Benim meselem

by 19:42:00
Neden bir blog'um var? İnsanın bazen bir şeyler anlatası geliyor. Arkadaşların oluyor, onlara anlatıyorsun bir şeyler. Sevgilin oluyor, onunla paylaşıyorsun bir şeyler. Yeri geliyor, otobüste yanına oturan bir yabancıya da bir bakmışsın aileni anlatıyorsun. Ama işte her zaman yanında sevgilin olmayabiliyor. Ya da arkadaşların. Bazen kendi kendine konuşuyorsun - ki ben çok yapıyorum bunu. Yetmiyor. Adam tutamamış ya kendini, bağırmış kuyuya "Midas'ın kulakları eşek kulakları" diye. Bu blog da bir kuyu ve yazıyorum işte. Rahatlıyorum. Belki bir kaç kişiye rast gelir, göz gezdirir o kadar. Ben bunları yazıp rahatlıyorum.

Peki neden blog'um komik değil? Çünkü güzel şeyleri yanımdakilerle paylaşmayı seviyorum. Bazen onlara komik gelmese de gösteriyorum, rahatlıyorum. Ama güzel olmayan ciddi, ve hatta hüzünlü şeyleri ne kadar paylaşabilirsin arkadaşınla? Ben yapamıyorum. Bazen birtakım meseleler takılıyor kafama. Kimsenin meselesi olmayan şeyler, anlatmıyorum. Çevremdeki kimsenin de anlayacağını düşünmüyorum. Bu ne bir sitem, ne de bir hakaret. Ben de herkesi anlayamıyorum zaten. Bazı dertler, sorunlar bana sorunmuş gibi gelmiyor. Olabilir. En kötüsü de bir meseleni anlar dediğin birinin seni anlamaması olsa gerek. Sonra ver elini hayal kırıklığı.

İnsan yalnız bir birey sonuçta. Benim sevdiğim, birbirinden farklı onca şey var ki. Bir müzik zevkini paylaşmak için bir arkadaşa ihtiyacın olurken, bir film konuşurken başka arkadaş istiyorsun. Bazen de senin ruh ikizini arıyorsun, seninle her şeyi paylaşabilecek. Bulamazsın. Yaratmaya çalışıyorsun. Bence yaratamazsın. Bunu kabullenirsen güzel şey yalnız olmak. Arkadaşlarla mutlu olmak büyük bir marifet değil ki. Evde yalnız, balkonda otururken, yalnızken mutluysan işte o zaman hayat güzel.

Neyse, bugün yağmur yağıyordu eve dönerken. Uzun yolları elimde çantayla yürüdüm. Bir sinema sahnesine iyi giderdi diye düşündüm. Sonra bir kaç katlı, görkemli bir ev geldi gözümün önüne. Duvarlar evi taşıyor ama hepsi artık yük taşımaktan çatlamış. Ev sahipleri neden özen göstermez evine? Evini çok sevdiğini söyler ama niye iyi bakmaz? Sonra da hem bir ev hem de ev sahibi olarak açtım kapıyı. Mutfak dağınık, odamda çamaşırlar var. Toplamam lazım.

Uykuya övgü

by 22:53:00
Çalar saat, yağar yağmur, soğuk hava, sokak çamur
Yatakta ben yorgan altı, kalkmak çok zor, uyku tatlı

-o-

En tehlikeli bağımlılığımın uyku olduğunu artık kabulleniyorum. Eskiden böyle olmadığına yemin edebilirim. Lise zamanında istediğim kadar geç yatarsam yatayım, sabah 7 oldu mu kalkıyordum. Gerçi okulun bitmesini dört gözle bekleyip okul sonrası uykusu çok tatlı geliyordu. Özellikle cuma yarım gün okul sonrası uykunun o lezzeti ağzımdan hiç gitmez.

Erasmus'ta ise öğle uykularının hastasıydım. Sabah derslerim olduğunda kalkar gider, öğlen eve geldiğim gibi kendimi yatağa atardım. Öğle uykusunun püf noktası kıyafetlerle yatmaktır. Üzerime rahat bir şeyler alma derdi olmadan, kütük gibi yığılıp kalmak.

Ancak üniversite yıllarında - özellikle eve çıktıktan sonra - artık bu işin boku çıktı. İnsana sekiz saat uyku yeter derler. Bana yetmiyor. Bir ara "çok uyuyorum, sersemliyorum" düşüncesi vardı. 7 saate indirdiğim uyku önce psikolojik olarak iyi gelse de sonra yine uykusuz kalmaya başladım. Yazın, yaz okulu zamanı bir kere fantazi deneyip 11 saat uyumaya kalksam da yine başarısızlıkla sonuçlanmıştı çünkü sabah dersinde yine esnemiştim.

Galiba vücudum saat 9'dan önce psikolojik olarak kalkmaya hazır değil. Ne olacak bilmiyorum. Bu sorun nedeniyle normal mesai saatleri dışında bir işte çalışmam gerektiğini düşünüyorum. (Barmenlik? Gece bekçiliği?) Belki de master'a başvurmak için bu kadar istekli olmam da saat 9'da işte olmam gereken bir mesleğe sahip olmama isteğimdendir. Bu kadar etkili yani.

-o-

Herkes güzel bir kız ister, ben deliksiz uyku
Bu ne kadar mukaddes, bu ne güzel bir duygu
Saatlerce uyusam, sonra bir an uyansam
Şimdi ne yapsam deyip, yine uyuya kalsam

Yorganına ört beni, altıma koy bir yastık
Derslere gelince, çok fenayız, yan bastık
Dersimi çalışmaya elbette alışırım
Şimdi az uyuyayım, daha sonra çalışırım

Öttü saatin zili, kur beş dakka sonraya
Anne ben uyuyorum, sonra gelsem sofraya
Millete bir baksana, hep aktif, atakta
Ben ise saatlerdir, yumuşacık yatakta

Elif Şafak, mistik hayatı, anlatımı vs.

by 23:42:00
Elif Şafak okuyayım diyorum bir haftadır ve yapıyorum da. Daha çok bir deney gibi görülebilir yaptığım şey çünkü asıl amacım "İnsanlar Elif Şafak'ı neden seviyor?" sorusunun yanıtını bulmak. Biraz antipatiyle yaklaşıyorum kendisine. "Ulan okumadan neden böyle yapıyorsun?" diyordum kendime. (İç sesim biraz kabadır.) Halbuki denedim. Bir ara Hürriyet Pazar'da yazardı (galiba) ve o bir sayfayı okumak sabır isterdi. "Aşk" kitabına da bir süre baksam da, açıkcası hem adı hem de pembe kapağı ile itici gelmişti. (ki akıllı bir stratejik taktikle erkekler okusun diye siyah versiyonunu da bastılar sonra.)

Neyse, "Baba ve Piç" kitabını aldım kütüphaneden, aslı İngilizce olduğu için orijinal versiyonunu alayım dedim. Daha bitmedi kitap lakin ki bir Ermeni ve bir Türk ailesini ve bu ailelerdeki iki kızı baz almış. Şimdi eleştirmek istiyorum da biri gelip "Sen daha iyi mi bileceksin!" der ve susar kalırım. Elif Şafak'ın entelektüel birikimiyle beni perişan edeceği bir gerçek ama bazı şeylere de değineyim.

Bir kere hedef kitle sanırsam ki Türk olmayan okur çünkü çok oryantalist bir hava var kitapta. Bir de Olacak O Kadar misali mesajlar. Mesela Türk anne konuşmasının ortasında Kurban Bayramı'ndaki gelenekleri açıklarcasına anlatıyor ancak konuştuğu kişiler zaten yaşını başını almış Türk kadınlar. Ya da Ermeni Soykırımı meselesi. Oraya, buraya gönderme yapayım diye bütünlük kopuyor gibi geliyor ayrıca.

Like a Virgin dinleyen taksiciler, İstanbul çamuru içinde mini etek giyip küfreden kızlar, Türk'lere küfredip ikide birde "köfte", "musakka" diyen Ermeniler, Soykırımı bilip İstanbul'un nerede olduğunu bilmeyen Amerikalı'lar, gizli gay'ler, imana gelen teyzeler...

Belki bilerek yapmıştır ama bir gerçeküstülük bir sirk havası alıp gidiyor başını kitapta. Bu kadar kötü eleştiri yapsam da yer yer yaptığı tespitler (özellikle İstanbullu kadının altın, gümüş ve bronz kuralları), gülümseten mizah unsurları güzel. Hani bundan sonraki kitaplarını bilmesem, bu kızın temeli iyi diyeceğim ama o bayık "Aşk" kitabı her şeyi bozuyor. Hayatta uzun uzun aşk ve din anlatımı kadar bayan bir şey yok beni. Bu kitapta da zaman zaman din için öyle anlatımlar var. Kitap arkasına göre "beauty of Islam" bana göre bir çok hurafe.

Neyse yine de ülkede her şey erkek kontrolünde, buna rağmen bir kadın yazar olarak bu kadar ünlenmesi hoşuma gitmekte. İyi de bir hanım kızımız. Çocuğu var, Allah bağışlasın. Ayşe Arman için çekirtirdiği fotoğraflar güzeldi. Kendisine yolun açık olsun diyerek kitap sonunda yollarımı ayırıyorum. Ona da TED'deki konuşmasındaki ve kitapta da ikide birde değindiği "nazar"dır, "çember"lerdir, "gelenekler"dir, bunlarla mutluluklar diliyorum.

Johnny Cash'e değindiğin için sağol!

Prenses ve QCP

by 20:06:00
Ve İsveç prensesi Madeleine de, diğer ünlülere özenip resmi bir Facebook sayfası açmaya karar verdi. Halka yakın olmayı seven Prenses, gidip en sevdiği sanatçı olan Lady Gaga'nın fan sayfasına üye olmaya karar verdi. Kilometrelerce ötede, Ankara'da oturan QuArisma Cocuq Poyraz da aynı sayfaya üyeydi. Madeleine ve QCP'nin yolları burada kesişmişti.

QCP, Lady Gaga hayranları kızları ararken, duvara "Greetings from Sweden" yazan Prenses'in yorumunu beğenip arkadaş olarak ekledi. Prenses'in hedefi zaten dünyadan bir çok kişiyi arkadaş olarak eklemek, haberlerini ulaştırmaktı, bu yüzden arkadaşlık teklifini kabul etti.

Ne İngilizcesi vardı QCP'nin, ne de İsveç'in haritadaki yerini biliyordu kendisi. İlk bulduğu sevimli kedi fotoğrafına arkadaşları Ezgi BiebErr, Cıhıldran Yuko ve diğerlerini tag'ledi. Prenses'in çok hoşuna gitmişti resim ve "So cute :)" yazdı. QCP, bir kızdan yorum almaya pek alışık değildi ve tek bildiği İngilizce kelimeyle Prenses'e cevap verdi: "Sex?"

Sonuçta geç olmadan Prenses, Facebook'un bir hata olduğunu anlamıştı. QCP ise cevapsızlığa alışmıştı. Prenses'in yorumu ise onu günlerce idare ederdi.

Kanal D ve yayıncılık anlayışı

by 19:58:00
Kızdım, hem de çok kızdım.

Kanal D süper bir habercilik yaptığını zannedip, oğlu bugün (ya da dün) kaybolan bir annenin evine gitti, canlı bağlandı. Spikerin kulağına "çocuk sesi duyuldu" dendi. Spiker hanım da, düşünüp taşınmadan, geri zekalılık örneği göstererek "çocuk cesedi bulundu" anladığı sözü anneye iletti.

Şans eseri tam da zap yaparken, son cümleyi duyup çığlık çığlığa bağıran kadına denk geldim. İnanılmaz bir an. Spiker ne yapacağını bilmeden boş boş bakıyor ve düzeltmeye çalışıyor, anne yerlerde, kameraman çeksem mi çekmesem mi kararsızlığında, akrabalar kamerayı engellemeye çalışıyor.

Bir dakika falan sonra yayını sonlandırmak akıllarına geldi.

Ey geri zekalı kanal, ey aptal yayıncılık;

Spikerin dangalaklığı zaten aşikar da, bir kadının acısını daha da deşmek amaçlı canlı yayına bağlayan haber ekibine lanet olsun. Sen ki, Mehmet Ali Birand ve Deniz Akman gibi iki Türkçe özürlüsünü sunucu yapmış kanalsın, daha da rezil etmene gerek yoktu kendini.

Haftanın başı

by 22:54:00
Sevgili Blog,
Canım sıkılmışken şu ders işlerinden bir sana uğrayayım dedim. Kafamın içinde binlerce saçma şey oradan oraya atlıyor. Geçen gün Yellow Submarine'i izledim. Ringo Starr'ın evinde binlerce kapı var ya, çeşit çeşit hayal üstü varlıklar oradan oraya hareket ediyor, onun gibi. Kolaya kaçıp, bütün suçu staja atayım. Okulla beraber götüreyim derken, halen okula adapte olamadım. Şimdi bile erteleyip yapamadığım şeyler var. Tatili herkesten bir adım önde bekliyorum anlayacağın.

Yine lise arkadaşlarıyla buluştum. Tadı bambaşka bir şey. Bir senedir görmediğin adamın yanında hiçbir uzaklık hissetmiyorsun. Düşündüm ne diye betimlesem diye çuval geldi aklıma. Boş çuval olarak geldiğim lise yatılıya 5 senede ağzına kadar kum doldurmuşum. Şimdi burada Başar'ın en komik şeyi anlatırken bile ciddiyetini ya da Batur'un gülüşünü anlatmaya kalksam, ilan-ı aşk gibi gözükür, rezil olurum.

Uzun süre sporu aksatmanın getirdiği, çok büyük bir uyuşukluk var ve en kısa zamanda atmak istiyorum ama bayramdan sonraya kadar atabilecek gibi gözükmüyorum. Canım o kadar kahve çekiyor ki. Dün ilk adam gibi Türk kahvemi yapabildim. Mertcan da afiyetle içti - ki bu şaşırtıcı bir olay. Belki de beni kırmamak için bir şey dememiştir. Bilemem.

Bilmiyorum ya, yarın şimdi staja gitmeden yaşayacağım ilk pazartesi. Bu sefer de boşluk hissediyorum. Yine tamamen uyuşukluğa verip, erken kuracağım saati yarım saat yarım saat ata ata derse ucu ucuna yetişecek şekilde kalkacak gibiyim.

Bayramdan sonra hayatımı düzene sokacağıma and içerim,
İyi dersler arkadaşlar
(Sağol)

59RS ve diğerleri

by 21:20:00

İstanbul'dan devam edeyim, herkesin kabul ettiği bir şey var bu aralar. İstanbul trafiği artık olağan dışı bir hale geldi. Olağan dışı hale gelen sadece trafik olmadı, otobüslerin içi de çılgınlaşmaya başladı.

Teyzelerin gücü adına

59RS yaz dönemindeki diğer otobüsler gibi seferleri azalmıştı. Ben yaz okuluna giderken, 59RS'ye bir kez bile binemedim. İlk zamanlar azmedip bekliyordum ama olamıyor. Ben otobüsün gelip gelmediğini bizim duraktaki türbanlı sayısından anlıyorum. Özellikle yazın öğrenciler yokken, daha iyi bir gösterge oluyor bu. 59RS geldiğinde ise türbanlı teyzeler bir Usain Bolt'a dönüşüp, sıraya girerken, kapı girişinde ise Hamza Yerlikaya gibi bizi oraya buraya fırlatabiliyorlardı.


Ancak bu kadar güce sahip teyzeler, otobüse binince birden yorulup gençleri kaldırıp oturmayı da pek severler. Teyzelerle muhattap olmamak için zaten genelde oturmayı tercih etmemekteyim. Sadece bir kere bir laf yedim teyzeden. Zaten otobüsün kalabalıklaştığını görüp ayağa kalkacakken, teyzenin görüntüsünden önce sesi geldi ve "Gençler benden yaşlıymış" gibi ironi dolu, oksimoron dolu, edebiyatçı söylemini duydum. Şimdi zaten yarı kalkık ben bir an oturmayı düşünsem de "Boşver" dedim geçtim. Bu arada teyze dediğim kadının da aslında türbanı çıkarsa benden 10 yaş falan büyük olabileceğini düşünüyorum.

Bütün türbanlılar otobüs huzurunu bozar diyemem ama huzur bozanların da çoğu türbanlı oluyor maalesef. (Liseliler dışında!) İster eğitimsizliğe, ister başka şeylere bağlayın. Akıllılık yaptığını sanıp, millet sıradayken orta kapıdan dalan ve şoförle kavga eden iki kişi vardı, ikisi de türbanlıydı. Sonra gelip hak, hukuk bilmem ne.

Peki ya gençler?

Türbanlı teyzelerden sonra ikinci sinir olduğum kesim liseliler. Gerçi bu arkadaşlara sinir olurken bir yandan da kendime kızıp "Ulan sen sanki lisede çok farklıydın" desem de, belediye otobüsünde böyle olmadığımızı düşünüyorum. Ergenliğin zirvesindeki bu arkadaşların, yüksek sesle gülme, cama kapıya vurma, birbirlerinin kafasına vurma gibi otobüs yolculuklarını çok eğlenceli kılan aktiviteleri var. Bazıları da asabiyetin dibine vurup, kulaklıkla son ses Metallica dinlemesi var, o Çin işkencesi gibi. Birden değil ama zamanla vuruyor.


Asabi teyzeleri unutmayalım

Tamam türbanlı teyzeler laf sokar, ya da kural ihlali yapar. Asabi teyzeler ise otobüs düzenini koruyayım derken düzen bozan üçüncü bir tür olarak dikkat çekmekte. Türbanlı bir teyzenin kural bozuşunda, hemen CHP permalı bir kadının otobüsten girip Türkiye Cumhuriyeti'nin geleceğinden çıktığı bol bol görülmüştür. Ya da liselilerin bağırışmaları, asabi teyzeler tarafından bol bol kesilmiştir. Bazıları ise şoför geç kaldı ya da çok insan aldı gibi nedenlerle kendisine kızsa da, şoför direksiyonunun sahibi olarak genelde güçlü sesini koyup, muhabbeti keser.




Diğerleri:
Fordçular: Şimdi bir erkek olarak bunu çok bilemiyorum ancak iyi yönden bakıyorum ve sıcak, terli, boğucu bir otobüs için esnasında, trafik ilerlemiyor, telefona ulaşılamıyorsa yapacak başka bir şeyleri olmadığı için bu işi yapıyorlar diyorum. Ama biliyorum ki böyle değil. Ben bile bazen "Noluyor lan, uzaklaş biraz" moduna giriyorsam kızlar ne yapıyor bilemem.

Akbilciler: Bu nedense ben oluyorum. Şöyle ki, 59RS'ye binemediğimde 559C veya 49R'ye orta kapından binen kimse benim. Hani şu kapı merdivenlerinde yolculuk geçirenlerden. Orada millet akbilleri öne uzatırken, nedense geri dönen akbiller bende sonlanır. Akbilini almayanların adını yüksek sesle okurum, teşhir ederim, ne yapayım ben de mi kalsın yani?

Fırsatçılar: Fordçular manevi tatmin için işe koyulsalar da fırsatçılar, senin arka cebin, ön cebin, palto cebin gibi yerleri bir tarayabilir. Dikkat etmek lazım. Daha kibarları sadece geriye giden akbilleri cebe atabilir. Ona da dikkat.

Otobüs notları
  • 559C'den teyze azarı yemeden, oturarak gitmek istiyorsan: Son beşlisinin sağ ve sol köşelerine otur. Hele bir de çantan varsa, koy kucağa, eşyam var imajını belle.
  • Otobüs kalabalık mı olacak, tam ortadaki boşluğun kenarlarını kap. Dezavantaj: Ani frenlerde o demir borular belini kırabilir.
  • Arka kapının tam kapı kenarı da fena fikir değil ancak kapı açılırken ellere dikkat.
  • Ters giden koltuklara oturmak da artı puan, çoğu teyze oraya oturmaktansa ayakta kalmayı tercih ediyor.
  • Ya git para mara kazan da binme şu toplu taşımaya kardeşim!

Post-hırsızlık sendromu

by 21:02:00
Twitter'a yazdıktan sonra biraz değineyim istedim şu paranoya haline.

İstanbul'da yaşamak belli başına bir dert, sorunsuz bir yaşam sürmek ise bir sanat. İstanbul'a gelmeden önce beni en çok cüzdanımı çaldırmamam konusunda uyarmışlardı. 5 günlük yatılı bir öğrenci olduğum için, teyzem-dayım ikilisine giderken, servisten sonra 2 vasıta değiştirip bir şekilde halka karışıyordum. Edirne'ye gitmek için ise otobüs firmaları servislerini tam olarak bilmediğim için Esenler'e belediye otobüsüyle giderdim. Yorgun bir lise öğrencisi olarak otobüste insanın pek bir uykusu gelir. Benim de gözlerim dalar, iki dakika içinde hemen uyandırırım kendimi, ceplerimi kontrol ederim, yine uyurum. Çünkü bu memlekette insana güvenemiyorsun. Hele biraz toy gördü mü seni, kandırırlar valla adamı

Yaşar Bey anlatmıştı. Yatakhaneden iki çocuk - ki İstanbul'a yeni geliyorlar - Kadıköy'de dolaşırken, bir adam durduruyor bunları. "Kız kardeşimin resimlerini çekmişsiniz" diyor, çocukların telefonunu istiyor resimleri gösterin diye, çalmaya kalkıyor. Bu çok aşırı bir örnek olsa da kimse de "böyle bir şey olur mu ya İstanbul'da" demez.

Bir hırsızlık, gasp ve benzeri şeyler yaşamadığım İstanbul'da bu hırsızlık olayı geldikten sonra paranoya seviyem gittikçe arttı. İlk gece, bomboş bir evde sanki yine kapı açılacak ve hırsız gelecekmiş gibi oluyor. Apartman içindeki her bir adımda göz kapı deliğine gidiyor. Şimdi kapı değişti, alarm sistemi geldi ancak belirtiler gitmedi.

Kapı önünde durmadan anahtar çıkarmıyorum artık. Evde yalnız kaldığımı gören olmasın diye. Kapıcının hareketlerine bir değil üç kez daha dikkat ediyorum. Sokakta şüpheli bir yüz görünce dönüp bir daha bakıyorum, ve benzeri şeyler. Dün de yine bir tıkırtıyla uyandım. Yataktan çıkmadan sesleri dinlemeye çalıştım, bir şey duyamadım. Bir iki dakika sonra yine geldi. Bu sefer kalktım ve saate baktım. Saat daha 01:20 civarıydı ve uzun bir yazdan sonra yine kardeşimle yaşadığımı unutmuştum. Gönül rahatlığıyla yatağıma gittim.

"Abartıyorsun" diyebilirsiniz. Aslında bu konu üstünde hiç düşünmüyorum. Eskisi gibi kapıyı 4 kez kilitleyeyim, üst kilidi çevireyim diye takıntım da yok. Ama İstanbul bu, içini kemiriyor insanın, fark ettirmiyor da şerefsiz


İlkokullu Alert

by 23:58:00

Biraz önce TV'de ilkokullu çocukları görünce aklımda kalan ilkokul anılarını yazayım da, bir gün unutursam buraya bakıp hatırlarım.

İlkokul başı:
İlkokula sıfır ağlama ile başladım. Biraz çekingenlik olsa da hiç problemim olmadı. İlk gün tanıştığım arkadaşla ilkokul bitene dek de en yakın arkadaş oldum. İlk gün halen gözümün önünde. Hoca bir kız bir erkek olarak oturtmuştu bizi. Yanımda da Beste diye bir kız. Hayatımda ilk iyi anlaştığım kız olsa da sömestrda İstanbul'a taşındılar. Önümde oturan çocuklardan biri de en iyi arkadaşlarımdan biri olmuştu. İlk gün kalorifer borularına tırmanan deli arkadaş ise sadece 5. sınıf değil, 8. sınıfa kadar sınıf arkadaşım olmuştu.

Çok ilginçtir, 5 sene boyunca kanka olacağım çocuklarla nasıl olduysa daha 1. sınıfta birbirimizi bulmuştuk. Fiş defterine fiş kesip koyarken, konuştuğumuz tek konu futbolcu kartlarıydı. Bir gün iki kişilik sıralara üç kişi oturunca ilk kez kuralları delmenin zevkini yaşamıştım. İlkokul tarihinin de ilk sunuculuğunu sınıftaki yerli malı haftasında yapmıştım. Sanırım ilk altıma kaçırmamı da tuvalete giderken yaşamıştım.

Çöp kutusu yanı:
İlkokulda çok önemliydi çöp kutusu. Kalem açalım diye gidip, iki saat muhabbet edip, hocanın kızmasıyla dönülürdü. Bir de hoca matematik sorusu yazınca tahtaya soruyu doğru çözenler tahta ve çöp kutusu arasında dururdu. İlkokulda yaşanılan en büyük adrenalin, soruyu hızlı ve doğru çözmek. Hep ben çözmek isterdim, ancak şimdi bakınca sanki kızlardan önce çözsem yeter diye düşünmüşüm gibi geliyor. Ha, bir kere de yine altıma yaptığım bir zaman, soruyu çözen grup olarak orada iken of ne kötü kokuyor muhabbetine çaktırmadan katılmayı öğrenmiştim.

Sınıfta şarkı söylemek:
Her okulda olur muydu bu acaba? Biz de çok olurdu, Ege ile birlikte Ayna'dan Ceylan söylediğimi hatırlarım. Dershanede ise (4. sınıfta dershaneye gittim, evet) Tarkan'dan Şıkıdım, 4. sınıfın ilk aşk dönemlerinde ise Kayahan'dan "Bir, ki, üç, dört, gözler Şampiyon" şarkısınnı söylemiştim ki bu son şarkı anımı silmek isterdim.

Beden eğitimi:
Bu ders ilkokul dersinin en süper dersi olsa gerek. Özellikle "Yağ satarım, bal satarım" oyunundan aldığım heyecanı halen arıyorum. Ya da plastik toplarla yapılan futbol maçları. Tenefüslerdeki kısa soluklu maçlardan sonra beden derslerinde büyüklerin olmadığı koca bahçede uzun soluklu maçların zevki muhteşemdi. Bir de kızlarla ilk kez elele tutulurdu, spor bahanesiyle. İlginç hislerdi.

Defter düzenleme, kaplama
İlkokulda hırslıydım, kabul. Her şeyde üst sıralarda olmak istiyorum, bu da kabul. Ancak cinsiyetimin getirdiği bir eksiklik var ki, istesem de başarılı olamazdım defter düzeninde. Her yeni ünitede, defterin bi sayfası yeni kapak olurdu. Kızlar her zaman övgü alırken, benimkisi modern sanat gibi kalırdı. Hoca kontrolünde bir kez utancımdan yere bişi düşmüş gibi yapıp hoca gidene kadar sıra altından çıkmadığımı bilirim. Ama çok güzel defter kenarı süsü yapardım, o kadar.


Küsme - barışma
İlkokul masumdur derler. Lord of the Flies okuyanlar bilirler ki çocuklar aslında o kadar masum değildirler. Özellikle bizde bir küslük yaşandı mı, oldukça uzun bir süre sürerdi. Ben bir arkadaşla neredeyse bir sene konuşmadığımı bilirim. Genelde bizim grupta her zaman küsen grupta ben olsam da, bir kez iki arkadaşım bana küsmüşlerdi. Halen hatırlarım yaşadığım şoku. Ancak 5. sınftı, sınıfta artık 3-5 kişiye bağlı değildik ve biri küserse başkasıyla dost olabilirdik.

Kız-erkek ilişkileri
1. sınıfta anı defterine, kalbin kadar temiz defteri bana ayırdığın için sağol diyen kızlar, 4. sınıftan itibaren, canavarlaşan bir karşı cins olmuştu. Ondan sonra ilişkiler çok gerildi. Kızlar kendi çaplarında bir grup olup, erkeklerle eski dostluk kalmamıştı. 5. sınıfta ise ilk kez motor kavramını öğrenmiştim. Erkeklerle konuşan bir kıza motor gibi bakılıyordu. Önceleri niye böyle diye sorgulasam da ortaokulda kızın gerçekten motor olduğunu duymuştum, üzücü.

Son olarak: Bir anı
Daha yazacak çok şey var da uykum geldi, ancak bir anı anlatayım.

İlkokul çocukları isterse 5. sınıfta olsun, yine de saftır. Sanırım 2. sınıftayken bir şey duymuştuk. Bizim ilkokul, görkemli sayılabilecek ancak eski bir binaydı. Bir tane de deney sınıfı vardı. Çok nadir deney yaptığımız ya da film izleyeceğimiz zamanlar girerdik. Sonra üst dönemlerden bir şey yayıldı. O odada Atatürk'ün ruhu varmış.

Şimdi böyle diyince saçma ama ben korkmuştum. Çünkü o sınıfta Sarı Zeybek'i izlemiştik. Yanlış hatırlamıyorsam, üst dönemdeki kızlardan biri giyinirken orda, gölge olarak Atatürk'ün silüetini görmüş, korkmuş. Bir dönem oraya çok kaygıyla baktık. Anneme de bahsettiğimi hatırlarım ancak annem yok öyle şey demek yerine bir şey dememişti. İçinden "he canım he" diyip geçiştirmiş olsa gerek.

Gerçi ben bir arkadaşımın Fifa'da sınıfı yaptığına, daha sonra benim maçta çıkan yangınla öldüğüme, sonra nerede gömülmek istiyorsun seçeneğinde Edirne olmasına rağmen Anıtkabir'i seçerek beni oraya, Atatürk'ün yanına gömdüğünü söyleyen ve yaklaşık bir dönem boyunca bunu sürdüren bir arkadaşıma da inanmışlığım vardır benim. Ne yapalım, bilgisayar yoktu, Fifa ilginç geliyordu, inanıyorduk, hayat.

Yazın kazandığım iki özellik

by 23:37:00
İnsanlar, zaman geçtikçe yeni özellikler kazanıyor. En azından benim için öyle. Yeni modam, alakasız insanlara benimle ilgili alakasız bilgiler vermek.

Millete kendim hakkında çok şey söylemeyi sevmiyorum. Sıkılıyorum öncelikle. Mesela hırsızlık olayını bir tek blog'a yazmıştım. Lakin ki geçen gün, daha ilk kez tanıştığım bir arkadaşımın staj arkadaşına hırsızın evden neler götürdüğünü anlattığımı farkettim. Bunu yazın, HTR hocama okuldan sonra uluslararası ilişkiler konulu yüksek lisans yapmak istediğimi anlatırken de farketmiştim. Büyük ihtimal, yazın evde tek başıma yaşamak sonucu gerçekleşen bir durum bu. Hele karşımdaki berber ya da herhangi bir esnaf olunca muhabbet daha da artıyor.

Ayrıca bazen Türkçe'yi çok kötü kullandığımı da bu yaz farkettim. Stajda günlük yorum yazarken, özellikle bayram öncesi 2,5 günde yazdığım raporlarda, kullandığım Türkçe rezalet. Çalışanlardan birinin "Türkçemiz kötü galiba" demesi üzmüştü beni. Ama sonra bir baktım, çok kötüydü be.

Bu da yazdığım şeyler faiz oranları, ekonomik göstergeler, dolar/tl gibi konular olduğu için olsa gerek. Cümleler düşük, imla hataları bol bol. Neyse ki dahi anlamına gelen de'yi halen düzgün kullanmaktayım. Elimde bir o kalmış gibi gözüküyor.

Şu an ise televizyonda protokol önünde tavşan giymiş ve hayatımda duyduğum en kötü çocuk şarkılarından biriyle kuyruklarını onlara doğru sallayan çocuklar var. Off, off

İş hayatı

by 21:32:00
Bu günlerin favori sorusu, "ee okul bittikten sonra ne yapacaksın?". Gerçi üniversiteye girdiğinden beri sorulan bu soru, son zamanlarda git gide fazla duyulmaya başladı. Daha bugün otobüs beklerken, 59RS (Blog beni her yerde bulur) hakkında bir soru soran arkadaş, benimle muhabet etmek için birkaç sorudan sonra hemen bunu sordu. Arkadaş verdiğim cevap sadece gülmek oldu.

Neyse e ne yapacağım okuldan sonra? Onun bir replikasını görmek için staj yapıyor işte insanlar. Daha önceden de yapmıştık, bu aralar da yapıyoruz tabii. Genelde insanlar okul bitince, benim şu anki iş arkadaşlarım gibi yaşıyorlar. Peki istediğim şey mi bu?

E çalışıp, para kazanmak falan bunlar güzel şeyler. Ama çok rutine bağlıyor. Ben stajyerim bitecek belli süre sonra ama insanlar nasıl dayanıyor anlayamıyorum. Etrafımda da kendimi özdeşleştireceğim birileri yok. Bu da şu demek?

1) Benim gibiler bu işi seçmiyor
2) Benim gibiler çoktan başka bir moda geçmiş

Başka da seçenek aklıma gelmiyor. E günüme bakıyorum, sabah kalk, kahvaltı yok, işe git, işten dön, yemek yap, bulaşık, çamaşır ve uyu. Böyle olmayan iş bulmak zor. Keşke en azından işe giriş - çıkış saatleri +-3 saat olsaydı. Hayatımda olan en atraksiyonlu olay cezvedeki sütü taşırmak oldu.

Bu yüzden insanlarda "x'im Hollanda'da çalışıyor, işe 10'da gidiyor, 16'da bitiyor, bir de öğle arası" tarzı fantastik şeyler duyunca içim gidiyor. Şu ilerde de ne olacağım meselesini de akıp giden ırmağa bırakmak en iyisi :)

Hırsızlık nedir, ne değildir, capsli ve birinci ağızdan

by 21:37:00
Üstünden belli bir zaman geçtikten sonra yazayım dediğim, son zamanların benim için en heyecanlı olayını tarihe not düşmek lazım. Bir insanın evine hırsız girmesi nasıl bir şeydir, şimdi bunu anlatacağım.

Öncesi:
Halbuki gece güzel sonlanmıştı. Normalde daha çok korkulması zamanda, saat 3:30 gibi, karanlık ve ıssız yollarda, kolumda laptop'ım rahat rahat yürüyüp eve geldim. Eve gelince laptop çantasını salona, kendimi ise üstümü çıkarıp pijama bile giymeden yatağa atmıştım.

Tam olarak 6 saat sonra ise alarm ile uyanıp, kendimi duşa atıp, superdorm'a doğru yola çıktım. Her şey zaten saat 10'da evden çıkmamla başladı.

Olay esnası:
İşin ironik kısmı, hırsızlar benim eşyaları sırtlayıp götürürken, benim de aynı anda insanlara yardım etmek için koli ve bavul taşıyor olmamdı. Aradaki fark birimizin bunu insanlık namına, ötekisinin ise hayvanlık namına yapıyor olmasıydı. Sonuç olarak saat 1 civarı yorgun, susuz, eve gidip ikinci bir banyo sonrası uyuyup geceye hazırlanmam gerekiyordu.

Olayı farkediş:
Eve girerken, bu işte bir parmağı olabileceğinden şüphelendiğim kapıcı arkadaş da oralar da dolaşıyordu. Tek işinin adı üstünde kapılara bakmak olan bu amcamın rahatlığı onu doğrudan olmasa da dolaylı olarak suçlu pozisyonuna sokuyordu. Ben ise kapının önüne gelmiş anahtarımı kilide sokmuştum.

Anahtarın kilit içinde açılmadan dönmesi ile yüksek sesle "Noluyor lan!" dedim. Daha sonra ise ilk aklıma gelen Ezel'deki Kerpeten Ali oldu ve ben eve birisinin girdiğine üzülmeden önce "Oha lan bu durumda bile Ezel göndermesi yapıyorum" diye düşündüm. Sonra ise kilitler birer birer düştü ve kapı açıldı.

Soyulan ev sahibi ne yapar?
Kısa sürede hırsızlık konusunda büyük bir tecrübe kazanmış oldum. İki tip hırsız varmış: Paracılar - Elektronikçiler. Benimkisi elektronikçi çıkmış. Eşek gibi televizyonu götürmesi büyük bir şaşkınlığa sürükledi beni. Şöyle eve hızlıca baktıktan sonra hızlıca önce kapıcıya sonra da onun yanındaki komşuya gittim.

Hayatımda ilk kez 155'i aradıktan sonra (küçükken PTT'yi arayıp sapıklık yaptığımızdan beri 3 rakamlı numaralarla işim olmamıştı.) komşu beni içeri davet etti. Ben olayları idrak etmeye çalışırken, sevimli komşu ablamın hemşehrilikten girip, eltisinden, görümcesinden bana bahsetmeye başlaması içine düştüğüm durumu komikleştiriyordu.

En hayal kırıklığına uğradığım an olay yeri inceleme ekibinin hareketleri oldu. Ben ki Dexter'ın tüm sezonlarını izlemiş bir olarak, beklentilerimi yukarıda tutuyordum. Ancak iki arkadaşın iki üç beyaz çekmeceye parmak izi için toz serpmeleri sonra da benden su isteyip bir form doldurup gitmeleri bu kadar da olmaz dedirtti. Sonradan baktım ben oraya bal gibi parmak izi var orada. Tabii ki adamlar eldiven giymişlerdir ama ya benim değilse o parmak izi. Bunu görünce "Başımızdakiler böyle olduğu sürece..." moduna girip bir Levent Kırca oldum çıktım.

Post-hırsızlık sendromu
O gece delikanlılık yapıp evde kalırım ben moduna girsem de, saatler ilerledikçe bomboş bir duvara bakıp bakıp arada uyuyup arada uyanıyordum. Tabii aile çevresinden de telefonlar susmuyordu. Odamdaki belli miktardaki dağınıklığı ise toplayasın gelmiyor. Böyle bir durumda dedim ki teyzeme gitmek iyidir. Annem ise 3'e kadar ütü yaparım, 5'e kadar televizyon seyrederim, gün ışıyınca da uyurum diye, tetikte olmak için bir program yapmış. Yalnız bu hırsızlık olayının zaten gün ışığında olması gerçeğini atlamış canım annem, olsun.

Şimdi fan'ı bozuk olduğu için ses çıkaran bilgisayarı aldım yanıma, tivibu'ya üye oldum. Televizyon işi de böyle halloldu. Kapının yapılması da rahatlatıcı ama sonuçta adamlar izlemişler ki beni tam dışarı çıktığımda oldu olaylar. O yüzden her tıkırtıda bir kulak uzatmak gibi paranoyaklaşma belirtileri ortaya çıktı. Önceden ya çok sessiz, yeşillik tam benlik dediğim evde şimdi her türlü duyum tetikte. Televizyon ve daha sonra da kardeşimin gelişiyle normale döner düşüncem var.

Sonuç olarak ilginç bir tecrübe dışında, hayatımda ilk kez elimde "Mağdur" yazan bir resmi belge var ve bu tatsız da olsa her gördüğümde güleceğim bir unvan olarak orada duracak!

Hayatımda duyduğum en büyük kolpalar

by 23:14:00
Başlık çoğul olsa da sadece bir şeyden bahsedeceğim. Liseye girmeden önce
Koç Lisesi'ne girenleri mezun olmadan kapıyorlar.
diyorlardı. Üniversiteden önce ise
Üniversiteye girenleri mezun olmadan kapıyorlar.
diyorlardı. E bakıyorum etrafıma, herkes staj peşinde, kapılan yok. Niye kandırdınız ulan beni?!

Final dönemi insanları

by 00:34:00
Bazıları hala evrim yok desin, bir öğrencinin final döneminde geçirdiği değişim evrimin bir örneği değildir de nedir?

Kullanılmayan organ körelirmiş ya milyon yıllarda. Ben final dönemi boyunca kullanmadığım, fitness'a gidip gidip korumak istediğim kaslarımı çoktan kaybettim. Yerini saçma sapan şeyler okumaktan sıkıldığımda ya da direkt çalışmamak için bahane olsun diye yediğim yemekler tutmuş.

Annem bugün gitti Edirne'ye, kadıncağızın toparladığı evin orasında burasında kağıtlar var. Masamın üstüne şöyle bir baktığımda kağıtlar dışında bir boş soda şişesi, bir Eti Brownie çöpü, iki erik çekirdeği, bir tırnak makası ve iki kulak tıkacı var.

Gözlerimde uykunun olması çok çalıştığımdan değil de çalışmam bittikten sonra şimdi dinlenme zamanı diyerek, bir saat daha ayakta durmamdan. Gözler kızardı bilgisayara baka baka. Hani çalıştığım değse bir şeye canım o kadar yanmayacak.

Şu an notlarıma baktığımda aynı şeylerin değişik şekillerde bir çok kez yazdığım saçma sapan terimler var. Bilmek lazımmış bunları. Yarına kadar aklımda tutabilecek miyim bilmiyorum. Hele bir de yarın test olmazsa neler olacağını tahmin bile edemiyorum. İşletme iyidir, mühendisliklere göre rahattır falan filan ama dolsun diye de koydukları ıvır zıvırları iyi koymuşlar.

Son olarak koskoca final döneminde 4 sınavı arka arkaya koyan canım yönetime, önemli bir konuda mail atmama rağmen bir türlü dönmeyen ve dönmeyecek sevgili danışmanıma, Mustafa Denizli'ye, final dönemimi büyük katkılarından dolayı meyveli sodalara teşekkür ediyorum ve sizi işletmecilerin çok seveceği, salak salak sembolik resimlerde bırakıyorum. Bu resmi de Google'a "success" yazarak buldum.

Google'ın da kendisini daha kapamadılar, elhamdülillah


Beşiktaş anıları

by 23:10:00
Ders çalışmam gereken ama o motivasyonu kaybettiğim şu anlarda kendi geçmişime dönüp, geçmişteki anılarımı bağdaştırdığım Beşiktaş'ı düşündüm. Çarşı'yı anlatan belgesel Asi Ruh'ta geçer: Zeki Demirkubuz'un kardeşi bir gece yatağında oturur, Zeki sorar "ne oldu" diye, adam cevap verir "Acaba Feyyaz şu an ne yapıyordur?". Durum o kadar vahim olmasa da ben de düşünürüm Beşiktaş'ı. Şimdi de bir kendi Beşiktaş tarihimin Avrupa takımları ile oynanan unutulmaz 5 maçına değineyim.

5. Liverpool maçları


Sanılanın aksine 8-0 biten maç beni öyle üzen, yerlerde süründüren bir maç olmadı. Hak etmemiştik, şartlar da bunu gerektirmişti. En azından bir son dakika faciası yok. Zaten ben o gün bu maçın oynanacağını unutmuş ve bu yüzden yurdun kafeteryasına gitmemiştim. Zaten maçtan önce yıllar sonra Fenerbahçe'ye Kadıköy'de yenilmiştik. Son dakika golümüz verilmemiş, başkan "PAF'la MAF'la çıkarız" tavırlarda. Yani maç öncesi motivasyonum zaten yoktu.

Maçın olduğunu geç de olsa hatırlayınca maçı odamda internetten takip etme kararını aldım. Bir yandan da bir ödev yapıyordum. Maçı açtığımda zaten durum 2-0'dı. "E, normal" diyip işime devam ettim. Ancak canlı anlatım sayfasına ne zaman baksam, yeni bir gol haberi var. Önce biraz üzülsem de belli bir noktadan sonra gülmeye başladım. Bana gelen alay mesajlarına, ben de gülerek cevap verdim. Bir rekor kırılırken, internette yorumları okuyup gülüyordum ve son düdükten sonra işime devam ettim.

2-1 kazandığımız Liverpool maçı ise benim için daha da önemli. O 6 kişilik 2. Erkek Yurdu'nun odasından çıkmak zaten benim için ayrı bir zevk. Maç Liverpool maçı olduğundan umutsuz ama odadan uzak olmaktan mutluydum. Bir de ne göreyim, Beşiktaş kendi sahasında bir hafta önce son dakikada kaçırdığı galibiyeti bu sefer iyi oynayarak alıyordu. Serdar Özkan'ın golü ile tüm kantin zıplarken kendimi tanımadıklarıma sarılma klişesinin tam içinde buluyordum.

Odaya döndüğümde ise "Tesadüfle mi yendik, nasıl oynadık?" sorusuna gururla "Ezerek yendik" cevabını verdim, ikide birde girilip çıkılan, ışığın asla kapanamadığı ve sesin bitmediği o odada belki de en güzel uykumu uyudum.

4. Chelsea - Beşiktaş 0-2

Yer: Lise yatakhanesi. O maçta içimde yaşadığım o sıkıntıyı, bir daha hiç bir maçta yaşamadım. 90 dakika öyle bir defans izledim ki, benzerini geçenlerde Barcelona-Inter maçında görebildim sadece. Sergen'in o iki golünde de kendimi kaybetmiştim. Oyundan çıkarken ise Sergen'in Ortaköy'den Beşiktaş'a yürüyen bir adam rahatlığında oyunu terk etmesi öyle kazındı ki beynime, hayatım bir gün film şeridi gibi geçerse gözümün önünden bu sahneyi de göreceğim herhalde. İlhan Mansız'ın gerizekalıca gördüğü kırmızı karta ise ölürken bile küfredebilirim.

3. Beşiktaş - Slavia Prag 4-2

Yine yurtta izlenen bir Beşiktaş maçı ve yine bir kahır. Bir sonra anlatacağım maç gibi yine ilk maçı deplasmanda 1-0 kaybetmişiz. Yurdun televizyon odasında abilerle beraber açıyoruz televizyonu. Beşiktaş sahada şov yapıyor, Beşiktaşlılar yurtta şov yapıyor. 4-0 olmuş maç boru mu? Ancak 3 gol yersek eleniriz.

E, bu takım Beşiktaş. Tabii ki de 10 dakikada 2 gol yiyoruz. Yine sarıyor bir Valerenga korkusu (bkz: Bir sonraki maç anısı). Prag'ın forvetlerine geçit yok derken son dakikada bir faul kullanıyor Prag ve gol. Yine yenen tırnaklar ve gözlerde hüzün derken ofsayt diyor hakem. Haksız bir karar ama kimin umrunda o sırada? Maç bitince sevinç yumağı oluyoruz. Ama genciz tabii kanımız kaynıyor. Çok sevdiğim bir Galatasaraylı arkadaşım "Hakemle aldınız" diyince kafam atıyor, indiriyorum sırtına yumruğu. Çocuk şaşırıyor, araya giriyorlar. Üzülüyorum yaptığım için ama sonunda UEFA'da çeyrek finaldeyiz. Daha ne olsun?

2. Beşiktaş - Valerenga 3-3

8-0 biten Liverpool maçı bu maçın yanında hiçbir şeydi. Toshack zamanı. Televole'nin en cancanlı günleri. Kadromuz sağlam: Şifo Mehmet, Oktay, Ertuğrul, Alpay, Rahim ve diğerleri. Buna rağmen ligde bir türlü başarı gelmiyor. UEFA'da ise 3. turdayız. Rakip Valerenga. Adı sanı duyulmamış bir takım. İlk maçta Norveç'te 1-0 yenilmişiz ama olur böyle şeyler. Sonuçta orası buz gibi bir Norveç kenti. Biz elbet burada işi bitiririz.

Canavar gibi de başlıyoruz maça. Daha ilk yarı sonunda skor 3-0. Çeyrek final kapıları ardına dek aralanmış. Ben hemen bir kağıda Beşiktaş amblemi çiziyorum büyükçe. Diyorum ki babama ve kardeşime "Şu cama asayım mı da gözüksün?". Onlar da sevinçli. Sanırım 65. dakikaya kadar bu skor korunuyor ama ikinci yarı pek bir defansif durumdayız. Sonra ise büyü bozuluyor ve 2 gol yiyoruz. Bu skor onları üst tura taşıyor. Ama yine de 20 dakikaya yakın zaman var. Bir gol yeter ama takım büyülenmiş gibi. 3. golü de yedikten sonra masal bitiyor.


Sonraki gün sabahçıyım. Zorla izin alıp izlediğim maç ise hayal kırıklığı. El yapımı bayrağı toplayıp, ağlayarak gidiyorum yatağa. Beşiktaş'ı ilk kez yakından tanıyorum. Yıllar sonra o gollerden birini atan John Carew'i ağırlıyoruz takımda. Tesadüfler.

1. Beşiktaş - Barcelona 3-0

Listenin bir numarasında tabii ki de bu maç var. Bir hafta önce Fenerbahçe'yi 3-0 hükmen yenmişiz - ki maç hükmen bitmese bile 3-0 yeniyorduk (Mustafa Denizli ve yabancı problemi). Okulda coşuyorum. 1 sene sonra bana ismi de Yahoo Messenger'dan farklı bir isimle yolladığı Fenerbahçe marşı ile beni kekleyip evi inletmeme sebep olacak arkadaşıma hava attığım günler.

Buna rağmen Barcelona maçını ümitsiz izlemeye başlıyorum ama İbrahim Üzülmez'in o baldan tatlı ortalarını, Ahmet Dursun'un gollerini, Pascal Nouma şovunu izleyip kendimden geçiyorum. Öyle ki Nihat'ın frikiği direkten dönmüş bense neredeyse gol olmadı diye ağlayacağım. Neden? Çünkü Barça'yı 4'leyememişiz. Evde bağırıyorum. Alt komşuyla aramız limoni. Annem uyarıyor ama dinleyen kim. Okula gidince ise yine arkadaşlara yapılan o malum el hareketleri.

Sonra İspanya'da 5-0 yenildik tabii ama o maçla ilgili hiçbir anı yok beynimde :)


Oyuncak

by 00:08:00

Yine bir politik kavga, kimi az kimi çok ama herkes suçlu. Biri dışında.

O Filistinli çocuklar, bugünü de gelecekleri umutsuz olarak bitirdiler. Bu çocukların eğitime göre ilgileri bölge ülkelere göre çok daha fazla Wikipedia'ya göre ama sonuç ne? Sürekli bir savaş halinde olmaya devam edecekler.

Umarım İsrail beni şaşırtır da o insani yardımın hepsini ulaştırır o çocuklara. "İlaçlarını keseyim, yemeği biraz az vereyim de sürünsünler, insafa gelsinler" demez. O çocuğun eli tankta fırlatacak taş yerine, uzak ülkelerden hediye edilmiş bir oyuncak tutar.

Muhammed al-Durrah'ı tanır mısın sen? Hani İsrail ve Filistin birbirine ateş ederken, babasının arkasına sığınmıştı. Yaşıtız Muhammed'le, ben 22 olmuşken, o hala 12 yaşında. Sonra bakıyorum etrafıma, Ruanda'da dili kesilmiş çocuklar görüyorum, Hindistan'da 80 yaşında adamlarla evlendirilen çocukları görüyorum, Irak'ta tecavüze uğramış çocukları görüyorum. Dünya, bu kadar yükü nasıl taşıyabiliyor hayret ediyorum.

Oyuncak arkadaşım, oyuncak. Ah bir ada olsa da yeşilin, mavinin kirletilmediği, hırsların olmadığı, en önemlisi çocukların oyuncaklarla oynadığı bir ada. Hayat ne garip, hayaller falan.

Ünsüz Celebrity'leri tanıyalım - Yerli Paris Hilton

by 22:44:00
Ayıptır söylemesi fitness'tayım bir gün. Sağolsun fitness'ta çalışan arkadaşlar, salondaki 4 televizyonun 3'ünü "Fashion One" kanalı yapmışlar ki kimse farklı farklı şeylere bakmasın diye. E tabii insanın gözü takılıyor. İsmini daha önce duymadığım insanların medeni hallerinden tutup, ne giydiklerine kadar her şeyi öğrendim.

Neyse efendim, bu ünlü ünsüzlerden size bahsedeceğim insan Ece Filiz, ya da daha çok bilinen adıyla "Yerli Paris Hilton". Bir bu eksikti memlekette diyebilirsiniz. Ben bu kızcağızı internette tanıdım. (Dur ya, öyle değil) Diziport'tan dizi izlerken reklam vermişler zayıflama hapı olarak. Kızcağız da reklam yüzü. Ama ismi bile geçmiyor, "Yerli Paris Hilton da bu kremi kullanıyor" diye gazlamışlar kızı.

Şimdi ise Fashion One'da programı var. "Fashion Police" adında. Yalnız, programın girişinde bile adının üstünde "Yerli Paris Hilton" yazmışlar. Onun için de zor tabii:

- Ne iş yapıyorsun?
- Yerli Paris Hilton'um

Bir de deney yaptım. Google'da "Ece Filiz" diye arayınca 19,700 sonuç varken, "Yerli Paris Hilton" yazınca 21,900 sonuç çıkarıyor.

Allah parasını benzetsin, filmini benzetmesin, ne diyeyim.

Lost'a elveda!

by 17:04:00
Yine senaristlere küfredebilirdim ama etmiyorum. Lost'u güzel anılarla hatırlamayı tercih ediyorum. O yüznde bu şarkı benden adadan kurtulanlara ya da adada ölenlere ve en sonunda zaten cennette buluşacağımız o güzel insanlara gelsin; Black Smoke'tan gelsin: "Memleketim"

Adasına suyuna, taşına toprağına
Bin can feda bir tek others'a
Her köşesi cennetim, lostie'ler biçim biçim
Bir başkadır benim memleketim

Jacob'a Desmond'ına, erişilmez sırrına
Sen dost ararsan koş ışık kaynağına
Yeniden doğdum dersin, duman olur gidersin
Bir başkadır benim memleketim

Diğer ada bir yanda, Ajira var koynunda
Dharmacılar destan yazar dağlarda
Ayısına, Widmore'a, zamanda yolculuğa
Bütün alem kurban benim Lost'uma

Bir insan Erasmus'u neden sever?

by 22:49:00
Evet, bir insan neden sever Erasmus'u, ailesi, kurulu düzeni ve bütün arkadaşları geride bıraktığı ülkedeyse?

Erasmus belgelerini tamamlamak için, dosyadaki belgeler karmaşası içinden gereklileri çıkarırken, içimi bir hüzün kapladığında bu yukarıdaki soruyu düşündüm? Herkes bu soruya farklı cevap verebilir, bazısı der ki insanlar çok iyiydi, bazısı ders çalışmadık ki hep eğlendik falan der.

Benim ise aklıma şunlar geliyor:


Öyle bir dünya ile karşılaşıyorsun ki, dilini konuşamadığın bir ülkede oturma izni verirlerken karmaşanın içine girmeden, insanlardan yardım alarak, bürokrasi karşısında bir "birey" olarak saygı görüyorsun,
Gece 5'te bir orman içinde yürürken karşına tek çıkan bir tavşanın ayak izleri,
Bisiklet ile şehir merkezine gidip gelebiliyorsun ve arabalar senin de trafikte bir araç olduğunun farkında,
Derslerde sararmış kağıttan 30 yıldır aynı şeyi anlatan öğretmenlerin yerini dinamizme bırakıyor,
Toplu taşımada yeni akrabalar kazanmana gerek olmuyor,
ve daha bir çok şey

Sonuç olarak "böyle de bir dünya olabiliyormuş" diyorsun.
Döndüğünde bir adli sicil belgesi için bile yıkık dökük bir pasaj içinde sıra bekliyorsun, halk otobüsünde sıkışıklık ve sıcak yüzünden deliren insanların kavgalarını dinliyorsun, bisiklet kullanırsan büyük ihtimal ezilirsin, gece 5'te yürümeyi Taksim'de bile deneyebilir misin?

Bu yüzden orada bol bira içtiğin bir gece sonunda yediğin bir döner ya da lahmacun yemek, karlı ve buz gibi gecelerde dinlediğin Ahmet Kaya ya da yabancı şehirde Türk marketlerinde gördüğün misafirperverlik sana yeterli geliyor ülken hakkında.

İşte o an diyorsun, bazen uzun mesafeli ilişkiler iyidir. Ancak beşik kertmesisin ülkenle ve ayrılmanız çok zor. O yüzden İstanbul'un koynunda yatarken, bir yasak aşk düşlüyorsun. Belgeleri kaldırıp, cost accounting kitabını açınca yine dönüyorsun normal dünyana.

Televizyon başından 1 Mayıs notları

by 11:52:00


  • 1 Mayıs her zaman içimde bir sıcaklıkla izlediğim bir kutlama olmuştur. Bunun en büyük nedeni tabii ki de her şeyin kutlanılmasına izin verilen meydanda bir tek 1 Mayıs'a izin verilmemesi, bunun üzerinde işçilerin ısrarla oraya gitmeye çalışması hoş bir direniştir.
  • Tabii ki gözümle gördüğüm 2008 1 Mayıs'ındaki o orantısız güç kullanımı ve her 1 Mayıs'ta anılan o 1977 1 Mayıs'ı, insanların kusursuz işlemiş bir planla öldürülmesi, işçilerin Taksim'e yürüme sevdasındaki desteğimin başka nedenlerinden.
  • O yüzden mutlu bir şekilde televizyonun karşısına geçtim ve kalabalık görüntüler, renkler, şarkılar falan hoşuma gitti de bir çok konu kafama takıldı. Maddeleyeyim:

  1. İşçi ve emekçi de olsa insan, insan. Yani aynı hırs, aynı kendini gösterme isteği vs. Hani "dünya işçilerin elinde yükselecek" temalı işçi afişinin mi etkisinde kaldım ne, boyun eğmeyen, öfkeli ama saygılı, disiplinli bir işçi güruhu beklerken, Taksim meydanına sendika başkanları çelenk bırakırken, "hebele hübele" şeklinde koşup anıta çıkıp, farklı farklı pankartlar açıp, birbirininkini engelleyerek görüntü kirliliği ypan adamlar gördüm.
  2. Bir adam vardı kim bilmiyorum, 1 Mayıs çelenkini bırakacak meydana, daha koyulmadan hemen kelle gibi sırıtarak poz veremye başladı. Başka adamlar çelenk düşmesin diye düzeltmeye çalışıyor, adam kameralara poza devam.
  3. Sonra çok sevdiğim DİSK başkanı Süleyman Çelebi - ki karanfil atılması sırasında milleti alkışlamaya davet etse de, kalabalık basının da etkisiyle, herkes kendi işine daldı. Adamın anlamlı anması da havada kaldı. - bu konulardan dert yanıp, "Bu hiçbir siyasi partinin gösterisi değildir." derken - ki hala CHP kendi pankartını göstermeye çalışıyordu. - arkada alakasız adamlar, Çelebi'nin anlatmak istediği dersi "Yaşasın 1 Mayıs" gibi tezahüratlarla bölüp bölüp durdular. Arkadan bir adamın ise desenli şapkasını göstermeye çalışması hayret vericiydi.
  4. Gördüğüm kadarıyla tek grup "anarşist" gruptu. Her politik görüşü anlarım da bunu anlayamıyorum ya. 70 milyonluk bu kadar koca ülkeyi nasıl anarşizmle yöneteceksin? Hadi, Liechtenstein kadar olsan, takıl istediğin kadar. Neyse, bu arkadaşlar kara kara bayraklarıyla, o kadar renk cümbüşü arasında göze battıkları gibi, bir ara sendikalılarla da dalaştı. He canım, aferin size diyip geçiyorum.
  5. Bir de çok fazla örgüt var. Tamam sendikaları anlarım da, "Mücadele Hareketi", "Ezilen bişiler hareketi", "DİK", "EMP" falan daha da hatırlamadığım binlerce şey var. Ülkenin solcuları da bir garip olduğu için, "dünyanın tüm işçileri birleşin" sloganı yerine, "abi küçük küçük gruplarımız olsun da farklılıklara toleransmış, birliktelikmiş falan uğraşmayalım" sloganı var herhalde. Ondan sonra tabii örgütlenenler iktidar olur.
  6. Bunları yazarken annemin heyecanla arayıp, "Bak Beşiktaş da meydanda" demesi, unuttuğum bir başka sevme nedeni. Oraya geçen sene olduğu gibi gidip, Ahmed Arif'in güzel şiiri "Terketmedi Sevdan Beni" pankartını taşımaları benim için gurur kaynağı.

    Sonuç olarak, bu gördüğüm ve bana uyandırdıkları ile birlikte Türkiye için umudum yok ama, dünyanın bir yerine işçinin sömürülmediği, emeğinin parasının aldığı, sendikalaşma hakkının elinden alınmadığı, iktidarın da bu çoğunluğu kaale alacağı bir düzen umuyorum.

Ömer'e açık mektup

by 22:30:00

Sevgili Ömer,


2 dakika 41 saniye videonu izledim. Daha 6 yaşındayken kızları tanıman bir yandan üzücü olsa da, ne kadar erken tanırsan o kadar erken strateji geliştirirsin kızlara karşı. Videoda belliydi ne kadar dans etmek istediğin ama Gizem Uysal ellerini kavuşturmuş, senin yüzüne bile bakmıyordu.

Gizem herhalde "Selena" vs. gibi diziler izliyor ve kendisinin bir prenses olduğuna inanıyor. Ömercim, üzülme ama 20 yaşını geçmiş ama hala kendi prenses gibi hisseden, sırtına melek kanadı geçirse uçmaya kalkacak kızlar her zaman var. Yani büyüdüm de kurtuldum deme, kurtulamıyorsun.

Sen televizyondan gördün mü bilmiyorum ama Gizem'in annesiyle röportaj yaparken, annesi Gizem'in altı yaşında olduğunu söylerken, ağlayan Gizem bir anda nefret dolu bir yüz ifadesiyle "Yedi!" demişti. Bu masum görünen kızların içinde birdenbire patlayan nefreti hiç anlamamışımdır. Geçen gün spordan dönerken, bir çocuk büfeden bir şey alacaktı, kıza döndü "Ne içersin canım" dedi, kız ise kızgın kızgın "Portakal suyu falan, ne bileyim ben ya!" demişti. "Ah şu kızlar" diyerek yol devam etmiştim.


Senden birkaç yaş büyük bir ablan - ki onun da adı Gizem'di, vay kara bahtın - Beyaz Show'a çıkmıştı da, önce videoya Atakan diye bir çocuğa kızıp, sonra da canlı yayında valiyi paylamıştı. Yani anlayacağın Ömercim, bu kızlar ya küçük bir bebek oluyorlar, ya da nefret dolu bir kadın. Arasını bulmak çok zor. Umarım sen bulursun.

Ha bu arada dikkat et, sen kameraya konuşurken hemen yanında 3-4 tane kız belirdi. Aman onlar seni seviyor sanma çünkü kamera orada diye oradalar ve kameraya çekilip TV'ye çıkınca bir değerin kalmayacak onlar için. Acı ama gerçek :(

Neyse canım, ne kadar o tombiş tipin ile 20 yaşına gelip, bağrı açık ve kirli sakalı ile nargile dumanını yukarı üflerken Facebook profil resmi olarak fotolar çekecek bir erkek olacağını tahmin etsem de şimdi çok kafana takma bir kız tango yapmıyor diye. Biz de yaşadık böyle şeyler. Sen arkadaşlarınla bakkaldan lastik top al, gol atan kaleye falan oynayın.

Sevgilerle,
Abin.

Bastır Ankaragücü - Bir 70'ler aynası

by 22:50:00

Sorunum şu ki, bir insana gidip "Abi ben Urfalı Babi dinlemeyi çok seviyorum" desem, "kıro musun nesin?" tarzı cevaplar alabilirim. Böyle bir yoruma cevap vermeme bile gerek yok. "Bastır Ankaragücü" yıllardan beri en sevdiğim Türkçe şarkılardan biri. Özellikle bugün Yakın Tarih dersinde aklıma gelen bu şarkıya blog'da değinmek istedim.





Kambur üstüne zambur, sanki deve hörgücü - Bıraktık işi gücü, bastır Ankaragücü

Neden Ankaragücü? Küçük bir araştırma gördük ki Türkiye Kupası'nı 1972'de kazanmışlar. Ligde ise 5.'ciler. Sonraki sezon Kupa Galipleri'nin ilk turunda Leeds United'la sahasında berabere kalmış, İngiltere'de 1-0 yenilerek elenmişler. Türkiye Kupası finalinde Galatasaray'a elenmişler. (ki yarı finalde Fener'i elemişler ve Urfalı Babi Fenerli'dir.) Ligde bu sefer 4.cüler.

Sonuç olarak Galatasaray'ın ligi ve kupayı domine ettiği bu iki sezonda, diğer büyükler ve Eskişehirspor kadar kuvvetli bir takım Ankaragücü, ki kendilerinin ilk başarıları bunlar. Zamlarla ve politik durumla ezilen Urfalı Babi gibilerin, Ankaragücü gibi takımlardan moral bulmaları çok normal.

Münih'te çok eğlendik, her branşta elendik - Bir gümüş madalyaya, bastır Ankaragücü

Buradaki göndermemiz ise 1972 Münih yaz olimpiyatları. Genel olarak "Munich" diye filmi de çekilen, İsrailli sporcuların öldürülmesi ile hatırlanır. Neyse konumuza bakalım. 2. Dünya Savaşı'ndan sonra Türkiye yeni kurulan dünya düzeninde lider güç olamıyor malum. E Türk gücünü nerde gösteriyor, olimpiyatlarda!

1936 Berlin Olimpiyatları'ndan beri Türkiye yarışmakta. Her turnuvada madalyalar toplanıyor ve Berlin dışında tüm olimpiyatlarda birden fazla altın madalya var. (Ki tüm madalyalarımızın bir atletizm bronzu dışında hepsi güreşten) 72 Olimpiyatları'nda da umutlar çok. Ama internetten sonuçlara baktım; hezimet. Neredeyse hepsi ilk turdan elenmiş, tursuz yarışlarda hep sonunculuklar, çoğu kişi yarışlara bile katılmamış. Serbest güreşte ise bir gümüş madalya alıyoruz. Urfalı Babi'ye de önce takıma taşlama yapmak, sonra da Ankaragücü'ne dönmek kalıyor.

Acıdır Türk'ün gücü, alınacaktır öcü - 76'ya kadar bastır Ankaragücü

Burası üzücü olmuş biraz çünkü 1976'da Montreal'den 0 madalya ile dönmüşüz çünkü. 1980'de ise Amerika'nın olimpiyat boykotuna katılıp gitmemişiz Moskova'ya.
İşin bir de şöyle bir ironik tarafı var, 76'ya kadar Ankaragücü bastırsın tamam da; 1973-74 Kupa Galipleri Kupası'nda ilk turda Rangers'a 0-4 ve 0-2 yenilip elendiler. Ligde ise 16 takım arasından 14 olup, son anda düşmekten kurtuldular. Sonraki sezon 6. olsalar da Babi'nin dediği 76'da da ligden düştüler. Babi, dilime sokayım demiştir herhalde.

TRT televizyon, istiyoruz revizyon - Daha ne eziliyon, bastır Ankaragücü

TRT, Türkiye için yeni bir fenomendi o zamanlar. 1968'da ilk yayın yapılmış da, şarkının yazıldığı zamanlar "revizyon" dönemiydi. Bir kere 1971'de canlı spor yayınları gösterilmeye başladı. Babi'nin revizyon dediği sanırım 72 Anayasası değişikliği zamanı TRT'nin özerkliğinin kaldırılıp, tarafsız bir kuruluş olmasıdır. TRT'nin ilk dış yayını da 1972'de Münih Olimpiyatları olmuş. Yani Babi, TRT'de müsabakaları izleyip, delirip, bu şarkıyı yazmış diyebiliriz.


Bir şişe su liraya, maaş yetmez kiraya - Kasaptaki sıraya bastır Ankaragücü
Vergi geldi her kula, fakire, yetim, dula - Altımızdaki çula bastır Ankaragücü
Boşa palavra attık, kafaları oynattık - Beş yıllık planına bastır Ankaragücü
Kalkınma planına bastır Ankaragücü

Şimdi de geldik ekonomiye ama o dönemin politikalarını bilmediğim için çok şey diyemeyeceğim. Ama şu var ki 1971'de muhtıra ile bir darba daha görüyordu ülke. Partiler üstü hükümet kurulmuştu ve herhalde ekonomi düzeni bozulmuş, durumu toparlamak için vergi bindirimi yapılmıştır.

Ancak derste aklıma gelen husus Devlet Planlama Teşkilatı idi. 60 darbesi sonrası Menderes'in plansızlık yüzünden bozulan ekonomisini düzeltmek için yaratılan bir kurum olan DPT, 5 yıllık kalkınma planları sunuyordu. Bu kötü ekonomik ortamda o da Babi'den nasibini alıyordu.
Bu nasıl baldır bacak, kime kısmet olacak - Mini şortlu bayan bastır Ankaragücü

Son kıtada ise Babi'nin tamamen uçtuğunu söylemek yanlış olmaz. Sonuçta kadınlar yıllardır batılı tarzda kıyafetleri ile sokaklarda dolaşmaktadır ancak demek ki mini etek modası bu dönemlerde başlamış ilk kez Türkiye'de ama 73'ten önceki filmlerde de "mini şortlu bayan" bulabileceğimi sanıyorum. Belki de 68 ile birlikte Türk topluma giren hippy kültürü de mini şortlu bayanları ortaya çıkarmış olabilir.

Tabii günlük yaşam dışında, Türkiye'de yavaş yavaş ortaya çıkan erotik Türk sineması da bu satırların nedeni olabilir. Tüm bildiğim o tarz filmler 74-75 gibi başladı dese de kısa bir araştırmayla bu tarz filmlerin 1971'de başladığını görüyoruz. Babi de durur mu, Ankaragücü'nün bu kızlara bastıracağını bilmekte.

İşte bir şarkı bile ne kadar çok şey anlatabiliyor işte dönem hakkında, özellikle bu insan Babi olunca. Kendisinin Fenerbahçe Oyun Havası, Dünya Turu ve Disko Kebab gibi eserlerini de incelemek isterim. Belki daha sonra Fikret Kızılok'un "Demirbaş"ı ile Demirel ile Türkiye ve Dünya tarihi turu da yapabiliriz. O zamana dek, bastır Ankaragücü!
Blogger tarafından desteklenmektedir.