar'ın yöresel yemeklerinden biriymiş. Biri yahni, biri de burgerda olmak üzere denedim. Çok aşırı lezzetli değil ama kötü hiç değil. Bence denenmesi lazım. Alkollü içecek olarak "Cisk" adlı biraları var. Bunun dışında kırmızı ve beyaz şarap da üretiyorlar da pek fazla ihraç etmiyorlar sanıyorum. Kinnie adlı greyfurt aromalı soda ise Malta'nın en dikkat çekici alkolsüz içkisi.

Birkaç bilgi

  • Malta aslında geleneksel olarak oldukça yobaz bir ülke. Boşanma, Malta kanunlarına 2011'de yapılan bir referendum sonucu eklendi. Boşanma halktan sadece %53'lük bir destek alabildi.
  • Şehirdeki otobüsler Otokar marka ve Türkiye'de üretilmiş.
  • C harfini kafalarına göre Ç diye okuyorlar. Yukarıda yazdığım "Cisk", "Çisk" diye, "Paceville" adlı bölge "Paçeville" diye okunmakta.
  • Bahis ve pokerin merkezi.
  • Türkiye denince Osmanlılar ve Turgut Reis konusunun açılmaması imkansız gibi bir şey.
  • Yine söylüyorum: Otobüslere güvenmeyin!

Üç yıldız ya da 1959 öncesi şampiyonluklar bizi halen neden alakadar ediyor?

by 22:44:00
*** Dikkat dikkat... bu blog yazısı yüksek derecede futbol tarihçesi içermektedir. ***

Beşiktaş'ım Türkiye'de iyi başladığı, Avrupa'da da yüzümüzü güldürdüğü bir sezonun sonunda biraz bocalasa da işini son haftaya bırakmadan bir kez daha şampiyon oldu. Ancak bu şampiyonluk Beşiktaş'a üçüncü bir yıldız kazandırdığı için bitmeyen tartışma tekrar alevlendi: Beşiktaş gerçekten üçüncü yıldızı mı kazandı?

Gerçi yıldızda keramet olsaydı gökte sonsuz tane olmazlardı

Süper Lig nedir?

Süper Lig, Türkiye'de futbol oynayan (neredeyse) bütün takımların teoride katılabileceği ve kazananının UEFA tarafından ülke şampiyonu olarak tanındığı bir turnuva. Ben küçükken bu turnuvaya "1. Lig" denirdi. Ancak daha sonra ligin değerini arttırmak amaçlı 2001-02 sezonu öncesi iki önemli değişiklik yapıldı. Bunlardan ilk ligin "Süper Lig" adını almasydı.

Bu lig 1959'dan beri kesintisiz oynanıyor. Takım sayısı değişse de formatı birkaç istisna dışında her zaman aynı. Bu istisnalardan biri şike skandalı sonrası 2011-12'de oynanan play-off'lu sezon. Ligi normal sezonda birinci bitirenin sezon sonunda şampiyon olmama ihtimali olan bu formatta şükürler olsun ki ligi de "Süper Final"i de Galatasaray kazandı ki yıllarca sürecek başka bir polemik başlamamış oldu. 1962-63 sezonu ise "kırmızı" ve "beyaz" adlı iki grup ile başladı. Daha sonra gruplarda ilk altıya giren takımlar, sıfırdan bir lig oynadı. Yani "Süper Final" örneğindeki gibi final grubuna eski gruplardan puan taşınmadı. Bu turnuvada da hem kırmızı grubu, hem de Galatasaray'ın kazanması ile bir başka polemiktan daha kurtulmuş olduk. 1959 tarihli ilk sezonda da benzer bir format uygulandı. Ancak bu sefer "kırmızı" ve "beyaz" grubun şampiyonları iki maçlık bir play-off oynadılar.

1959 sezonuna bir parantez açmak lazım. Çift devre oynanmasına rağmen bütün maçlar tek bir yıla sıkıştırılmıştı çünkü 1958-1959 sezonunda bölgesel ligler (İstanbul, Ankara, İzmir vs.) halen oynanmaya devam ediyordu. Ancak TFF, diğer ülkelerde olduğu gibi Avrupa'ya şampiyon gönderecek bir lig yaratmaya karar verince o dönemki adıyla "Milli Lig"i kurmuştu. Bölgesel ligler Şubat 1959'da bitince buradaki en iyi takımlar yeni kurulan Milli Lig'e alındı ve ilk şampiyon Galatasaray'ı ikinci maçta 4-0 yenen Fenerbahçe oldu.

Formatta ufak değişiklikler olsa da 1959-2017 arasında şampiyonların kim olduğu konusunda herkes mutabık (ancak konuyu uzatmak isteyenler 2010-11 sezonunun şampiyonunun kim olduğu konusunda bir muhabbet açabilirler). Resmi rakamlar şöyle:

Galatasaray: 20, Fenerbahçe: 19, Beşiktaş: 13, Trabzonspor: 6, Bursaspor: 1

İlk şampiyon Fenerbahçe

Federasyon Kupası ve 3 yıldız

Ama Beşiktaş'ın 15 şampiyonluğu ve 3 yıldızı var?

2001-02 yılındaki bir başka değişlik de yıldız sisteminin gelmiş olmasıydı. TFF, her takımına beş şampiyonluk için bir yıldız vermeye karar verdi (5 rakamında mutabık kalmalarının nedeni ise Trabzonspor'a da yıldız vermekti). Lakin, Beşiktaş da 9 şampiyonluk ile 2. yıldızın kıyısında kalmıştı. Bu nedenle Beşiktaş, - yanlış hatırlamıyorsam ilk kez 1998 civarında Cenk Koray tarafından seslendirilen - iki Federasyon Kupası şampiyonluklarını da yıldız kriterine eklemek istedi.

Peki iki şampiyonluğu nereden geliyor ve neden lig şampiyonluğuna ekleniyor? Tüm hikaye 1955 yılında başladı. O sene UEFA, Avrupa liglerinin şampiyonlarının mücadele ettiği bir turnuva düzenlemeye karar verdi. UEFA kuraları çekip her şeyi hazırladıktan sonra bu fikri ciddiye almaya karar veren TFF, Türkiye'nin bu turnuvada temsil edilmesini istedi. Ancak Türkiye'de bütün bölgelerin yer aldığı ulusal bir lig yoktu. Yani ortada bir Türkiye şampiyonu yoktu. Bu nedenle TFF, bölgesel liglerin en prestijlisi olan İstanbul Ligi'nin o sezonki şampiyonu Galatasaray'a Avrupa'ya gitme teklifi yaptı. Galatasaray da bunu kabul etti ancak takım UEFA engeline takıldı çünkü UEFA doğal olarak bu geç gelen isteği kabul etmemişti.

TFF, bir sonraki sene bölgesel profesyonel ligler sistemine devam etti ve 1955-56 İstanbul Ligi'ni Galatasaray kazandı. Geçen sene olanların tekrarlanmaması için Galatasaray, Avrupa'da oynama isteğini hemen TFF'ye bildirdi. UEFA da Türkiye'den gelen bu isteği kabul etti. Böylece Galatasaray, Avrupa'da ilk kez mücadele eden Türk takımı oldu. Buna diğer bölge ligleri nasıl tepki verdi bilmiyorum. Sonuçta Göztepe, Altay, Gençlerbirliği gibi takımlar da o dönemde nispeten güçlü takımlar kurmuşlardı.

Bak, Türkiye yazıyor
Bir sonraki sezon TFF, gerçek anlamda bir Türkiye birincisi çıkarmaya karar verdi ve Federasyon Kupası'nı başlattı. Üç bölgede oynanan ön elemelerden çıkan 6 takım ile bir lig oluşturuldu ve Beşiktaş bu turnuvanın sonucunda kupayı kazanan takım oldu. Ancak 1954-55 sezonunda olanlar bir kez daha tekrarlandı ve TFF, UEFA'ya bir şampiyon adı göndermeyi unuttu. UEFA kuraları çektikten sonra ise apar topar Beşiktaş'ın adı gönderildi ama artık her şey için çok geçti. İşin ilginci Fenerbahçe, "geçen sene İstanbul şampiyonu Galatasaray'ı gönderdiniz, bu sene neden İstanbul şampiyonu olan Fenerbahçe'yi değil de Federasyon Kupası şampiyonunu gönderiyorsunuz?" diye kendi çapında bir tutarlı bir soru sormuştu, ancak TFF bu hakkı Beşiktaş'tan yana kullandı.

Bir sonraki sene Federasyon Kupası tekrarlandı ve bir sonraki yıl ilk kez düzenlenecek Süper Lig'in ilk sezonu ile benzer formatta uygulandı. Kırmızı grup lideri Beşiktaş, beyaz grup lideri Galatasaray'ı iki maçta da yenerek şampiyon oldu. Bu sefer TFF, Beşiktaş'ın adını zamanında bildirdi ve Beşiktaş, Galatasaray'dan sonra Avrupa'ya çıkan ikinci takım oldu.

Federasyon Kupası düzenlenirken bu kupanın sahibi hiçbir zaman Türkiye şampiyonu olarak adlandırılmasa da o dönem başka bir Türkiye çapında turnuva olmaması, formatının ligin ilk sezonuna benzemesi ve şampiyonunun Türkiye'yi temsilen UEFA'ya gitmesi nedeniyle, Beşiktaşlıların gözünde bu turnuva Süper Lig ile aynı statüde. TFF ise bu turnuvaya farklı davranıyor ve yıldız kategorisine alsa da şampiyonluk sayısına eklemiyor. Böylece Beşiktaş'ın 13 lig şampiyonluğu olmasına rağmen toplamda 15 Türkiye şampiyonluğu oluyor ve üç yıldız alıyor.

Galatasaray: 20, Fenerbahçe: 19, Beşiktaş: 15, Trabzonspor: 6, Bursaspor: 1

Milli Lig

Tabii Fenerbahçeli arkadaşlarımız durur mu? Onlar da 1937-1950 arasında düzenlenen Milli Lig'i konuya dahil ederek, bu şampiyonlukların da sayılması gerektiğini söylüyorlar ki kendileri bu turnuvayı en çok kazanan takım. Kısmen de haklılar. Öncelikle bu turnuva Türkiye'de lig olarak oynanmış ilk büyük turnuva. Bölgesel liglerini üst sırada bitiren takımlar bu ligde Türkiye şampiyonu olmak için mücadele ediyorlar. Eğer o dönemler UEFA Şampiyon Kulüpler Kupası gibi bir organizasyon olsaydı, bu ligin şampiyonunun Türkiye'yi temsil etmesi en mantıklı seçenecek olacaktı. Beşiktaş'ın Fenerbahçe'ye göre şansı aslında bu. Beşiktaş, yıldız başvurusu yaparken UEFA'dan 1957 ve 1958'de Türkiye şampiyonu olduklarını gösteren bir belge alabilmişken, Fenerbahçe'nin böyle bir belge alma şansı yok.

Ancak Milli Lig sayılmasın diyenlerin de güçlü argümanları var. Birincisi 1950'den önce Türkiye'de futbol profesyonel değildi. Milli Lig'in sonlandırılmasının da sebebi 1950 yılından itibaren bölgesel profesyonel liglerin başlaması oldu. Gerçekten de Milli Lig tarihne bakıldığında, turnuva oynanırken turnuvadan çekilen takımlar, sıkça değişen puanlama sistemleri, olimpiyata denk geldiği için oynanmayan sezonlar gibi, profesyonel futbolda alışık olmadığımız durumlar söz konusu. Milli Lig'in şampiyonluk sayılmaması için bir diğer neden de aynı dönemde başka bir Türkiye şampiyonluğu turnuvasının bulunması.

Türkiye Futbol Şampiyonası

Bu turnuva Milli Lig'den bile önce başlamış ve Türkiye birincisini belirlemek için düzenlenmiş bir organizasyon. Formatının nasıl olduğu hakkında pek fazla bir bilgi yok. İşin garibi Milli Lig ve Türkiye Futbol Şampiyonası zaman zaman birbiri ile çakışıyor. Mesela 1940'da Milli Lig şampiyonu Fenerbahçe, Türkiye Futbol Şampiyonası'nda Eskişehir Demirspor'un ardından ikinci. Peki bu takımların hangisi gerçekten Türkiye şampiyonu? Bu turnuvaya katılım kriterleri ile ilgili de soru işaretleri var. Mesela 1946'da Milli Lig şampiyonu Fenerbahçe, Türkiye Şampiyonası'na katılmamış. Onun yerine İstanbul şampiyonu Beşiktaş, turnuvaya dahil olup ikinci olmuş.

...mu acaba?

Bu problemi nasıl çözmeli?

Çözüm 1: 1959 öncesi tamamen unutulacak. Beşiktaş, 13 şampiyonluk ile iki yıldızda kalacak. 
  • Neden mantıklı? Tartışmaya açık olmayan resmi bir başlangıç noktası var, geçmişe bir sünger çekiliyor, tartışmalar bitiyor.
  • Neden mantıksız? Beşiktaş, UEFA'dan aldığı bir belge ile "Türkiye şampiyonu" olduğunu kanıtladı. Neden bu hakkından feragat etsin?
Çözüm 2: Status quo devam. Beşiktaş'ın 13+2 şampiyonluğu olacak.
  • Neden mantıklı? Federasyon Kupası, kendine has durumundan ötürü farklı bir kategoride tutulsa da şampiyonunun Türkiye şampiyonu olduğu da gerçek. Yıldız kriterine dahil edilebilir.
  • Neden mantıksız? Kağıt üstünde +2 gerçekten de garip duruyor. Ayrıca Türkiye'deki her yıldız sayısı değişiminde bu tartışma yeniden hortlayacak.
Çözüm 3: Lig 1957'den itibaren başlayacak. Beşiktaş'ın 15 şampiyonluğu olacak.
  • Neden mantıklı? +2 garabeti kalacak. Lig sayısı ve şampiyonluk sayısı eşitlenecek
  • Neden mantıksız? Federasyon Kupası'nın son aşaması lig usulü olsa da sonuçta bu bir kupa. Küme düşen yok, alt ligden gelen yok. Süper Lig ile aynı kefeye koymak tartışma yaratabilir.
Çözüm 4: Lig 1930'dan itibaren başlayacak. Beşiktaş'ın 18, Fenerbahçe'nin 25, Galatasaray'ın 21 şampiyonluğu olacak.
  • Neden mantıklı? Lefterlerin, Baba Hakkıların kazandığı Türkiye şampiyonlukları da dikkate alınacak.
  • Neden mantıksız? Futbolun amatör yılları da dikkate alınmış olacak. Ayrıca Türkiye Futbol Şampiyonası ile çakışan yıllar sorun yaratacak. Fenerbahçe'nin Galatasaray'ı geçmesi nedeniyle de iki kulüp arasında tartışmalar ayyuka çıkacak.
Çözüm 5: Lig 1924'ten itibaren başlayacak. Beşiktaş'ın 20, Fenerbahçe'nin 28, Galatasaray'ın 21 şampiyonluğu olacak.
  • Neden mantıklı? Türkiye'de düzenlenen bütün Türkiye şampiyonaları dikkate alınmış olacak.
  • Neden mantıksız? Futbolun amatör yılları halen sayılıyor olacak. Bazı yıllar için iki tane Türkiye şampiyonundan bahsedilecek. Tarihde 10'dan fazla Türkyie şampiyonu olacak.

Peki bence ne olmalı?

Öncelikle son üç çözümü reddediyorum. 1950 öncesi amatör dönemi yıldız sayısına dahil etmenin mantığı, hele bazı yıllar çifte şampiyonluklar varken, yok. Federasyon Kupası'nı da lige dahil etmek doğru olmaz çünkü kendine has bir formatı var.

Açıkcası bir Beşiktaşlı olarak, Beşiktaş'ın iki ya da üç yıldızı olması ne benim Beşiktaş'a aşkımı azaltır, ne de Beşiktaş'ın büyüklüğünü küçültür. Bu nedenle ben aslında Çözüm 1'den yanayım. Hatta ve hatta yıldız muhabbetinin 10 yılda bire inmesinde yarar görüyorum. Böylece zırt pırt yıldız muhabbeti açılıp, tartışma başlamaz. Hem bundan 50 yıl sonra yıldızlardan formaların gözükmediği tasarımlara şahit olmak da hoş olmayacaktır.

Bir yandan da Çözüm 2'nin aslında çok da kötü bir çözüm olmadığını da düşünüyorum. Bir şampiyon nasıl tanımlandırılır?

1- Türkiye çapında (profesyonel) bir turnuva kazanılacak
2- Bu turnuva Türkiye'deki tek ya da en düzey turnuva olacak
3- Turnuva lig formatında olacak
4- Yabancı futbol organizasyonları (UEFA, FIFA) şampiyonu tanıyacak.

Beşiktaş'ın da bu iki şampiyonluğu 1.,2. ve 4. kriterlere tamamen uyuyor. 3. kritere ise kısmen uyuyor. Yani Federasyon Kupası bir lig değil ama kazananı Türkiye şampiyonu.

Ben bu notları tarihe düşeyim de, bu konu hakkında bilgi toplamak isteyenler için bir kaynak olsun. İnsanlar okuyup, beyin jimnastiği yapsın yeter.

Referandum analizi - Doğu/Güneydoğu Anadolu

by 15:21:00
Sıcak sıcak bir referandum analizi gelsin derim. Bu referandum sonuçları bir kaç perspektiften analiz edilebilir elbette ama ben en çok merak ettiğim konu ile başlayayım. Konumuz Doğu/Güneydoğu Anadolu'dan gelen oylar ve bunun "Evet" bloğuna katkısı. Önce tarihe not düşelim: 16 Nisan referandumunda Türkiye'nin %51.4'ü anayasal değişikliklerine onay verdi. İki grup arasındaki oy farkı 1.379.000 civarı oldu. Öte yandan İstanbul, Ankara ve İzmir üçlüsü çok uzun zamandan sonra ilk kez aynı oyu verip, "Hayır" dedi. Bu ve başka büyük şehirlerden gelen itiraza rağmen "Evet"in kazanma nedenleri de hemen tartışılmaya başlandı. Dikkat etmemiz gereken şeylerden biri Doğu'da HDP'den "Evet"e kayan oylar.


Sadece uzaktan bakınca bile görebiliyoruz ki Doğu'da HDP'nin birinci çıktığı 12 ilden 2 tanesinde (Bitlis ve Muş) "Evet" üstünlük sağlamış ki Bitlis'te "Evet" ile "Hayır" arasındaki fark nispeten yüksek (%59'a %41). Daha detaylı bir analize girişmeden oy kaybının ciddi olduğunu söylemek mümkün.

Ortalığa çıkan analizler sadece yüzdeler üzerinden ilerlediği için bence pek güvenilir değil. En azından oy kaymalarını analiz edemez. Mesela daha önceki seçimde HDP'ye oy verip, seçime gitmeyen sayısı çok ise, "Evet" oyundaki yüzdelik artış HDP'den "Evet"e oy kaydığını göstermez. O yüzden bu analizde oy veren sayısına dikkat ediyorum. Bunun yanında sandıktan kaçan seçmen sayısını dikkate alıyorum. İşleri kolaylaştırmak için de 4 partiye odaklanıyorum. Diğer partilerden gelen oylar ve yeni seçmenin tavrını da evet, hayır ve oy kullanmayan olarak dağıtacağım.

Böyle bir detaylı analizin bize gösterdiği şeyler bence daha ilginç. Öncelikle bu 12 ilin 11'inde "Evet" oylarının toplamı AKP ve MHP toplamından daha fazla iken, "Hayır", HDP ve CHP toplamından az. Tek istisna Iğdır. Bunun da nedeni Iğdır'ın bölgedeki önemli bir istisna olması çünkü bu şehirde HDP ve AKP kadar MHP de çok güçlü. HDP'den "Evet"e oy kaymasına rağmen, bu şehirde de - MHP'nin çok güçlü olduğu her il gibi - MHP seçmeninin önemli bir kısmı "Hayır" oyu vermiş gözüküyor.


Biraz da bölgedeki büyük resme göz atalım isterseniz. Bu 12 şehrin toplamında çıkan "Hayır" ile 2015'teki "HDP+CHP" bloğunu karşılaştırdığımızda da 355.000 civarında bir fark var. Ancak bu fark bölgedeki yeni seçmeni ve geçen seçimde diğer partilere oy atmış kesmi dikkate almıyor. Bu referandumda 12 ilin yarısında seçmen sayısı artarken, diğer yarısında azalmış. 33.741 yeni seçmen ile en dikkat çekici artış bölgenin en büyük şehri Diyarbakır'da olmuş. Toplamda ise tam olarak 54.500 yeni oy ortaya çıkmış. Şimdi farz edelim 30.000 kişi "Hayır", 20.000 kişi "Evet" oyu bastı. 4.500 ise seçimde oy vermedi. Öte yandan geçen seçimde 70.000 kişi de diğer partilere oy vermişti. Bunu da 40.000 kişi "Hayır", 20.000 kişi "Evet", 10.000 kişi de "oy vermedi" olarak tahmin edelim. Bu tahminler büyük resmi değiştirmez ama dağılımı mantık çerçevesinde yapmakta da yarar var. Bu farazi dağılım yukarıdaki 355.000'lik farkı 425.000'e çıkarır. Peki HDP+CHP'ye 2015'te oy veren bu 425.000 kişi bu referandumda ne yaptı? Bu sorunun cevabı çok önemli.

Tabii ki akla ilk gelen seçenek bu kişilerin "Evet" oyu vermesi. Gerçekten de "Evet" oyu, 2015'te AKP ve MHP'ye giden oylardan (yeni seçmeni ve diğer partilerden gelenleri de göz önünde alarak) 215.000 adet daha fazla. Yani, düşen HDP oylarının %51'i "Evet" gitmiş. Geri kalanı da sandığa gitmemiş. Bu 12 ilin biri dışında (Tunceli) hepsinde sandığa gitmeme sayısı artmış. Elbette yeni seçmen ve diğer partilerden gelen oylar farklı dağıtılsa sonuç daha farklı olabilirdi ancak oran olarak "Hayır"ın çoğunlukta halen önde olduğu bu coğrafyada yaptığım hesabın yanlış olduğunu düşünmüyorum.


Yani sonucum şudur ki HDP oylarının yarısından biraz daha fazlası "Evet"e kaymış, ciddi bir kesim ise oy kullanmamış. Daha da spesifik olursak 2015'teki seçmenin %80.6'sı HDP'nin Hayır çağrısına uymuş, %9.8'i "Evet" demiş, %9.6'sı ise sandığa gitmemiş. Sandığa gitmeyen kesimin bölgede yaşanan problemlerden dolayı mı sandığa gidemediği yoksa seçimleri boykot edip bilerek sandığa gitmediğini anlamak bu rakamlar ile mümkün değil.

Öte yandan HDP'nin bu 12 bölgede kaybettiği oy, referandum sonucunu değiştirir miydi? Buna gönül rahatlığı ile hayır diyebiliriz. Eğer bu 12 ilde oy geçişkenliği olmasaydı, "Evet", hesaplamalarıma göre, %50.8 ile referandumu yine de kazanacaktı.


Özet geçelim:

  • Doğu'da HDP, kazandığı 12 ilde de oy kaybetmiş ancak Iğdır'daki hayırcı MHP'ler nedeniyle bu oy kaybı daha az göz önünde
  • Kaybedilen oyun yarısından biraz fazlası "Evet"e kaymış, gerisi sandığa gitmemiş.
  • Ancak bu oy geçişkenliği olmasaydı bile referandumu "Evet" oyları kazanacaktı.

Referandumda oy pusulaları

by 00:25:00
Dün, 2017 Anayasa Değişikliği referandumu için oyumu kullandım. Oy sandığına kadar şeyi çok düzgün ayarlamışlar. Güvenlik, görevliler vesaire hepsi oldukça kibardı. Ancak oy verdiğim masada kimliğini aldıktan sonra imza atmadan bir giden adamın yarattığı karmaşa ile uğraşılıyordu. Öyle ki oyumu kullandıktan sonra imza atmaya gittiğimde, sandık görevlisi yanındaki arkadaşına bana oy pusulası verilebileceğini söyledi. Ben de benim oy attığımı gören adam da bir an "lan n'oluyor?" bakışı attık. Neyse, böyle küçük şeyler olabilir diyeyim geçeyim.

Ama kafama takılan bir başka bir şey var. Damgamı aldım, pusulamı aldım. Oy verme kabininde bir daha önüme baktım. Önümdeki kağıtta "Evet" / "Hayır" yazıyor. Sade, basit. Biraz düşününce ise saçma.

2017 Referandumu oy pusulası
Son yıllarda demokratik sistemlerde yapılan seçimlerin en büyük problemi halkın neyi oyladıklarını bilmeden ya da bu konular hakkında yanlış bilgilere dayalı kritik kararlar vermesi. Bunun en bilindik örneği Brexit öncesi ayrılıkçı takımın "AB'ye vereceğimiz parayı sağlık sistemine vereceğiz" yalanı. AB'ye hibe ettikleri bütçeyi (AB'den aldıkları parayı ise hesaba katmaksızın) kocaman bir halk otobüsüne yazıp bunu nispeten fakir bölgelerde gezdiren ayrılıkçılar bunun sayesinde bir çok kişinin desteğini almış, referandumdan sonra ise iddialarını gerçekleştiremeyeceklerini televizyonda kabul etmek zorunda kalmıştı.

Türkiye'de zaten araştırmaya ilgi olmadığı için ve araştırılmış bilgiyi halka tarafsızca sunacak bir ana akım medya olmadığı için işler daha karışmış durumda. Son zamanlarda bolca yayınlanan referendum anketlerinin diğer sorularına da bir bakın. Halk, halen referendumun tam olarak ne getireceğini bilmiyor. "Evet" oyu vereceklerin büyük kısmı "Erdoğan'ın bir bildiği vardır", "hayır" diyenin de ciddi bir bölümü "Aman Erdoğan bir şey getirmiş, karşı çıkalım" düşüncesinde. Oy verilecek maddeleri birden fazla gözden geçirmeyen bu insanlar, kafalarına sadece bir kelime kodluyorlar: "evet" ya da "hayır". Oy kullanırken bile ne için oy kullandıklarını bir kez daha okumuyorlar. AKP, "köprü yaptık, tünel yaptık" diye gazı vererek anayasa ile ilgili hiçbir şeyi öne çıkarmadan seçmeninin aklına "evet"i yapıştırıyor. Yetkililer de bunun gerekli olmadığını düşünmüş. Oy pusulasını olabilecek en sade şekilde yapmış. Seçmene diyor ki "sen kafanı yorma kardeşim, bas geç".

Halbuki referandumları araştıran insanlar oy pusulasında yer alan soruyu oldukça önemser. Siyasetçiler de bu soruyu sade ama herkes tarafından anlaşılabilecek bir formata sokmak için çaba sarfederler. Mesela Brexit'teki oy pusulasına göz atalım. Bütün kampanya boyunca, bizdeki gibi "Leave" (Ayrıl) ve "Remain" (Kal) kelimeleri kullanılsa da pusulada kolaya kaçmayıp açık açık seçenekleri yazmışlar: Avrupa Birliği'nin bir üyesi olarak kal ya da Avrupa Birliği'nden ayrıl. Sen "Kal" ve "Ayrıl" kelimelerini bir kampanyada o kadar fazla tek başına kullanırsan, nereden ayrılacağın ya da nerede kalacağın geri plana düşer. Bu bilinçsizliği son anda kırmak için de referendumun sonuçları açık açık yazılmış. Bunun yanında referendumun konu başlığı kalın harflerle yazılmış. Soruda da seçenekler tekrardan uzun ve açık bir şekilde yazılmış.

Brexit oy pusulası
Doğrudan demokrasinin merkezi İsviçre'de ise referendum olayı biraz daha farklı. İsviçre'de genellikle yılda bir kaç kere birkaç soru aynı anda seçmene soruluyor. Seçmen istediğine cevap verip istediğine vermiyor. Mesela Şubat ayında yapılan referendumda üç soru sorulmuştu. En çok tartışılan ilk soru şöyle sorulmuş: "30 Eylül 2016 tarihli üçüncü jenerasyon yabancıların vatandaşlık işlemlerinin kolaylaştırılması ile ilgili federal yasayı kabul ediyor musunuz?". İnsanlar da bu sorunun yanındaki boşluğa "Evet" ya da "Hayır "yazarak soruya cevap vermekte. Referendumdan önce ise insanların evine her iki tarafın da düşüncelerini anlatan materyaller yolluyorlar. İnsanlar da bunları okuyup kararlarını buna göre veriyorlar.

İsviçre referendum oy pusulası (Cevaplar maalesef SVP'ye göre, ilk soruya JA diyelim lütfen)
Son dönem referendumlarına bakınca Yunanistan'da ilginç bir şey göze çarpıyor. "Evet" ve "Hayır" cevaplarının verildiği referendumlarda genellikle "Evet" hep önde yazılır. Bazıları bunun insanları etkilediğini iddia edebilir. Belki de bu nedenle İsviçre'de seçmen kendi yazmakta. Yunanistan'da 2015 yapılan (ama bağlayıcılığı olmayan) referandumda ise Çipras'ın savunduğu "Hayır", "Evet"in üstüne yazılmıştı. Referendumun bir diğer daripliği de referandum sorusunun iki Avrupa Birliği dökümanına gönderme yapması ama bu dökümanların ancak üst düzey ekonomistlerin anlayabileceği zorlukta teknik metinler olmasıydı.

BBC'ye göre tarihte daha problemli referendum oy pusulaları olmuş (Bazıları hakkında kısa bilgiler için: http://www.bbc.com/news/world-europe-33311422). Mesela 1978 tarihli Şili referendumu bu örneklerin en trajikomiklerinden. Soru şöyle sorulmuş: "Ülkemiz hükümetine yönelik uluslararası saldırıları göz önüne alarak, Başkan Pinochet'ye Şili'nin onurunu koruma çabasında destek veriyorum ve ülkenin kurumlaştırılma sürecinin hakim gücü olarak Cumhuriyet Hükümetinin meşrutiyetini tekrardan onaylıyorum." Referandum konusunun oldukça soyut bir destek olması bir kenara, "dış mihraklar" göndermesi ile zenginleşen bu soruya "hayır" yanıtı vermek oldukça zorlaşıyor. Pinochet bununla da yetinmemiş, "evet"in üstüne bir Şili bayrağı yerleştirirken, "hayır"ı daha aşağıya koyup üstüne siyah bir kutu koymuş. Bizimkilerin Şili'den öğrenecek çok şeyleri var belli ki. Yine de her şeye rağmen Şili, halkına bir soru sorabilmiş ve de Şili'nin %21.4'ü "hayır" diyecek cesaretini bulabilmiş. Bizim 1982 referendumunda nasıl bir sonuç çıktığını hepimiz biliyoruz.

Tarafsız Şili referendumu
Yani en iyisinden en kötüsüne kadar bütün referendumda halka neyi oylayacağı en son anda bir kez daha hatırlatılıyor. Türkiye dışında. Bizde ise kafalara, hiçbir şey üstünde düşünülmeden, "evet" ya da "hayır" yerleştiriliyor. Oy anında bile düşünüyorsun: "ben evetçi miydim hayırcı mıydım?". Anayasadır, 18 maddedir, partili cumhurbaşkanlığıdır, her şey küçük bir detay oluyor.

"Ama bizde okuma-yazma bilmeyenler var" savunmasını ciddiye almıyorum. Yazılı bir metnin değişikliğini okuma-yazma bilemeyen birinin oylamasının garipliği ayrı bir konu başlığı. "Ama herkes iyi göremiyor, kim okuyacak o kadar yazıyı?" diyenler için ise oy pusulaları daha büyük olabilir cevabını verebilirim. Yerel seçimlerde çarşaf çarşaf oy pusulaları ile boğuşmayı çoktan öğrendik.

Aslında tüm seçmenler iki taraftan birini öcü olarak görmese, partizanlıklarını bir kenara bıraksa, medyada iki tarafın açıklamalarını dinleyebilse, daha da önemlisi demokrasinin temelini sarsacak konular yerine demokrasiyi nasıl daha iyiye götürebileceğimiz oylanabilecek olsa o kadar da fazla takmam bu konuya ama her şeyi "evet" ya da "hayır"a indirmekte daha büyük ölçekli bir sıkıntı var.

Lihtenştayn'da ne var ne yok?

by 22:47:00
Bilgisayarım neredeyse iki aydır bozuk olduğu için blog yazamıyorum, ara sıra yazasım da geliyor ama iş bilgisayarını eve getirdiğim bir gün, uygun bir vakitte yazmam gerekliliği falandı filandı derken hiçbir şey yapamıyorum ama bugün en sonunda bloga elim gidebildi. Dedim "Ne yazayım?", önce siyasete gitti elim, sonra hayata dair iki kelam falan filan derken, beni en çok mutlu eden şeylerden biri olan "gezi" teması baskın geldi.

Birkaç kez daha değinmiştim buna daha önce ama yine altını çizeyim: mikro-ülkeleri çok seviyorum. Küçücük bir toprak içinde kendini yönetmeye çalışabilen bu ülkelerde başka yerde göremeyeceğiniz çok enterasan şeyler olabiliyor. Mesela Vatikan'a gittiğimde, din ile ilgili şeylere dikkat ettiğim kadar bakanlıklarının nerede olduklarına göz atmaya çalıştım ya da Vatikan Post'un nasıl çalıştığını anlamaya uğraştım. Monaco'da her yılın bir dönemi arabaların park yerlerinden kaldırılmak zorunda olduğunu çünkü normal yolların Formula 1 pistine çevrildiğini öğrendim. Geçen haftasonu da  bana en yakın mikro-ülke olan Lihtenştayn'a ikinci kez gittim. Bu iki gidiş gelişten kafamda biriktirdiklerimi şöyle bir toplayayım istiyorum.

En fazla bu kadar kalabalık olabiliyorlar


Lihtenştayn'a neden gideyim, ne göreyim?

Doğruyu söylemekte yarar var: Lihtenştayn'a normal bir insanın gitmesinin tek nedeni "Lihtenştayn'ı gördüm" demek içindir. Yani gerçekten de görülebilecek pek bir şey yok ülkede. Ülkede havaalanı olmadığı için buraya İsviçre ya da Avusturya üzerinden girmek lazım. İsviçre'den girdiğinizde karşınıza Balzers şehri çıkıyor. Burada 12. yüzyıldan kalma Gutenberg Şatosu var. Ülkede kanımca görülebilecek en önemli şey de bu şato. Üzüm bağlarının yanında uzun ama güzel bir patika ile çıkılan şatonun girişinde para ödenmiyor. Pek de bir kalabalık yok. Şatonun içinin yıllar içinde pek fazla değişmediğini düşünüyorum. Abartıyor olabilir ama şatonun içinde benim aklıma gelen ilk his "Game of Thrones"a çok yakışacağı olmuştu. Ayrıca şatoda bölgedeki diğer şatolar hakkında ufak tefek bilgiler de bulunmakta. Yorulunca da oturup küçük Balzers şehrini izleyebilirsiniz.

Gutenberg yolu yokuştur
Balzers'den sonra iş yerlerinin bulunduğu Triesen'i geçip başkent Vaduz'a varıyoruz. Vaduz'da gerçekten çok kısa (ama güzel ve temiz) bir alışveriş caddesi var. Burada dikkat çeken şeyler küçük ve kompakt Meclis binası, birkaç pahalı dükkan, etrafa saçılmış sanat eserleri, Sergi Binası, müze. Bu kadar. Ben Vaduz'a iki gidişimde de Pazar olduğu için acayip sakindi. Yine de Cumartesi günleri de bu şehirde pek bir hayat olduğunu sanmıyorum.

Şehirde yürürken kafayı yukarı kaldırdığınızda Vaduz Şatosu'nu görebiliyoruz. Burası Gutenberg şatosunun aksine turistik gezilere açık değil çünkü kraliyet ailesi burada kalmakta. Eminim ki çok güzel bir manzarası vardır.

Lihtenştayn'a normal bir insanın gitmesinin tek nedenini açıkladım ama bir hobisi olan insanların gitmesini gerektiren bir başka neden daha var. Bu hobi de kış sporları. Ülke küçük olmasına rağmen oldukça dağlık. Bu nedenle kış sporlarına çok elverişli. Özellikle İsviçre'ye kıyasla fiyatların daha ucuz olması bu bölgeye talebi arttırıyor. Triesenberg'i geçtikten sonra karşınıza çıkan Steg ve Malbun bölgesi şehrin merkezinden çok daha kalabalık ve canlı. Bu bölgede bir çok otel, restoran ve turist var. İnsanlar farklı seviyelerdeki kayak pistlerinde normal kayak ya da snowboard yapıyorlar. Benim becerebildiğim kızak pisti de olmasına karşın tavsiye ettiğimi söyleyemem çünkü kızak pistinin başına çıkan bir teleferik olmadığı için o dik yokuşları kızakla yürümek gerekiyor. Kayak konusunda ise hoca eşliğinde çocuk pistinden öteye geçemesem de bu işi çok sevdiğimi belirtmem lazım. Bu işi az çok çözen insanlar için orta seviyede oldukça uzun pistler var. Siyah pist denilen en zor seviye pist ise gerçekten çok dik gözükse de küçük çocuklar bile çatır çatır kaymakta.

Kızak yolundan Malbun
Malbun'da dikkatimi çeken bir diğer şey ise et ürünleri oldu. İsviçre'de de bulunabilen "Malbuner" markasının bu bölgeden geldiği kafama çok geç dank etti. Otel restoranlarında daha pahalı seçenekleri denemek istemeyenler için Malbuner firmasının büfe/restoran karışımı mekanında oturmak iyi bir seçenek olabilir.

Hadi bana ilginç bilgi ver

Lihtenştayn'ı görmek ilginç olabilir ama bu ülke ile ilgili bazı bilgiler ülkeyi görmekten de ilginç:

Kadınlar genel seçimlerde oy verme hakkı 1984'te verilmiş. Bu inanılmaz bir şey. Bu konuda dört kez referendum yapmışlar. İlk referendumda erkeklerin %60 civarı kadınlara oy hakkı tanınmasına karşı gelmiş. İşin ilginci kadınların ise %50'sinden sadece biraz daha fazlası oy hakkına evet demiş. Sonuç olarak referendum başarısız olmuş. Öteki üç referendumda ise sadece erkekler oy vermiş. Bunların ilk ikisinde kadınlara oy hakkı verilmezken kadınlar sokaklarda "Siz ne biçim erkeksiniz?" tarzında protestolarda bulunmuşlar. Neyse ki en sonunda erkekler lütfetmişler de kadınlara oy hakkı vermişler (o da büyük bir farkla da değil yani)

Ülkede havaalanı olmadığını söylemiştim. Peki arabası olmayanlar bu ülkeye nasıl gelecek? İsviçre'de Sargans, Avusturya'da ise Feldkirch şehirlerine ulaştıktan sonra Liechtenstein Bus adlı (11 numara) otobüse binmek gerekiyor. Bu otobüs üç ülkeden geçip, Liechtenstein'ın kuzeyden güneye (ya da tam tersi) dolanıyor. Dağlara çıkmak içinse sadece ülke içinde hizmet veren başka otobüs hatları var.

Lihtenştayn'ın ordusu yok. Savaş ile pek işi olmayan bu ülkeye ordunun masrafları çok gelince 1800'lerde ordu dağıtılmış. En son Lihtenştayn askeri 90'lı yaşlarında 1930'larda hayatını hayatını kaybetmiş.

Ülke savaşa girmese de diplomatik sorunlar ile uğraşmış. Merak etmeyin, Türkiye'nin bu işle bir alakası yok. II. Dünya Savaşı'nda tarafsız kalan Lihtenştayn'a Çekoslovakya'dan bazı değerli eşyalar (sanırım illegal yollarla) korunma amaçla getirilmiş. Bu hazinelerin Lihtenştayn'a taşınması (ya da taşınma şekli) iki ülkenin arasını açmış ve daha sonra Çekya ve Slovakya diye ikiye ayrılan bu ülkelerde Lihtenştayn'ın arası ancak 2000'lerin başında resmi olarak düzeltilebilmiş.

Lihtenştayn'da sadece iki tane büyük parti var. Ayrıca ülkede çıkan sadece iki gazete var ve bu gazetelerin her biri bir partiye daha yakın bir yayın yapıyor. Monarşi'nin veto yetkisi yüksek, hatta yakın zamanlı bir referendumda bu yetki biraz daha arttırılmış. Yine de bizim partili cumhurbaşkanlığı garabetinden daha hakkaniyetli. Anlayacağınız kral ve ailesi halk tarafından büyük saygı görmekte. Yine de bu küçük ülkede monarşi karşıtı küçük bir parti var ama pek de başarılı değiller.

Lihtenştayn Futbol Milli Takımı kalecilerinden biri Türk (Cengiz Biçer). Kendisi halen Türkiye'de yedek kalecilik yapmakta.

Google Maps'e göre ülkeyi kuzeyden güneye 5 saatte yürüyerek geçebilirsin. Doğu - Batı arası harita üstünde çok daha kısa gözükse de Doğu bölgesi dağlık olduğu için o iş o kadar kolay değil.

Ülkenin ilk televizyon kanalı ancak 2008 yılında açılmış. O zamana kadar ülke İsviçre ya da Avusturya televizyonu seyrediyormuş. Televizyonun açılması ise beni ilgilendiren bir başka konuyu beraberinde getiriyor: Eurovision. Ancak Lihtenştayn'ın kanalı 1 FL TV, Avrupa Yayıncılar Birliği'ne finansal nedenlerden dolayı üye olmamış. Katılsa bile Eurovision'a birini göndermek zaten ayrı bir masraf. Bu nedenle istemelerine rağmen yakın zamanda Eurovision'a katılacak gibi gözükmüyorlar.

Bu yukarıda yazdıklarım Lihtenştayn'ın fakir bir ülke olduğunu düşündürmesin sakın. Kişi başı milli gelirde Lihtenştayn dünyada ikinci. Sunduğu düşük vergi oranları ve bankacılıkta ağzının sıkı olması nedeniyle yabancı yatırımcıyı kendilerine çekmeyi başarmışlar. Ancak küresel baskılar nedeniyle bu iki özelliğini de kısmen yitirdiler.

1970'lerin müziğinde doğan yeni bir gün

by 00:08:00
Arada blogdaki yazılarımın ne kadar okunduğuna bakıyorum da Mazhar ve Fuat'ın "Türküz Türkü Çağırırız" albümü hakkındaki notlarım iyi bir okunma sayısına ulaşmış. Bundan destek alarak, plakçalarımda sık sık döndürdüğüm bir klasiği daha yorumlamak istedim kendimce. İşte karşımızda Barış Manço ve Kurtalan Ekspres'in 1979 tarihli o efsane albümü: Yeni Bir Gün.



Eski bir günde Barış Manço

1979 yılına gelmeden önce Barış Manço, Türkiye popüler müzik tarihinde çoktan kendine bir yer açmıştı. Twist ve rock n roll ile başlayan kariyeri 1960'larda yurtdışındaki dönemdaşları gibi daha rock hale gelirken bir yandan da Türk müziğini keşfediyordu. Deneme yanılma şeklinde geçen 60'lar bittikten hemen sonra 1970 yılında Dağlar Dağlar ile gerçek patlamasını yaptı. Dağlar Dağlar plağı ilginç bir 45'likti. Bir tarafı yabancı grup arkadaşlarının çaldığı daha rock bir Dağlar Dağlar iken öteki tarafı kemençe üstadı Cüneyd Orhon ile beraber kaydettiği daha alakturka bir Dağlar Dağlar'dı. Halkın beğenisine iki versiyon sunan Manço, alaturka versiyonun daha fazla tutması sonucu mesajı aldı ve bir sonraki plağında "İşte Hendek İşte Deve" ile daha yöresel bir Manço olarak kariyerine devam etti. 


1970'lerin ilk yarısını bu tarzda şarkılar yayınlayarak geçiren Manço, ikinci yarısında ise daha deneysel işler yapmaya başladı. 1975'te çıkan ilk longplay'i 2023'te "Acıh da bağa vir", "Kol bastı" gibi Anadolu kokan şarkıları sağlam bir rock altyapısı ile sunarken, "2023 / Kayaların Oğlu" ve "Baykoca Destanı" gibi o dönem Pink Floyd ve Genesis'in sık sık yaptığı "süit"lere de imza attı. Diğer taraftan da Belçika'da kaydettiği tamamı İngilizce'den oluşan Anadolu sosu az, pop/rock'a yakın bir longplay ile yurtdışına açılmaya çalıştı ancak başarılı olamadı.

Manço, bu denemeler ile uğraşırken grubu Kurtalan Ekspres ile sabit bir düzen kurmaya çalışıyordu. En sonunda 70'lerin sonuna doğru bas gitarda Ahmet Güvenç, gitarda Bahadır Akkuzu, perküsyonda Celal Güven ve Caner Bora ikilisi ile uzun süre devam edecek bir forma kavuştu. Klavyelerı de çok yetenekli Kılıç Danışman çalmaya başladı. Kadronun oturmasıyla Manço artık Anadolu ve progresif rock'ı bir potada eritme çabasında zirveyi görmeye hazırdı.

Yeni bir gün doğdu, merhaba

Albüm "Sarı Çizmeli Mehmet Ağa" ile açılmakta. Şarkı, Manço'nun daha önceki birçok şarkısı gibi - ama daha iyi bir müzikal performansı ile - Anadolu deyimlerinden birini temel alarak hayata dair önemli mesajlar vermekte ve daha sonra yayınlanacak "Halil İbrahim Sofrası" gibi şarkılara da öncülük etmekte. Albümde kadın vokal duyulan tek şarkı olarak da dikkat çekiyor. 10 numara 5 yıldız.

Bu hareketli girişten sonra bir türkü yorumu "Gesi Bağları" başlıyor. Ahmet Güvenç'in şarkıya çok iyi oturttuğu bir bas gitar rifi sonrası türkünün bildiğimiz melodisi Danışman'ın çaldığı klavyeden dökülüyor. Kendisinin çok güzel bir solosu da mevcut şarkıda. Yorum usulca akıp gidiyor. Sözlerin hüznünü çok güzel yansıtıyorlar. Kanımca bu yorum aynı dönemde çıkan Selda'nın Gesi Bağları yorumundan çok daha iyi ama zevkler ve renkler meselesi tabii.

Bu şarkının ardından deneysel çalışmalardan "Çoban Yıldızı" başlıyor. Şarkının hikayesi albüm kapağında yazılı. Venüs'ten Nemrud'a inen bir uzaylının bir insanoğlu ile ilişkiye girip geri dönmesini anlatıyor. Aslında şarkı biraz daha farklı bir şekilde "Boğaziçi" adıyla 45'lik olarak yayınlanmıştı (örneğin davul yoktur bu ilk versiyonda) . Manço, şarkının orijinalinde gitarı çalan Fuat Güner'i çağırmış, bu albümde de çaldırmış. "Ambient" tabir edilen 1 dakikalık bir girişten sonra, tüm grup devreye giriyor. Şarkının sonundaki "esrarengiz" kemanlar da biraz daha senfonik bir hava katıyor şarkıya. Bu arada bu şarkının 2. dakikasının hemen ardından giren melodi Cartel'in yayınlanmayan ikinci şarkısı "Cartel Geliyor"da kullanılmıştı. Ne zaman bu şarkıyı dinlesem aklıma Erci-E ve Karakan geliyor açıkcası.

Boğaziçi'nin öteki yüzündeki "Flower of Love" da "Bir Selam Sana Gönül Dağlarından" adıyla yeniden yorumlanıyor. Çok ısındığım bir şarkı olduğunu söyleyemem. Bu da şarkının orijinali ile alakalı. Boğaziçi ve Flower of Love, mistik havaları ile birbirlerini tamamlayan iki şarkı iken Türkçe versiyonundaki poplaştırma çabası şarkıya pek gitmemiş. Tenor saksafon kullanımının iyi bir fikir olmadığını düşünüyorum. Ayrıca sözlerin melodiye de tam oturmadığını hissediyorum. Eh Barış abi aşkolsun.

Lakin "Ne Ola Yar Ola" nedir öyle? İlk duyduğumda aşık olmuştum, halen öyleyim. Sözler bildiğimiz Barış Manço. Şarkının atmosferi muhteşem. Danışman ve Güvenç yine beraber şov yapıyorlar. Şarkının en üst noktası ise ortasındaki flüt ve klavye solosu. Bir önceki şarkıda Oktay Aldoğan'ın saksafonunu ne kadar gereksiz bulduysam bu şarkıda da flütünü o kadar etkileyici buluyorum. Danışman şovdan sonra, Bahadır Akkuzu temiz bir klasik gitar ile soloyu bitiriyor. Sonra yine o atmosfer, yine Manço'nun o güzel sesi.

Plağın ikinci yüzünü çevirdiğimizde bizi "Aynalı Kemer" karşılıyor. Manço'nun en güzel melodilerinden biri bu. Sözleri de bir o kadar tatlı. Şarkıda pek bir sürpriz yok aslında. Kıtalar sakin, nakaratlar hızlı. Böyle bir kaç tekrardan sonra şarkı bitiyor. Bu şarkının bence önemli özelliği şu: Aynalı Kemer'in sözleri Manço'nun daha önceki aşk temalı şarkıları gibi (Ben Bilirim, Nazar Eyle) yine halk edebiyatı gibi (sabah yeli, ılgıt ılgıt, gül, bülbül, diken, dudu kuşu, kuşluk vakti) ancak müziği ise bu adını saydığım şarkılar gibi Doğulu değil. Aksine daha sonra yazacağı Unutamadım, Al Beni gibi pop şarkılarına çok daha benzemekte. Daha önce Manço bu şarkı gibi "sözler Doğu'dan müzik Batı'dan" bir deneme yaptı mı bilmiyorum ama Aynalı Kemer ile muhteşem bir sentez ortaya çıkardığı kesin.

"2024", bir önceki albümdeki 2023'ün devamı olarak düşünmek lazım ancak iki şarkı arasında aşırı bir benzerlik yok. Özellikle Kılıç Danışman'ın bestelediği girişteki piyano uvertürü kendi başına etkileyici bir eser. Sonlara doğru ise 2023'ü andıran melodiler ile synthesizer devreye giriyor ve klasik müziği elektroniğe bağlıyor. Bu da bir sonraki albümde yayınlanacak 2025'e yatay bir geçiş gibi görülebilir. "İkinci Yolculuk" da oldukça keyifli bir jam session gibi. Bahadır Akkuzu ve Celal Güven'in parladığı anlar bu anlar. Tabii ki Danışman ve Güvenç de bizi oynak melodilerinden mahrum bırakmıyorlar. Müzik resmi olarak Manço'ya ait olsa da kanımca Kurtalan Ekspres'in bu şarkıdaki imzası yasal olarak gösterildiğinden daha fazla.

Bu albümün beğenemediğim bir diğer şarkısı da "Ham Meyvayı Kopardılar Dalından" yorumu. Bu şarkıyla ilgili problemlerim temel olarak Bir Selam Sana ile benzer. Ayrılık temalı bu şarkıyı da gereğinden fazla pop ve hareketli buluyorum. Sadece oturup Ahmet Güvenç'in bas partisyonlarını dinlemek yeter.

Bu şarkıdan sonra ise "Yeni Bir Gün" süiti başlıyor. İlk şarkımız "Yeni Bir Gün Doğdu Merhaba". Saat alarmı ile başlayan şarkı, daha sonra tekrar duyacağımız bir melodi ile devam ediyor. Akşamdan kalma kahramanımız yeni bir güne uyanıyor ve herkese günaydın diyor. Aradaki enstrümental kısım çok güzel. İkinci şarkımız ise "Anlıyorsun Değil Mi?". Manço'nun en güzel şarkılarından biri. Flüt - ksilifon ikilisinin bize ulaştırdığı çok güzel bir melodi ve o mutlu melodiye bir o kadar ters hüzünlü sözler. Kahramanımız soğuk sokaklarda dolaşmakta. Mutsuz ve gidecek bir yeri yok. Zaman geçmiyor. Aklındaki tek şey onu bırakıp giden sevgilisi. "Ne Köy Olur Senden Ne Kasaba" ile öykü devam ediyor. Öğreniyoruz ki kahramanızım pek parası pulu yokmuş. Sevgilisi de iyi şartlarda yaşamaya alışmış. Bu nedenle ilişki yürümemiş. Kahramanımız fukaralığından dolayı kendini suçlamakta. Yaşamın ağırlığını bir kez daha hissediyor ve sonuna doğru ilerliyor. Şarkı kısa ama Güvenç'in bası su gibi akıyor. "Elveda - Ölüm" ise iki şarkının birleşimi. Önce kahramanımız Yeni Bir Gün Doğdu Merhaba'nın sözlerini değiştirerek bize veda ediyor. Şarkıyı da Ahmet Güvenç'in bestelediği karanlık bir enstrümental ile kapıyoruz. Burada bize kemanlar da eşlik ediyor. Süit 30 saniyelik "Bir Kelebeğin Yaşam Öyküsü" ile bitiyor. Yeni Manço bize diyor ki "yaşam çok kısa dostlar". Bu şarkı, 1980'deki Disco Manço albümündeki Dragon Fly'ın introsu olarak bir kez daha karşımıza çıkacak. Bu süit ile albüm bitiyor. Yurtdışındaki örneklerine göre kısa sürese de ve konusu pek orijinal olmasa da Türk Rock tarihinde enderine az rastlanan örneklerden biri olduğu için bu süite saygım sonsuz.

Genel bakış

Şarkı şarkı gittikten sonra, bir de genel olarak albüme bakalım. Neredeyse kusursuz bir albüm var önümüzde. Anadolu'nun, efsanelerin, mistiğin, klasik Türk müziğinin, progresif rock'ın birbirinin içine başarıyla yedirildiği belki de tek örnek bu albüm. Hem ortalama müzik dinleyicisine hitap edecek şarkılar var içinde, hem de birden fazla sözsüz şarkı ile Türkiye'deki sıradanlığın dışına çıkılmış. Manço'nun vokali her daim muhteşem. Kılıç Danışman ve Ahmet Güvenç neredeyse her şarkıda şov yapmış. Diğer Kurtalan elemanları da görevini aksatmamış. Yukarıda bahsettiğim o iki şarkı dışında dinlemekten inanılmaz keyif aldığım bir albüm bu. Manço ve Kurtalan Ekspres'in opus magnum'u. Kapağından da belli değil mi zaten?



Orijinal Yavuz Plak baskısını bulmak zor ve masraflı olsa gerek ancak Guerssen'in yeni basımı orijinaline sadık. İçinde orijinalin tıpatıp kopyası bir kitapçık, bir de yabancılara Manço'yu anlatan tek sayfa bir yazı da var. Kesinlikle tavsiye ediyorum.

Manço bundan daha iyisini yaptı mı?

Bunun cevabı çok kolay. Kesinlikle hayır. Lakin Manço kaliteyi de bir anda düşürmedi. Kılıç Danışman'ın gruptan ayrılmasına rağmen sonraki albüm Sözüm Meclisten Dışarı oldukça iyi bir albüm oldu. Albüm, Manço tarihinin en iyi şarkılarından Dönence'yi içinde barındırıyordu. Ancak yıllar içinde sanatçının albümlerindeki şarkı sayıları azaldı. Kurtalan Ekspres'in adı önce albüm kapaklarından düştü, sonra da sadece bir konser grubuna dönüştürüldüler. Manço ise müzik kariyerindeki ilham perisini zamanla yitirdi. Beyaz ekranda bambaşka (ve başarılı) bir kariyere yelken açtı.

....

En iyi üç şarkı: Ne Ola Yar Ola, Sarı Çizmeli Mehmet Ağa, Aynalı Kemer
Blogger tarafından desteklenmektedir.