Türkiye'nin AB macerası

by 23:46:00
Ne kadar saçma: Türkiye, Avrupa Birliği'nin aday ülkelerinden biri ama vatandaşlarının bu birliğin nasıl çalıştığı hakkında en ufak bir fikri yok. Mesela ben lisedeyken Türkiye'nin AB ile müzakere sürecine girmesi gerçeklesmişti. Ancak Türkiye'nin en kıdemli okullarından biri olmaya çalışan lisemde bununla ilgili hiçbir ders görmemiştik. Keza ülkenin önemli üniversitelerinden birinin işletme ders programında da AB ile ilgili bir şey yoktu. Erasmus'a gitmesem hala AB'nin nasil işlediği hakkındaki bilgim sıfır olurdu.

Geçen günkü Avurpa Parlementosu kararı ardından yine abuk-sabuk yorumlar havada uçmaya başladı. AB'nin de hatalar yaptığını kabul eden ama AB sürecinin devam etmesini kesinlikle savunan biri olarak bu lafların bazılarının ne kadar yanlış olduğunu kayıt altına almak istiyorum.


Öncelikle Avrupa Parlementosu, Türkiye ile müzakere sürecini dondurmadı. Sürecin geçici olarak dondurulmasını istediğini açıkladı. Bu bir tavsiyedir. Bu işlemleri başlatacak olan Avrupa Komisyonu'dur. Komisyon'un böyle bir istekte bulunmasından sonra Bakanlar Konseyi, Türkiye'den cevap ister. Bir nevi savunma olan bu cevaptan sonra Konsey içindeki çoğunluğun kararına göre olumlu ya da olumsuz bir yanıt verilir. Bu süreçte Parlamento'ya sadece bilgi verilir. Tabii ki biri diyebilir ki "Parlamento mesajı verdiğine göre Komisyon da aynı şekilde davranacaktır" ama bu doğru değil. AB'de güçler ayrılığı olduğu için Komisyon, Parlamento ve Konsey her zaman aynı kararda değiller. Zaten Parlamento halkın seçtiği vekillerden olduğu için daha popülist davranıp kolayca "Türkiye'nin üyeligi durdurulsun" diyebilir ama bürokratlardan oluşan Komisyon kararlarını genellikle halkın ya da parlamenterlerin düşüncesine göre değil, kendi analizlerine göre verir.

"Amaan, zaten AB bizi elli yildir oyalıyor!" da en çok okuduğum cümlelerden biri. Haklılık payı da yok değil ama çarpıtılıyor. Türkiye'nin AB (o zamanki adıyla AET) ile resmi olarak ilk ilişkisi 1963'te imzalanan Ankara Antlaşması. Bu antlaşma AB'nin daha sonra aday ülkelerle imzaladığı ekonomik metinlerin ilklerinden. Bu anlaşma sırasında Avrupa'da politik bir birlik yok. İngiltere, Danimarka, İsveç gibi büyük ülkeler de daha bu birliğin içinde değil. Bu anlaşmanın 28. maddesinde kabaca şöyle bir metin var: eğer anlaşma başarılı bir şekilde işlerse bu anlaşmayı imzalayan devletler Türkiye'nin topluluğa katılma olasılığını gözden geçirecektir. Ancak 1987'ye kadar geçen 24 yılda Türkiye, AET'ye aday olmak için başvurmadı. Zaten bu dönem süresince bir muhtıra, bir darbe yaşayan Türkiye'nin de AET'ye katılması imkansizdı. Bu nedenle AB hikayesini 1963'ten başlatmak çok da doğru değil. 1987'de ise Özal, Türkiye'nin AET üyeliği sürecini başlattı. AET, bu başvuruyu 2 yıl içinde cevaplamak zorundaydı. 20 Aralık 1989'da AB'ye dönüşme sürecinde olan ve "Tek Pazar" projesi ile uğraşan AET, Türkiye gibi büyük bir marketi içine alma sürecine atılma riskini almadı. AET'nin açıklaması ilginç bir biçimde Türkiye üyeliğini neredeyse tamamen ekonomik açıdan ele almış ve siyasete sadece 4 kısa paragraf ayırmış. En önemli sorun olarak da darbe anayasası ya da silahlanan ayrılıkçı Kürtler değil Kıbrıs gösterilmiş. Sonuç olarak 1989'da - bazı kaynakların belirttiği gibi - Türkiye'nin başvurusu reddedilmemiş ama başvuru o dönem için uygun bulunmamış. Aynı sene ise Fas'ın başvurusu Fas bir Avrupa ülkesi olmadığı için reddedildi. Bu bile AET'nin Türkiye'yi bir Avrupa ülkesi olarak gördüğünü kanıtlamakta ve konunun İslam ile alakası olmadığını göstermekte. 10 yıl sonra ise Türkiye'nin adaylığı kabul edildi. Eğer AB, gerçekten Türk düşmanı olsaydı bu adaylık kabul edilmezdi. "Ama Türkiye'yi ekonomik olarak sömürmek istiyorlardi, o yüzden aday yaptılar" diye itiraz edenler olabilir. Ancak Türkiye, 1995 yılında zaten Gümrük Birliği'ne girmişti. Yani AB'nin isteği sömürmek olsaydı 1995 yılındaki durum bir adım ileriye taşınmazdı.

Fas, AB'ye kabul edilmese de 1980'de Eurovision'a kabul edilmişti.
"Peki Türkiye, neden diğer Doğu Avrupa ülkeleri gibi 2004'te AB'ye girmedi?" 1993'te politik bir yapı olarak doğan AB, adayları belirlerken ekonomiden çok demokrasiye dikkat etmeye başladı. Zaten enflasyon canavarı ve banka hortumlamaları gibi ekonomik krizlerle boğuşan Türkiye, bir de AB için demokrasisini toparlamak durumundaydı. Doğu Avrupa ülkeleri ise Soğuk Savaş sonrası zaten yeniden yapılanma halindelerdi. Demokrasinin en önemli ölçerlerinden "Freedom House" verilerine göre 2004'te üye olan ülkelerin Slovakya dışında hepsi 1997'de demokratik olarak kabul ediliyordu. Türkiye ise bu anlamda bir çok sorun yaşıyordu (Susurluk?). Bunlara rağmen, Türkiye'nin çabası 1999'da ödüllendirildi - ki Freedom House'a göre Türkiye halen demokratik bir ülke statüsünde değildi. 2004 yılında Freedom House, Türkiye'nin de demokratik anlamda özgür olduğuna kanaat getirdi. Bir sene sonra da Türkiye ile müzakereler başladı. Yani 2005'e kadar Türkiye'nin demokratikleşme çabası ile AB macerası paralel gitmekte.

Ancak ne olduysa 2005'ten sonra oldu. Müzakereler başladığı anda bazı fasıllar donduruldu ve bunun olması çok normaldi çünkü Türkiye, AB üyesi olan başka bir ülkeyi (Kıbrıs) tanımıyordu. Bu durumun ortaya çıkması AB'nin bu süreçteki - bence - en büyük hatasıydı. Sorunlar çözülmeden ada AB'ye alınmamalıydı. Kıbrıs'ın üyeliği Rum ve Türk taraflarının anlaşması için bir itici güç olarak kullanılabilirdi ama AB bunu yapmadı ve çok aceleci davrandı. Belki de Nisan 2004'teki referenduma güvendiler. Kıbrıslılara referandumda sorulan soru şuydu: "Kıbrıs'ın AB'ye birleşik olarak gireceği yeni düzeni hayata geçirecek Kuruluş Anlaşması ve tüm eklerini; Kıbrıs Türk Devleti'nin anayasasını ve yürürlükte olacak yasalara ilişkin hükümleri onaylıyor musunuz?" Kıbrıslı Rum'lar bunu reddetti ve Kıbrıslı Türkler ve Türkiye'nin AB süreci çok zor duruma düştü. Sarkozy'nin seçilip, oy toplama amacıyla bazı fasılları daha açılmadan veto etmesi de bu işlere tuz biber ekti. Zaman içinde veto edilmeyen bazı fasıllar açıldı ama uyumun sağlandığı düşünülen fasıllar bile kapatılmadı. Bu dönemde AB de Türkiye de ilerleme için çaba göstermedi. Erdoğan'ın da küçük sağ partileri kendi içine katarak AKP'yi sağın tek temsilcisi yapması ve 2007'de tek parti hükümetinin devam etmesini sağlaması, cumhurbaşkanlığına da Gül'ün seçilmesi ile Türkiye'nin demokratik düzenden yavaş yavaş bir AKP devletine evrilmesi de AB macerasına pek katkıda bulunmadı.

Sayın Sarkozy, neden veto?
Peki AB'nin Türkiye ekonomisindeki ve Türkiye'nin de AB ekonomisindeki yeri nedir? Türkiye gerçekten de AB ile ticaretini azaltıp Birlik'e bir darbe vurabilir mi? Avrupa'nın ihracat partnerleri sırasında Türkiye, ABD, Çin ve İsvicre'den sonra dördüncü sırada Türkiye var. Ancak Avrupa'nın ihracatının sadece %4.4'ü Türkiye'ye yapılıyor. En büyük partner ABD için bu oran %20.7. AB'ye ürün ihraç eden ülkeler sıralamasında ise Türkiye altıncı sırada. AB'nin toplam ithalatinin %3.6'sı Türkiye'den karşılanmakta. Bu rakamlar Türkiye'nin AB ekonomisinde nispeten önemini gösterse de yukarıda saydığım ülkelerin arasında Türkiye ile olan ekonomik ilişkiler oldukça küçük kalmakta. Peki bu istatistiklere bir de Türkiye açısından bakalım. Türkiye'nin en önemli ihracat partneri AB. Türk ihracatının %44.5'i AB'ye gitmekte. Eskiden bu oran %56 civarında olsa da Türkiye'nin Orta Doğu marketine yönelmesi ile oran 2012 yılında %39'a kadar inmişti. Ancak, Orta Doğu'daki savaş halinin bir sonucu olarak AB'nin oranı tekrardan artmaya başladı. İhtalatta da AB'nin Türkiye için önemi dikkat çekiyor. İthalatın %38'i AB'den yapılırken, %25.7'i ile Uzak Doğu ülkeleri dikkat çekmekte. Türkiye, AB'ye makine ve teksil ürünleri gönderirken, AB'den genel olarak makine ve kimyasal madde ithal etmekte. Bu rakamlar, AB'nin Türkiye ekonomisi için ne kadar mühim olduğunu göstermekte. Türkiye, başka marketlerle yaptığı ticaretin hacmini arttıramadan AB'ye ekonomik bir rest çekerse ve bu rest AB ile ticareti kötü etkilerse, Türk ekonomisinin büyük bir sıkıntı çekeceği açık (Kaynak da verelim: TUIK ve Eurostat).

Tartışılması gereken konulardan bir diğeri de şu: "AB gibi sömürgeci, ırkçı, insan hakları konusunda iki yüzlü bir oluşuma neden katılalım?". İki yüzlü Batı algısı, Türkiye'nin Batı sömürgeciliği altında zorluk çektiği dönemlerden beri mantıklı bir şekilde var olan bir algı. Bu algıya rağmen AKP'nin 2000'li yılların başında AB'ye girme çabalarında seslendirilmeyen bu algının şimdi tekrardan hortlatılmasının da ne kadar iki yüzlü olduğunu tartışabiliriz. Doğrudur, Batı yaptığı bazı hatalar ile yüzleşse de (Almanya'nın Yahudi ve Afrika soykırımları) bazıları ile yüzleşmedi (Fransa ve Cezayir). Ancak 1993'i doğum tarihi olarak alabileceğimiz AB'nin sömürgecilik yaptığını söylemek insafsızlık olur. Avrupa içinde savaşları bitirmek amaçlı kurulan bu yapının Doğu Avrupa ve Balkanlar'daki etnik sıkıntıların savaşa dönüşmemesindeki rolü yadsınamaz. AB'nin halen yakın topraklardaki savaşlara müdahele edecek bir organizasyonu olmadığı için Suriye'de ya da Afganistan'da bir şey yapmasını beklemek zor olur ama Macaristan ve Polonya gibi mültecilere pek sıcak bakmayan üyelerine ragmen AB'nin - özellikle Almanya'nın - Dublin Anlaşması'na aldırmayıp, Paris'teki terör saldırılarının yarattığı kötü algıya rağmen, mültecilerin kıtanin ortasına kadar gelmesine izin vermesi ve bu yükün tüm üye ülkeler tarafindan üstlenmesi icin verdiği çabalar çok önemli. Tabii ki Avrupa devletlerinin gecmişte yaptıkları ve halen bazı ülkelerin yaptığı açıklamalar savunulacak gibi değil. Ancak, olay "iki yüzlü Batı"ya değil de Avrasya ya da İslam dünyasına yönelmek ise kötü bir haberim var. Rusya'dan Çin'e Arabistan'dan Pakistan'a her türlü alternatif için de Batı için söylenen suçlamaların aynıları hatta daha da fazlası yapilabilir.

"AB zaten çöküyordu, girmememiz iyi oldu" diyenler icin zaten söyleyecegim fazla bir şeyim yok. "Batı çöktü", "ABD bitti" masalları yıllardır söyleniyor. AB için durum her zaman sıkıntılıydı. 2008 ekonomik krizinde de, eski Yugoslavya'daki savaşlar sırasında da, Thatcher döneminde de, de Gaulle döneminde de Avrupa'daki birliğin sıkıntıya düştüğü söylendi. Hepsinden de birlik daha güçlenerek çıktı Tabii ki bunların hiçbirisi Brexit kadar somut olmamıştı. Ancak Brexit'in gerceklemeşi durumunda bile sert bir Brexit yerine yumuşak bir Brexit'in olacağı, İngiltere'nin İsvicre ya da Norveç gibi AB'nin ekonomik çemberinde bulunan ülkelerden biri haline geleceği en büyük olasılık. Daha bugün The Guardian, yeni bir araştırmadan bahsetti ve Trump ve Brexit sonrası AB vatandaşlarının AB'ye eskisinden daha sıkı sarıldığı ve bugün Brexit olsa İngiltere'nin birlikten çıkmayacağını gösterdi. Avrupa'daki bütün - ya da en önemli - ülkelerin başına deli ya da aşırı sağcı/solcu biri gelmediği sürece AB'nin dağılmayacağını düşünüyorum.

İnanma sen, inanma bunlara, AB çöküyor bir yıla
AB üstüne çalışan biri olarak son olarak şunları söyleyeyim. Evet, AB kendi içinde problemleri olan bir proje ve eleştirilmeyi hak ediyor. AB vatandaşlarının AB kararlarına etkisi hala çok kısıtlı. Hem AB, kendi derdini Avrupalılara anlatamıyor hem de onları yasamaya katacak enstrümanlardan yoksun. Yasama süreci yavaş işliyor, bazı verilen kararlar uygulanmıyor ve AB üyeleri üstünde yeteri kadar yaptırım uygulayamıyor. Ayrıca tüm bu süreçler daha şeffaf olabilir. Ancak AB 28 tane ülkeyi içine alan, yıllardır süregelen ve evrilmeyi başarabilmiş ilgi çekici bir politik proje. Bu yapının 2005 yılına kadar da Türkiye'ye iki yüzlü davrandığını söylemek doğru olmaz. Yukarıda da dediğim gibi 2005-2007 arasında büyük hatalar yaptılar ama Türkiye de anında aldı başını gitti. Mülteci sorunu yeni bir başlangıç olabilirdi. Ancak ülkenin hali malum. AKP, bu fırsatı tepti. Olmadı. AP'nin verdiği karar çok mühim değil ama Türkiye'nin AB üyesi olamasa bile AB ile ilişkileri koparmaması mühim.

Hilesiz cinsel istismar

by 00:21:00
Yatıp uyuyacağım, son bir twitter'a bakayım dedim, demez olaydım. Tartışılan değişiklik şu:

"Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın 16/11/2016 tarihine kadar işlenen cinsel istismar suçundan, mağdurla failin evlenmesi durumunda, Ceza açıklanmasının geri bırakılmasına, hüküm verilmiş ise cezanın infazının ertelenmesine karar verilir. Zamanaşımı süresi içinde evliliğin, failin kusuruyla sona ermesi halinde fail hakkıdaki hüküm açıklanır veya cezanın infazına devam olunur. Bu fıkra uyarınca fail hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına veya cezanın infazının ertelenmesine karar verilmesi durumunda, suçqan azmettiren veya işlenişine yardım edenler hakkında kamu davasının düşmesine veya infazının ortadan kaldırılmasına karar verilir."

Aklı başında olan insanlar da haklı olarak tepkilerini gösterdiler. AKP'ye yanlayan sözde okumuş kesim de "olmasa daha iyi" diye kıvranmaya başladılar. Ancak çomar kesim "yanlış anlaşıldık, çarpıtılıyoruz" goygoyuna başladı. İşin hinliği ilk kelimelerde bulunmakta. Ertelenen ceza ne? İşin içinde tehdit ve hile olmayan cinsel istismar. Ne demek bu? Bir nevi gönüllü istismar.

Ne kadar saçma değil mi?

Ama bir AKP'li kafasına göre saçma değil çünkü bu adamlar 18 yaşından küçük insanların evlenmesini "cinsel istismar" suçu olarak algılamıyorlar. Gelenekleri görenekleri reşit olmamış kızların evlenmesine sıcak bakıyor. Gelenekler ve yasa çatışınca da "imam nikahı" adı altında yaptıklarını kendi çaplarında meşrulaştırıyorlar. Tabii bu genç yaşta evlilikler bir şekilde göze batınca, evlenen adam "çocuk istismarcısı" olarak hapse atılabiliyor.

Bu problem nasıl çözebilir? Birincisi (ve doğru olan) bunun bir problem olmadığını kabul etmek. 18 yaşından küçük herkes çocuktur. Evlilik de ciddi bir sorumluluktur. Bu nedenle yasal olarak çocuk olan kimse evlenemez. Ayrıca imam nikahının yasal bağlayıcılığı yoktur. Ancak dini sebepler dolayısıyla imamdan onay almak isteyenler olabilir. O vakit imamlar da tembihlenir ve yasal olarak çocuk olanları evlendirmez. AKP'li kafası tabii ki de bu yolu seçmedi. Daha akla yatkın olabilecek seçenekleri de düşünmedi. Mesela "acaba evlilik yaşını 16'ya düşürsek ne olur?" tartışması yapılmadı. "İmam nikahını yasal statüye getirip kontrol altına alalım" tartışması yapılmadı. "Cinsel istismara 18 yaşından küçüklerin severek evlenmesi girmeli mi?" tartışması da yapılmadı.

Sonuç olarak da "gönüllü istismar" anlamına gelen bir kelime kalabalığı ortaya çıkarıp, bunu cezalandırmayı sonlandırdılar.

Peki bu adamlar yaşadıkları ülkeyi bilmiyorlar mı? Biliyorlar da umurlarında değil. Bir şerefsiz, bir kıza cinsel istismarda bulundu. Kız da diyelim ki bunu ihbar etti (ki keşke bu dediğim öyle kolayca olabilse). Erkek tarafı rüşveti verdi, kız tarafı da "aman kızıma tecavüz edildi olmasın, aman işler karışmasın" diye parayı kabul etti. Mantıksız mı? Değil. Olabilir mi? Kesin. Ne olacak bu durumda? Kız, sesini çıkaramayacak. Adam, hapse girmeyecek. Ortada suç var, ceza yok.

Bekir Bozdağ, örnek veriyor: Kadının biri resmen evlenmiş. Sivas'ın bütün büyükleri gelmiş ama sonra bir şekilde kocası hapse girmiş. Kadın mağdurmuş. Kaç yaşında bu kadın? Evlenemeyecek yaşta ise nasıl "resmen" evlenebiliyor? Bu neden eleştirilmiyor? Sivas'ın büyükleri buna bir şey demiyor mu? Bu asıl sorunlar konuşulmuyor, saçma sapan bir çözüm bulunuyor. Bozdağ, diyor ki "3000 civarı mağdur var. Onların mağduriyetini gidereceğiz, ileriye işlemeyecek". Kim bilir hangi imzacının bir akrabası bunların arasında? Umarım çıkar kokusu.

Sen ki Ensar'da yaşananları kapatmaya çalışmış, her şeyi bir öğretmene yıkıp yalan söyleyen valiyi görevinden almamış birisin. Sen ki Adıyaman'daki iddialar hakkında bir şey dememiş birisin. Sen ki tecavüzcüyü suçlarken "kız da şöyle böyle yapmasaydı" diyecek şerefsizlikte birisin. Sen ki 12 yaşında kızın dini nikahla evlenmesini normal bulabilen bir mahlukatsın. Hala ne diye "tehditsiz, hilesiz cinsel istismar" gibi bir şey uydurup, bu ülkenin vicdanı hala yerinde duran küçük bir kitlesinin hassasiyetini hala kaşımaya çalışırısn?

Bülent Turan diye bir adam var, diyor ki: "Toplumda mağdur olarak anılan bir kesim var. İnsanlar evlenmiş tören yapmışlar, kanundan kaynaklı sıkıntılar olmuş." Oldu paşam. Kanundan kaynaklı sıkıntıymış. Suçu engellemek yerine, suçu suç olmaktan çıkarmaya çalışan abukluklar bunlar. Diyelim ki bu suç değil sana göre. E o zaman değiştirsene medeni kanunu? Niye sadece geriye doğru işliyor? Dediğim gibi, o mağdurlar arasında tanıdıkların olduğuna inanıyorum. Umarım bir gazeteci kaldıysa bu memlekette bunu araştırır.

Eğer basın, muhalefet, sivil toplum örgütleri ve halk yeterli tepki göstermezse durum kötüye gidiyor dostlar. AKP, uzun zaman önce kendi içindeki vicdanı da susturduğuna göre, her türlü yasa tasarısını görmeye hazırlıklı olmak lazım.


Trump'tan neden korkalım, neden korkmayalım?

by 23:53:00
Şu güzelim dünyada başka bir derdimiz yokmuş gibi bir de Donald Trump sürprizi yaşadık. Tabii neredeyse herkesi aldı götürdü derin bir korku. Yapılan paylaşımlar bazen pireyi deve yapsa da bu korku çok yersiz değil açıkcası. Karşımızda hayatı boyunca politikanın yanından geçmemiş bir adam var. Politika ile gerçek anlamda haşır neşir olmaması aslında çok da büyük sıkıntı değil. Düşününce Atatürk de hayatı boyunca askerlik yapmış bir adamdı. Başarılı bir Kurtuluş Savaşı yönetmesi kendisine büyük bir güç verdi. Bu gücü kötü kullanmak yerine ülkenin geleceğini yeşertebilecek tohumlar ekti ve bu ülke herhangi bir Ortadoğu ülkesi değilse, bu tohumlar kurtarıyor bizi. Ahmet Necdet Sezer de politikacı değildi ama hukukçuydu, hangi yasa tasarılarının hukuka uygun olduğunu anlardı ve uygun olmayanları vetolamayı bildi. O da ülkenin düştüğü bu durumu geciktirmeyi başardı. Trump ise bir iş adamı. Kendi holding'ini ekonomik olarak geliştirdi, soyadını bir marka haline getirdi, evelallah, ama bunları sıfırdan başarmadı. Ayrıca zaman zaman ortaya sunduğu fikirlerin zarar ettiği de oldu. İş hayatında %100 başarılı da olsa, iş hayatı ve politikanın dünyalar kadar farkı var. Bu nedenle bir takım seçmenin Trump'ın iş hayatındaki başarıları nedeniyle kendisine oy vermesi saçmaydı.

John Oliver'da görmüştüm. Slogan tabii ki tam bir Trump vecizesi
Trump ile ilgili birincil problem, "soyunma odası" muhabbetleri ya da karısıyla, kızıyla olan ilişkileri değil. Beyefendinin fikri yok ama dili pabuç kadar. Konuşmaları laf kalabalığı. En popüler hedeflerini bile nasıl gerçekleştireceğini açıklamıyor. "Hangi parayla duvar yapacaksınız?"a "Meksika hükümeti ödeyecek" diyor mesela. Çok acil durumlar dışında insanların akıllarına ilk gelen şeyle hareket etmesi zaten saçmayken, dünyanın en önemli ülkesinin başındaki adamın böyle biri olması daha da saçma. Herkes yanılabilir ama bir şeyi artısı ve eksisi ile düşünüp davrananın yanılması ile Trump gibi birinin yanılması bir değil. Bu nedenle problemli yanlarını asla reddetmediğim Hillary Clinton'ın vereceği kararlar ile Donald Trump'ın vereceği kararları karşılaştırmak yersiz.

Dünyadaki panik havasını haklı bulmakla beraber, bu paniğe genellikle yanlış açıdan bakıldığını düşünüyorum. ABD, Türkiye gibi tek adamın ağzına bakılınan bir yer değil. Bu nedenle her ne kadar nükleer silahların şifrelerinin Trump gibi bir adamın çekmecesinde bulunması korkunç da olsa, etrafındaki adamların politikadan anlamayan Trump'a nispeten mantıklı tavsiyeler vereceklerine eminim. Trump, basının ilgisini çekmek için "reklamın iyisi kötüsü yoktur" diyerek belki de biraz bilerek saçmaladı ama kendi başına politik karar alamayacağının da farkındadır. Ayrıca parti içinde Trump'a karşıtlığın ciddi boyutta olduğu da gerçek. Her ne kadar Kongre'yi de kazanmış olsalar, Trump'ın tekliflerine "hayır" oyu verecek Cumhuriyetçiler de olacaktır. Bağımsız yargının da gözlemci olarak bu sürece katkıda bulunacağını düşünüyorum.

Benim tek korkum ise gitgide içe kapanan dünyanın bir süre daha böyle devam edeceği. İngiltere, AB'den kaçmaya çalışıyor. Macaristan, göçmen karşıtı referandum yapıyor. Fransa'da La Pen aldı götürdü. Almanya'da AfD oyunu yükseltiyor. İsviçre'de SVP harıl harıl çalışıyor. Avusturya'da aşırı sağ lider cumhurbaşkanlığının ciddi bir adayı. 2. Dünya Savaşı'ndan beri Avrupa'da başka bir savaş çıkmaması için uğraşan insanların bütün emeği tehdit altında. Bu saydığım örneklerin çoğu "göçmen karşıtı" görüntüsüyle başlasa da mesajlarının alt metni "Ben Alman'ım/Fransız'ım/Avusturyalı'yım ve bu muhteşem bir şey". Bu da ileride Avrupa ülkelerinin daha birbirlerine düşebilmesine olanak sağlıyor. Bunun durması lazım ama nasıl? İlla ki bir üçüncü dünya savaşı görüp, insanların benzer acıları bir daha yaşaması mı lazım?

Bir siz eksiktiniz anasını satayım

İşin acı yanı genellikle okumuş kesim ve genç kesim bu tehlikenin farkında ve popülizme prim vermiyorlar. Ancak demokrasi çoğunluğun isteğini göz önüne alıyor. Durum böyle olunca ise sayıca fazla olan, daha kısıtlı eğitim almış, şehir dışında yaşadığı için farklı kültürlerle daha az haşır neşir olmuş ama buna rağmen bu kültürlerden korkan insanların seçimi bir ülkenin, hatta tüm dünyanın kaderini belirliyor.

Çözüm yolu demokrasiden vazgeçmek değil tabii ki. Azınlıktaki elitlerin çoğunluğa hükmünün de getireceği daha farklı sorunlar vardır. Öncelikle eğitim şart. Klişe ama doğru. İnsanlar "politik doğruculuğua hayır!" adı altında söylenen yalanları yememeli. Farklı kaynaklardan bir şeyler okumayı öğrenebilmeli. Hiçbir partiye körü körüne bağlanmamalı. Öte yandan basının yalan söylememesi ve kaliteli olması lazım. Fox News gibi Cumhuriyetçi medyanın "Obama nerede doğdu?" goygoyu ile uzun süreler izleyicinin zihnini oyalamaması lazım. Teyit sitelerinin sayılarının ve görünürlülüğünün artması lazım. Hatta yasaların bile biraz sertleştirilmesi gerekebilir. Açık açık engellilerle dalga geçen, tartışma programındaki kadın moderatöre cinsiyetçi davranan, Meksikalılar hakkında nefret suçu işleyen Trump'ın adaylığının belki de birden fazla kez dondurulması gerekiyordu. Hapse atılsın demiyorum asla ama başkanlığa aday olmuş insanların söyledikleri sözlerini birilerinin gözden geçimesi gerekiyor.

Eğer Trump ABD'nin değil de Kanada'nın ya da Avustralya'nın başına gelseydi, popcorn'umu hazırlayıp kahkaha tufanını seyre koyulurdum ama tahammülsüzlüğün gitgitde arttığı, farklı bölgelerde sonu gelemeyen savaşların hüküm sürdüğü bu dünya düzenin en önemli aktörlerinden birini Trump gibi bir dallamanın yönetecek olması iyi bir haber değil. Daha fazla üzücü seçim sonuçlarının gelmemesi dileğiyle.
Blogger tarafından desteklenmektedir.