siyaset
Türkiye'nin AB macerası
Ne kadar saçma: Türkiye, Avrupa Birliği'nin aday ülkelerinden biri ama vatandaşlarının bu birliğin nasıl çalıştığı hakkında en ufak bir fikri yok. Mesela ben lisedeyken Türkiye'nin AB ile müzakere sürecine girmesi gerçeklesmişti. Ancak Türkiye'nin en kıdemli okullarından biri olmaya çalışan lisemde bununla ilgili hiçbir ders görmemiştik. Keza ülkenin önemli üniversitelerinden birinin işletme ders programında da AB ile ilgili bir şey yoktu. Erasmus'a gitmesem hala AB'nin nasil işlediği hakkındaki bilgim sıfır olurdu.
Geçen günkü Avurpa Parlementosu kararı ardından yine abuk-sabuk yorumlar havada uçmaya başladı. AB'nin de hatalar yaptığını kabul eden ama AB sürecinin devam etmesini kesinlikle savunan biri olarak bu lafların bazılarının ne kadar yanlış olduğunu kayıt altına almak istiyorum.
Öncelikle Avrupa Parlementosu, Türkiye ile müzakere sürecini dondurmadı. Sürecin geçici olarak dondurulmasını istediğini açıkladı. Bu bir tavsiyedir. Bu işlemleri başlatacak olan Avrupa Komisyonu'dur. Komisyon'un böyle bir istekte bulunmasından sonra Bakanlar Konseyi, Türkiye'den cevap ister. Bir nevi savunma olan bu cevaptan sonra Konsey içindeki çoğunluğun kararına göre olumlu ya da olumsuz bir yanıt verilir. Bu süreçte Parlamento'ya sadece bilgi verilir. Tabii ki biri diyebilir ki "Parlamento mesajı verdiğine göre Komisyon da aynı şekilde davranacaktır" ama bu doğru değil. AB'de güçler ayrılığı olduğu için Komisyon, Parlamento ve Konsey her zaman aynı kararda değiller. Zaten Parlamento halkın seçtiği vekillerden olduğu için daha popülist davranıp kolayca "Türkiye'nin üyeligi durdurulsun" diyebilir ama bürokratlardan oluşan Komisyon kararlarını genellikle halkın ya da parlamenterlerin düşüncesine göre değil, kendi analizlerine göre verir.
"Amaan, zaten AB bizi elli yildir oyalıyor!" da en çok okuduğum cümlelerden biri. Haklılık payı da yok değil ama çarpıtılıyor. Türkiye'nin AB (o zamanki adıyla AET) ile resmi olarak ilk ilişkisi 1963'te imzalanan Ankara Antlaşması. Bu antlaşma AB'nin daha sonra aday ülkelerle imzaladığı ekonomik metinlerin ilklerinden. Bu anlaşma sırasında Avrupa'da politik bir birlik yok. İngiltere, Danimarka, İsveç gibi büyük ülkeler de daha bu birliğin içinde değil. Bu anlaşmanın 28. maddesinde kabaca şöyle bir metin var: eğer anlaşma başarılı bir şekilde işlerse bu anlaşmayı imzalayan devletler Türkiye'nin topluluğa katılma olasılığını gözden geçirecektir. Ancak 1987'ye kadar geçen 24 yılda Türkiye, AET'ye aday olmak için başvurmadı. Zaten bu dönem süresince bir muhtıra, bir darbe yaşayan Türkiye'nin de AET'ye katılması imkansizdı. Bu nedenle AB hikayesini 1963'ten başlatmak çok da doğru değil. 1987'de ise Özal, Türkiye'nin AET üyeliği sürecini başlattı. AET, bu başvuruyu 2 yıl içinde cevaplamak zorundaydı. 20 Aralık 1989'da AB'ye dönüşme sürecinde olan ve "Tek Pazar" projesi ile uğraşan AET, Türkiye gibi büyük bir marketi içine alma sürecine atılma riskini almadı. AET'nin açıklaması ilginç bir biçimde Türkiye üyeliğini neredeyse tamamen ekonomik açıdan ele almış ve siyasete sadece 4 kısa paragraf ayırmış. En önemli sorun olarak da darbe anayasası ya da silahlanan ayrılıkçı Kürtler değil Kıbrıs gösterilmiş. Sonuç olarak 1989'da - bazı kaynakların belirttiği gibi - Türkiye'nin başvurusu reddedilmemiş ama başvuru o dönem için uygun bulunmamış. Aynı sene ise Fas'ın başvurusu Fas bir Avrupa ülkesi olmadığı için reddedildi. Bu bile AET'nin Türkiye'yi bir Avrupa ülkesi olarak gördüğünü kanıtlamakta ve konunun İslam ile alakası olmadığını göstermekte. 10 yıl sonra ise Türkiye'nin adaylığı kabul edildi. Eğer AB, gerçekten Türk düşmanı olsaydı bu adaylık kabul edilmezdi. "Ama Türkiye'yi ekonomik olarak sömürmek istiyorlardi, o yüzden aday yaptılar" diye itiraz edenler olabilir. Ancak Türkiye, 1995 yılında zaten Gümrük Birliği'ne girmişti. Yani AB'nin isteği sömürmek olsaydı 1995 yılındaki durum bir adım ileriye taşınmazdı.
Fas, AB'ye kabul edilmese de 1980'de Eurovision'a kabul edilmişti. |
"Peki Türkiye, neden diğer Doğu Avrupa ülkeleri gibi 2004'te AB'ye girmedi?" 1993'te politik bir yapı olarak doğan AB, adayları belirlerken ekonomiden çok demokrasiye dikkat etmeye başladı. Zaten enflasyon canavarı ve banka hortumlamaları gibi ekonomik krizlerle boğuşan Türkiye, bir de AB için demokrasisini toparlamak durumundaydı. Doğu Avrupa ülkeleri ise Soğuk Savaş sonrası zaten yeniden yapılanma halindelerdi. Demokrasinin en önemli ölçerlerinden "Freedom House" verilerine göre 2004'te üye olan ülkelerin Slovakya dışında hepsi 1997'de demokratik olarak kabul ediliyordu. Türkiye ise bu anlamda bir çok sorun yaşıyordu (Susurluk?). Bunlara rağmen, Türkiye'nin çabası 1999'da ödüllendirildi - ki Freedom House'a göre Türkiye halen demokratik bir ülke statüsünde değildi. 2004 yılında Freedom House, Türkiye'nin de demokratik anlamda özgür olduğuna kanaat getirdi. Bir sene sonra da Türkiye ile müzakereler başladı. Yani 2005'e kadar Türkiye'nin demokratikleşme çabası ile AB macerası paralel gitmekte.
Ancak ne olduysa 2005'ten sonra oldu. Müzakereler başladığı anda bazı fasıllar donduruldu ve bunun olması çok normaldi çünkü Türkiye, AB üyesi olan başka bir ülkeyi (Kıbrıs) tanımıyordu. Bu durumun ortaya çıkması AB'nin bu süreçteki - bence - en büyük hatasıydı. Sorunlar çözülmeden ada AB'ye alınmamalıydı. Kıbrıs'ın üyeliği Rum ve Türk taraflarının anlaşması için bir itici güç olarak kullanılabilirdi ama AB bunu yapmadı ve çok aceleci davrandı. Belki de Nisan 2004'teki referenduma güvendiler. Kıbrıslılara referandumda sorulan soru şuydu: "Kıbrıs'ın AB'ye birleşik olarak gireceği yeni düzeni hayata geçirecek Kuruluş Anlaşması ve tüm eklerini; Kıbrıs Türk Devleti'nin anayasasını ve yürürlükte olacak yasalara ilişkin hükümleri onaylıyor musunuz?" Kıbrıslı Rum'lar bunu reddetti ve Kıbrıslı Türkler ve Türkiye'nin AB süreci çok zor duruma düştü. Sarkozy'nin seçilip, oy toplama amacıyla bazı fasılları daha açılmadan veto etmesi de bu işlere tuz biber ekti. Zaman içinde veto edilmeyen bazı fasıllar açıldı ama uyumun sağlandığı düşünülen fasıllar bile kapatılmadı. Bu dönemde AB de Türkiye de ilerleme için çaba göstermedi. Erdoğan'ın da küçük sağ partileri kendi içine katarak AKP'yi sağın tek temsilcisi yapması ve 2007'de tek parti hükümetinin devam etmesini sağlaması, cumhurbaşkanlığına da Gül'ün seçilmesi ile Türkiye'nin demokratik düzenden yavaş yavaş bir AKP devletine evrilmesi de AB macerasına pek katkıda bulunmadı.
Ancak ne olduysa 2005'ten sonra oldu. Müzakereler başladığı anda bazı fasıllar donduruldu ve bunun olması çok normaldi çünkü Türkiye, AB üyesi olan başka bir ülkeyi (Kıbrıs) tanımıyordu. Bu durumun ortaya çıkması AB'nin bu süreçteki - bence - en büyük hatasıydı. Sorunlar çözülmeden ada AB'ye alınmamalıydı. Kıbrıs'ın üyeliği Rum ve Türk taraflarının anlaşması için bir itici güç olarak kullanılabilirdi ama AB bunu yapmadı ve çok aceleci davrandı. Belki de Nisan 2004'teki referenduma güvendiler. Kıbrıslılara referandumda sorulan soru şuydu: "Kıbrıs'ın AB'ye birleşik olarak gireceği yeni düzeni hayata geçirecek Kuruluş Anlaşması ve tüm eklerini; Kıbrıs Türk Devleti'nin anayasasını ve yürürlükte olacak yasalara ilişkin hükümleri onaylıyor musunuz?" Kıbrıslı Rum'lar bunu reddetti ve Kıbrıslı Türkler ve Türkiye'nin AB süreci çok zor duruma düştü. Sarkozy'nin seçilip, oy toplama amacıyla bazı fasılları daha açılmadan veto etmesi de bu işlere tuz biber ekti. Zaman içinde veto edilmeyen bazı fasıllar açıldı ama uyumun sağlandığı düşünülen fasıllar bile kapatılmadı. Bu dönemde AB de Türkiye de ilerleme için çaba göstermedi. Erdoğan'ın da küçük sağ partileri kendi içine katarak AKP'yi sağın tek temsilcisi yapması ve 2007'de tek parti hükümetinin devam etmesini sağlaması, cumhurbaşkanlığına da Gül'ün seçilmesi ile Türkiye'nin demokratik düzenden yavaş yavaş bir AKP devletine evrilmesi de AB macerasına pek katkıda bulunmadı.
Sayın Sarkozy, neden veto? |
Peki AB'nin Türkiye ekonomisindeki ve Türkiye'nin de AB ekonomisindeki yeri nedir? Türkiye gerçekten de AB ile ticaretini azaltıp Birlik'e bir darbe vurabilir mi? Avrupa'nın ihracat partnerleri sırasında Türkiye, ABD, Çin ve İsvicre'den sonra dördüncü sırada Türkiye var. Ancak Avrupa'nın ihracatının sadece %4.4'ü Türkiye'ye yapılıyor. En büyük partner ABD için bu oran %20.7. AB'ye ürün ihraç eden ülkeler sıralamasında ise Türkiye altıncı sırada. AB'nin toplam ithalatinin %3.6'sı Türkiye'den karşılanmakta. Bu rakamlar Türkiye'nin AB ekonomisinde nispeten önemini gösterse de yukarıda saydığım ülkelerin arasında Türkiye ile olan ekonomik ilişkiler oldukça küçük kalmakta. Peki bu istatistiklere bir de Türkiye açısından bakalım. Türkiye'nin en önemli ihracat partneri AB. Türk ihracatının %44.5'i AB'ye gitmekte. Eskiden bu oran %56 civarında olsa da Türkiye'nin Orta Doğu marketine yönelmesi ile oran 2012 yılında %39'a kadar inmişti. Ancak, Orta Doğu'daki savaş halinin bir sonucu olarak AB'nin oranı tekrardan artmaya başladı. İhtalatta da AB'nin Türkiye için önemi dikkat çekiyor. İthalatın %38'i AB'den yapılırken, %25.7'i ile Uzak Doğu ülkeleri dikkat çekmekte. Türkiye, AB'ye makine ve teksil ürünleri gönderirken, AB'den genel olarak makine ve kimyasal madde ithal etmekte. Bu rakamlar, AB'nin Türkiye ekonomisi için ne kadar mühim olduğunu göstermekte. Türkiye, başka marketlerle yaptığı ticaretin hacmini arttıramadan AB'ye ekonomik bir rest çekerse ve bu rest AB ile ticareti kötü etkilerse, Türk ekonomisinin büyük bir sıkıntı çekeceği açık (Kaynak da verelim: TUIK ve Eurostat).
Tartışılması gereken konulardan bir diğeri de şu: "AB gibi sömürgeci, ırkçı, insan hakları konusunda iki yüzlü bir oluşuma neden katılalım?". İki yüzlü Batı algısı, Türkiye'nin Batı sömürgeciliği altında zorluk çektiği dönemlerden beri mantıklı bir şekilde var olan bir algı. Bu algıya rağmen AKP'nin 2000'li yılların başında AB'ye girme çabalarında seslendirilmeyen bu algının şimdi tekrardan hortlatılmasının da ne kadar iki yüzlü olduğunu tartışabiliriz. Doğrudur, Batı yaptığı bazı hatalar ile yüzleşse de (Almanya'nın Yahudi ve Afrika soykırımları) bazıları ile yüzleşmedi (Fransa ve Cezayir). Ancak 1993'i doğum tarihi olarak alabileceğimiz AB'nin sömürgecilik yaptığını söylemek insafsızlık olur. Avrupa içinde savaşları bitirmek amaçlı kurulan bu yapının Doğu Avrupa ve Balkanlar'daki etnik sıkıntıların savaşa dönüşmemesindeki rolü yadsınamaz. AB'nin halen yakın topraklardaki savaşlara müdahele edecek bir organizasyonu olmadığı için Suriye'de ya da Afganistan'da bir şey yapmasını beklemek zor olur ama Macaristan ve Polonya gibi mültecilere pek sıcak bakmayan üyelerine ragmen AB'nin - özellikle Almanya'nın - Dublin Anlaşması'na aldırmayıp, Paris'teki terör saldırılarının yarattığı kötü algıya rağmen, mültecilerin kıtanin ortasına kadar gelmesine izin vermesi ve bu yükün tüm üye ülkeler tarafindan üstlenmesi icin verdiği çabalar çok önemli. Tabii ki Avrupa devletlerinin gecmişte yaptıkları ve halen bazı ülkelerin yaptığı açıklamalar savunulacak gibi değil. Ancak, olay "iki yüzlü Batı"ya değil de Avrasya ya da İslam dünyasına yönelmek ise kötü bir haberim var. Rusya'dan Çin'e Arabistan'dan Pakistan'a her türlü alternatif için de Batı için söylenen suçlamaların aynıları hatta daha da fazlası yapilabilir.
"AB zaten çöküyordu, girmememiz iyi oldu" diyenler icin zaten söyleyecegim fazla bir şeyim yok. "Batı çöktü", "ABD bitti" masalları yıllardır söyleniyor. AB için durum her zaman sıkıntılıydı. 2008 ekonomik krizinde de, eski Yugoslavya'daki savaşlar sırasında da, Thatcher döneminde de, de Gaulle döneminde de Avrupa'daki birliğin sıkıntıya düştüğü söylendi. Hepsinden de birlik daha güçlenerek çıktı Tabii ki bunların hiçbirisi Brexit kadar somut olmamıştı. Ancak Brexit'in gerceklemeşi durumunda bile sert bir Brexit yerine yumuşak bir Brexit'in olacağı, İngiltere'nin İsvicre ya da Norveç gibi AB'nin ekonomik çemberinde bulunan ülkelerden biri haline geleceği en büyük olasılık. Daha bugün The Guardian, yeni bir araştırmadan bahsetti ve Trump ve Brexit sonrası AB vatandaşlarının AB'ye eskisinden daha sıkı sarıldığı ve bugün Brexit olsa İngiltere'nin birlikten çıkmayacağını gösterdi. Avrupa'daki bütün - ya da en önemli - ülkelerin başına deli ya da aşırı sağcı/solcu biri gelmediği sürece AB'nin dağılmayacağını düşünüyorum.
AB üstüne çalışan biri olarak son olarak şunları söyleyeyim. Evet, AB kendi içinde problemleri olan bir proje ve eleştirilmeyi hak ediyor. AB vatandaşlarının AB kararlarına etkisi hala çok kısıtlı. Hem AB, kendi derdini Avrupalılara anlatamıyor hem de onları yasamaya katacak enstrümanlardan yoksun. Yasama süreci yavaş işliyor, bazı verilen kararlar uygulanmıyor ve AB üyeleri üstünde yeteri kadar yaptırım uygulayamıyor. Ayrıca tüm bu süreçler daha şeffaf olabilir. Ancak AB 28 tane ülkeyi içine alan, yıllardır süregelen ve evrilmeyi başarabilmiş ilgi çekici bir politik proje. Bu yapının 2005 yılına kadar da Türkiye'ye iki yüzlü davrandığını söylemek doğru olmaz. Yukarıda da dediğim gibi 2005-2007 arasında büyük hatalar yaptılar ama Türkiye de anında aldı başını gitti. Mülteci sorunu yeni bir başlangıç olabilirdi. Ancak ülkenin hali malum. AKP, bu fırsatı tepti. Olmadı. AP'nin verdiği karar çok mühim değil ama Türkiye'nin AB üyesi olamasa bile AB ile ilişkileri koparmaması mühim.
Tartışılması gereken konulardan bir diğeri de şu: "AB gibi sömürgeci, ırkçı, insan hakları konusunda iki yüzlü bir oluşuma neden katılalım?". İki yüzlü Batı algısı, Türkiye'nin Batı sömürgeciliği altında zorluk çektiği dönemlerden beri mantıklı bir şekilde var olan bir algı. Bu algıya rağmen AKP'nin 2000'li yılların başında AB'ye girme çabalarında seslendirilmeyen bu algının şimdi tekrardan hortlatılmasının da ne kadar iki yüzlü olduğunu tartışabiliriz. Doğrudur, Batı yaptığı bazı hatalar ile yüzleşse de (Almanya'nın Yahudi ve Afrika soykırımları) bazıları ile yüzleşmedi (Fransa ve Cezayir). Ancak 1993'i doğum tarihi olarak alabileceğimiz AB'nin sömürgecilik yaptığını söylemek insafsızlık olur. Avrupa içinde savaşları bitirmek amaçlı kurulan bu yapının Doğu Avrupa ve Balkanlar'daki etnik sıkıntıların savaşa dönüşmemesindeki rolü yadsınamaz. AB'nin halen yakın topraklardaki savaşlara müdahele edecek bir organizasyonu olmadığı için Suriye'de ya da Afganistan'da bir şey yapmasını beklemek zor olur ama Macaristan ve Polonya gibi mültecilere pek sıcak bakmayan üyelerine ragmen AB'nin - özellikle Almanya'nın - Dublin Anlaşması'na aldırmayıp, Paris'teki terör saldırılarının yarattığı kötü algıya rağmen, mültecilerin kıtanin ortasına kadar gelmesine izin vermesi ve bu yükün tüm üye ülkeler tarafindan üstlenmesi icin verdiği çabalar çok önemli. Tabii ki Avrupa devletlerinin gecmişte yaptıkları ve halen bazı ülkelerin yaptığı açıklamalar savunulacak gibi değil. Ancak, olay "iki yüzlü Batı"ya değil de Avrasya ya da İslam dünyasına yönelmek ise kötü bir haberim var. Rusya'dan Çin'e Arabistan'dan Pakistan'a her türlü alternatif için de Batı için söylenen suçlamaların aynıları hatta daha da fazlası yapilabilir.
"AB zaten çöküyordu, girmememiz iyi oldu" diyenler icin zaten söyleyecegim fazla bir şeyim yok. "Batı çöktü", "ABD bitti" masalları yıllardır söyleniyor. AB için durum her zaman sıkıntılıydı. 2008 ekonomik krizinde de, eski Yugoslavya'daki savaşlar sırasında da, Thatcher döneminde de, de Gaulle döneminde de Avrupa'daki birliğin sıkıntıya düştüğü söylendi. Hepsinden de birlik daha güçlenerek çıktı Tabii ki bunların hiçbirisi Brexit kadar somut olmamıştı. Ancak Brexit'in gerceklemeşi durumunda bile sert bir Brexit yerine yumuşak bir Brexit'in olacağı, İngiltere'nin İsvicre ya da Norveç gibi AB'nin ekonomik çemberinde bulunan ülkelerden biri haline geleceği en büyük olasılık. Daha bugün The Guardian, yeni bir araştırmadan bahsetti ve Trump ve Brexit sonrası AB vatandaşlarının AB'ye eskisinden daha sıkı sarıldığı ve bugün Brexit olsa İngiltere'nin birlikten çıkmayacağını gösterdi. Avrupa'daki bütün - ya da en önemli - ülkelerin başına deli ya da aşırı sağcı/solcu biri gelmediği sürece AB'nin dağılmayacağını düşünüyorum.
İnanma sen, inanma bunlara, AB çöküyor bir yıla |
Yorum yap