Ernst'e veda

by 00:01:00
Beşiktaş'lı olmam sonuçta kader işi. Kendim seçmedim. Babam başta olmak üzere etrafımda bu kadar Beşiktaşlı olmasaydı, belki de Beşiktaşlı olmayacaktım. Ama bir kulüpten bahsedince içine milyonlarca farklı konu geliyor ve sen de o konulardan birini seçiyorsun sevmek için. Mesela bugün "Quaresma gitmesin" diyen on binlerce yıldız körü Beşiktaşlı'dan biri olmadım hiç. Benim için Beşiktaş asla John Carew ya da Ailton olmadı mesela. Giunti'ciydim ben mesela, görevini yapan, çok göze batmayan.

Sonra Fabian Ernst gitti Beşiktaş'tan ve Ernst'e üzüntümün kendisinin Alman bir futbolcu olmasıyla bir ilgili varsa İnönü'nün ortasına gömsünler beni. Bunca yıllık hayatımda üç şampiyonluk hatılarım. Biri hayal meyal, biri daha canlı. Ancak 2009'un yeri bende ayrıdır. O dönemki hayat arkadaşımı zorla yanıma alıp, Beşiktaş'ın zar zor da olsa kazandığı maçlarda kendimden geçmişliğim vardır. Bu kendimden geçme halini yaratan en büyük adamdı Ernst.

Sonra Beşiktaş, başına bulunan şımarık çocuk yüzünden binlerce hata yaptı. O formayı taşımaması gereken adamlar İnönü'nün o çimlerine basıyorlardı. Ernst, hep çabaladı, ekran karşısından görüyordum onu. Sonraki sene kombine alma kararı verdiğimizde, bir Beşiktaş forması almam gerektiğini anlamıştım. Peki arkasına ne yazacaktım? İki seçenek vardı, ya Bobo, - ki çok hayranı olduğunu söylemeyezdim ama son sezonlarda Beşiktaş'ın en golcü ismiydi, bir yerde hakkını teslim etmek lazımdı. Diğer ise Ernst. İkinci seçeneği seçtim.

Stattayken her şey çok farklı. Görüntü yönetmeninin seçtiği şeyleri, iki spiker eşliğinde izlemiyorsun Neye odaklanmak istiyorsan, nasıl yorumlamak istiyorsan hepsi senin elinde. Ben, Ernst'i izledim. Herkese nereye koşması gerektiğini gösteren, sakatlanmayan, elinden geleni yapmaya çalışan o saçsız kralı.

Şimdi yollarımız ayrılmış diyorlar. Beşiktaş ile bir oyuncak gibi oynayan o adamın kalıntılarını temizlemek gerekiyormuş. Beşiktaş'ı anlıyorum, kimseye çok para veremez hak etseler bile. Ernst'i de anlıyorum, dünya tatlısı ikizleri için hayatının bu döneminde kazanabileceğini azaltmak istemiyor. Ancak, Aybaba'yı anlamıyorum. Ernst benim futbol sistemimde yok diyor. Ya yalan söylüyor, ya da futboldan anlamıyor. İleride bunları da görürüz.

Ernst, Kasımpaşa'da diyorlar. Hani o maçlarını Recep Tayyip Erdoğan Stadı'nda oynayan, iktidara yakınlığı ile benim antipatime sahip o takımda. Bu bile Ernst'in İstanbul'u bırakmama isteğinin bir göstergesi. Mümkün ise bu sefer bir Kasımpaşa forması alıp arkasına Ernst yazdıracağım.

Neden mi?
Çünkü sadece Beşiktaş değil, hayat bir mücadeledir. Başka şehirlerde ayakta kalmaya çalışmayı, elinden gelenin en iyisini vermeye çalışmayı çok iyi bilirim. Ufak tefek performanslar mühim değil, Ernst beni hiç yanıltmadı. Eğer inandığım bir Beşiktaş ruhu varsa, başka formalar altında o ruhu da göstereceğine inanıyorum.

Fabian, der Arbeiter.

Amatör ruh yaşıyor

by 23:56:00


Bu şarkıyı sevmek için binlerce nedenim var bence. Hepsinde de haklıyım, efendim. İtiraz istemiyorum.

Müzikte amatör ruh önemlidir. Bu ruhu kaybettim mi, maçı kaybediyorsun. Parayı kazanıyorsun tabii. Böyle de bir durum işte. Çok saçma sapan bir şekilde örnekleyeyim şimdi ben bunu. Ercan Saatçi var ki kendisini genel olarak sevmeyiz. Ancak ekşisözlük'e girin, başka online platformlara girin, Ercan Saatçi diyince Sayenizde şarkısı çıkacak karşınıza. Şimdi bu adam İzel Çelik Ercan'dan girdi, "ebabil bir kuştur, sözünden dönen puşttur"dan çıktı, albümler çıkardı falan. Geriye ise bir tek Sayenizde şarkısı kaldı. Niye bu kaldı? E şarkı amatör ruh ile yazılmış. Bir gitar var, bir perküsyon, bir de geri vokal var ve 2 dakika sürüyor. Aynı şeyleri on kez tekrarlamıyor. Kısa, öz ve vurucu.



Neyse, Of Monsters and Men grubumuz da böyle gösterişli düzenlemelere girmeden, iki gitar, bir bas, bir akordeon ve bir trompet (bu üflemeli aletleri hep karıştırıyorum, çok pardon yanlış ise) ile güzel güzel yazmış şarkısını.

Bir de gemi muhabbeti var ki şarkıda, içinden gemi geçen her şeyi çok sevdiğim gibi "Little Talks" şarkısını da çok sevdim. Bir de Calexico misali üflemelerle girince nakarata birdenbire bir Meksikalı doğuyor içimde, "el mariachi", "desperados" gibi Robert Rodriguez film isimlerini sayıyorum dışımdan ki azıcık daha Meksika ruhunu hissedeyim.

Sonra efendim, şarkıcı olan bakımlı olacak kaidesine inat, şişman diyebileceğimiz bir erkek vokale sahip grup. Güzel şeyler bunlar. Zaten müzik endüstrisinin başına ne geldiyse, ses değil de görsele eğilmekten dolayı geldi. Hanım kızımız ise eli yüzü düzgün bir kızım. İki tür kıza karşı dayanıksızım, buradan açıklamış olayım. Birincisi ağlayan kız, ikincisi ise enstrüman çalan kız. Enstrümana gönül vermiş insandan zarar gelmez. Neden mi? Müzikal enstrüman çalmak sabır ister, emek ister, o işi gerçekten sevmeyi gerektirir. Bir kızın gerçek anlamda gitar çaldığını duyduğumda bir seviye üste çıkar çünkü belli maharetlere sahiptir kendisi. Bazı erkekler beraber maç izleyeceği kızın hayalini kurar, bazıları yemek yapan ve çocuk bakan kızın hayalini kurar. Benimkisi tam olarak hayal sayılmaz ama beraber gitar tıngırdatabilmek çok tatlı olurdu. Bu yüzden Johnny Cash ve June Carter ikilisine her zaman saygı duymuşumdur. Hoş, Johnny Cash'in çapkın yaşamı nedeniyle, mükemmel çift diyemesem de yarım asır görmüş, her şeye rağmen birbirlerini deli gibi seven bir ikilidir onlar.



Bir de erkek ve kadın sesleri uyumlu olduğunda tadından yenmez bir ikili oluyor. Little Talks bunun örneklerinden. Bir de sözler falan da tatlı ve romantik. Bana Juno filmi ile kulaklara kazınan (deyime gel) Anyone Else But You şarkısını da hatırlattı. Kendisini de hemen buraya koyayım.



Sonuç olarak, Little Talks şarkısı, müziğin ölmediğini yüzüme bir tokat gibi çarptığı için önemli benim için ve hiçbir tokattan sonra bu kadar mutlu olmamıştım.
Blogger tarafından desteklenmektedir.