Sıcak iklim, sıcak insanlar: Tayland

by 22:50:00

Tayland, adını çokça duyduğumuz ama birkaç ön yargı dışında hakkında pek bir şey bilmediğimiz bir yer. Şehirlere karışmadan bir tatil yöresi olarak sıkça ziyaret edilen, ancak anlaşılması için pek emek gösterilmeyen bu ülke hakkında kısa bir süre içinde (yaklaşık bir hafta) topladığım gözlemleri kayda düşmek istedim.

Bir Tayland gezisinde lazım olacak pratik bilgilere geçmeden ufak bir özet geçeyim. Tayland, havası da insanları da çok sıcak bir ülke. Halkı, daha da önemlisi turistlerle en içli dışlı olması gereken otel personeli ve garsonlar gibi insanları, İngilizce konusunda pek başarılı olamasalar da vücut dilleriyle sana her türlü yardımı yapmaya çalışıyorlar. İki şey vazgeçilmezleri: (eski) kralları ve Budizm. Fiyatlar ucuz, yemekler güzel. Şehirler düzensiz ama bu düzensizlik Tayland'ı çekici yapan şeylerden biri. Sözün özü ziyaret edilmesi ve - en önemlisi - halka karışılması gereken bir yer.

Tayland'a gitmeden önce

Yapmanız gerekenler şunlar: Bangkok'un toplu taşıma haritasının çıktısını al (zaten hatlar çok karışık değil). Bangkok haritasını al ve gidilecek yerleri araştır. TripAdvisor ve Booking.com yorumlarını okuyarak uygun otelleri seç ve bu otellerin toplu taşımaya ve görmek istediğin yerlere yakınlığına göre seçimini yap. Kop Khun Krap (ya da Kop Khun Ka) ne demek öğren ve ezberle. Aşılarını ol, sinekleri caydıracak bir sprey al. Güneş koruyucunu da bu sırada alabilirsin. Son olarak da bu yazıyı tekrardan oku (kıps).

Tayland'a gidiş

Tayland'ın başkenti Bangkok'ta iki adet havaalanı var. Bunlardan Suvarnabhumi olanı "uluslararası havaalanı" olarak hizmet vermekte. Türk Hava Yolları'nın da bu havaalanına direkt uçuşları var ve bu uçuştan oldukça memnun kaldığımı söyleyebilirim. Koltuk araları yeterince geniş. Eğlence sistemleri oldukça donanımlı. Bir akşam yemeği, bir de sabah kahvaltısı sunuluyor. İkisinin de ardından ekstradan içecek servisi de var. Tek sıkıntım uçağın içinin oldukça soğuk olmasıydı. Eskimoya bürünmeden uyumaya çalışan bir kişi bile göremedim.

Öte yandan THY'nin Phuket'e doğrudan uçuşu var olup olmadığını bilmiyorum. Ancak Swiss ve Aeroflot'un Phuket'e doğrudan uçuşları var ve İstanbul'dan aktarmalı olarak Phuket'e uçak kolay olsa gerek. Ya da benim de yaptığım gibi Bangkok'ta bir kaç gün kalıp, Tayland için bir uçuş rezervasyonu yaparak Phuket ya da Krabi'ye gidilebilir. AirAsia ve VietJet gibi hava yollarının Tayland içi biletleri 20€ civarlarında, yani oldukça ucuz.

Bangkok havaalanından şehre ulaşım

Bangkok havalanından çıkmadan yapmanız gereken üç şey var:
  1. Uçakta dağıtılan formları güzelce doldurmak, bunu pasaport polisine sunmak. Bu esnada polis, otel rezervasyonu ve dönüş bileti belgeleri de isteyecek. Pasaport polisine yönelmeden hemen önce bir "vize istenen ülkeler" ayrımı var ama Türk yolcular için oraya gidilmesine gerek yok.
  2. Parayı bahta çevirmek ve paraların görünüşlerini akla kazımak.
  3. Tatil boyunca kullanabileceğin 7 günlük (ya da daha fazla) bir SIM kart almak (199 Baht)
Şehre inmek için pahalı ama yorucu olmayan en mantıklı yol, daha Tayland'a yola çıkmadan, internetten bir servis aracı ayarlamak. Ben, Bangkok Airport-Transfer'den çok memnun kaldım. Arabalar geniş, şoförler yardım sever. İçeride bedava küçük şişe sular var. Şehir merkezine kadar da trafik su gibi akıyor. Toplamda otel - havaalanı arası 45 dakika civarı sürmekte.

Ancak "eşyam yok" ya da "paramı başka şeylere harcayayım" diyenler için de bir "city line" olduğunu söyleyeyim. Ancak çoğu otel için city line'dan inip başka bir vasıtaya binmek gerekiyor.

Bangkok içinde nasıl dolaşacağız?

Olay şu: mümnkün olduğu kadar az trafiğe karışacaksın! Bangkok trafiği çok büyük ihtimalle İstanbul'unkinden daha kötü. Bu nedenle bir kez bile taksiye ya da otobüse binmedim. Bunun dışında ise dört farklı vasıtadan yararlandım.
  1. BRT: Viyadükten giden bir tren gibi düşünebiliriz. BRT ile Bangkok'un daha modern yüzüne (alışveriş merkezleri, iş yerleri) ulaşılabiliyor. BRT'ye binme süreci biraz karmaşık. Haritalardan gitmek istediğin durağı bulup, kaç Baht ettiğini buluyorsun. Sonra o kadar bozuk paran olup olmadığına bakıyorsun. Eğer yoksa, oradaki görevlilere para bozdurup, o bozuk paralarla makinadan bir kart alıyorsun. İki-üç duraklık mesafeler genellikle 25 Baht. BRT'ler çok aşırı kalabalık olmuyor. Seferleri de sık.
  2. MRT: Bildiğimiz metro. Sadece bir kez yolum düştü. Burada da gittiğin yol kadar para veriyorsun. Ancak bütün işlemlerini tek makinada hallediyorsun.
  3. Bot: BRT ve MRT'ler iyi olmasına rağmen şehrin turistik merkezine gitmiyorlar. Trafiğe de girmemek gerektiği için geriye kalan bot oluyor. Botlar ile ilgili şöyle ufak bir problemim oldu. İnternette gördüğmü kadarıyla daha otantik, gittiğin yol kadar bilet parası ödediğin botlar var. Ancak ben bunlara bir türlü denk gelemedim. Onun yerine hep Tourist Boat kullandım. Bunlar nereye gidersen git 40 Baht. Ancak "hop-on hop-off" denilen günlük biletleri de var. Büyük ihtimalle turistleri buraya yönlendiriyorlar, ucuz botlara giden yollar ise Tayca yazılmış olabilir. Tha Tien ve Wat Arun duraklarını bil yeter.
  4. Tuk tuk: Şu meşhur üç tekerlekli vasıtalar. "Trafiğe girmeyin" dememe rağmen insan tuk tuk'a binmeden duramıyor. Yine de gece vakti, kısa mesafeler için mantıklı bir tercih olabilir. Eğlencesi de cabası. Tuk tuk'un belli bir ücreti yok. Şoför ile binmeden pazarlık yapmak lazım. Şoförlerin de pazarlığı yüksekten başlattığını unutmamak lazım.
BRT, durağına yaklaşırkene
Tuk tuk'ta borulara tutunmayı unutmayın, çok sallanıyorsunuz

Bangkok'ta ne görmeli/ne yapmalı/ne yemeli?

Bangkok'un tadını aslında şöyle usul usul dört-beş günde çıkarmak lazım ama sadece 48 saatte neler yapılabilirse onları yapabildim. Öncelikle şu üçleme çok önemli "Grand Palace", "Wat Pho" ve "Wat Arun". Grand Palace, adı üstünde, halen Tayland politikalarının yürütüldüğü yer. Tabii ki Grand Palace'ın "Temple of the Emerald Buddha" ya da "Wat Phra Kaew" kısmı görülebiliyor. Altın renklerinin ağırlıkta olduğu, çok hoş bir yer burası. Turistler için kısa, normal ve uzun diye üç ayrı rota koymuşlar. "The Royal Pantheon" en önemli binası. Bu bina içinde fotoğraf çekmek yasak. Geri kalan yerlerde ise fotoğraf çekmeden durmak çok zor. Wat Pho ise Grand Palace'a çok yakın bir yerde bulunan bir kompleks. Burada 46 metrelik uzanan Buda heykeli çok değerli. Ancak Wat Pho, bundan daha fazlasıymış, gidince anladım. Bir kere Thai masajının geliştirildiği yer burasıymış. Halen bir masaj okulu bu kompleksin içinde bulunmakta ve uygun bir ücret karşılığı isteyen masaj da yapıyorlar. Ancak burada bir süre sıra beklemek gerekiyor. Öte yandan farklı tapınaklarda farklı Buda'ları görebiliyorsunuz. Birinde - sanırsam - Budizm'e kabul edilme törenine denk geldim örneğin. Wat Arun ise nehrin karşı kıyısında bir tapınak. Bir süredir dış cephesinde bir onarım varmış. Burada da farklı tarzlarda tapınaklar görmek mümkün. Hemen yanında da ufak bir markette azıcık oturup dinlenme şansı bulunmakta.

Grand Palace
Bu en önemli üç binada da unutmamak gereken bir şey var. En görkemli binalar genellikle Budistlerin en kutsal tapınakları. Burada uyulması gereken kurallar var. Hanımefendiler ancak uzun etekle girmek zorundalar. Omuzlar da kapalı olmalı. Erkekler de şortla veya atletle giremiyorlar. Yanında fazladan kıyafet taşımak istemeyenler depozito ile ya da ufak bir ücretle kıyafet kiralayabiliyor. Ayakkabılar ve şapkalar da çıkmak zorunda. Çok ender durumlarda (yukarıda da bahsettiğim gibi) fotoğraf çekmek de yasak.

Bunun yanında Bangkok demek sadece tapınaklar demek değil. Şehrin güzel alışveriş merkezleri var. Siam Paragon bunlardan biri. İlk katlarında çok pahalı markaların dükkanları bulunmakta. Daha yukarılarda ise Avrupa'da da bulunan ama fiyatları genellikle daha uygun olan markalardan alışveriş yapabilirsiniz. Siam Paragon'un da bulunduğu Siam bölgesinde daha bir çok alışveriş merkezi bulunmakta.

Bangkok'un en kaotik yerlerinden biri de Chinatown ya da orada kullanılan adıyla Yaowarat. Burada trafik olsun, dükkanlar olsun, seyyar satıcılar olsun, bir Eminönü havası almak mümkün. Tayland'da yaşayan Çin azınlığın ortaya çıkardığı bu semtin en önemli özelliklerinden birisi de çok sayıda mücevher dükkanının bulunması. Bu da semtin Türkiye ile bir başka benzerliği olsa gerek. Bangkok'un farklı bir yüzünü görmek için uğranılabilecek bir yer.

Bangkok denince akla gelen bir başka şey de farklı yerlerde bulunan Sky Bar'lar. Sky Bar denilen şey, gökdelenlerin genellikle 60.-70. katlarında bulunan açık bar/restoranlar. Özellikle gün batarken, gökdelenleri, nehri ve trafiği izlemek için ideal bir tercih. Hanımın önerisiyle Hangover II'de de gözüken Lebua ya da "The Dome" olarak bilinen yere gittik. Mekanın bir "dress code"u var. Mesela şort ve parmak arası terlikle giremiyorsun. Çalışanlar çok kibar ve saygılı. Eğer restorana ya da locaya gideceksen manzara çok güzel ve etraf fazla kalabalık değil. Tabii ki bu bölümlerin fiyatları astronomik. Ancak Sky Bar'ın kendisinde fiyatlar Avrupa'daki herhangi bir eli yüzü düzgün bardan çok daha pahalı değil. Sadece ortam biraz sıkış tıkış. Lebua, filmin ekmeğini yemek için bir Hangover kokteyli yaratmış ve de bu kokteyl kapış kapış gidiyor. Yine de sadece bira içip manzaranın keyfini çıkaranlar da gördüm.

Sky Bar'dan Bangkok manzarası
Tabii ki de Tayland'ın yemeklerini denemeden olmaz. Bangkok, sokak lezzetleri konusunda çok fazla tercih sunuyor. Kızartmalar, sokaktaki en yaygın yemek türü olsa gerek. Özellikle tavuk ve balık kızartma bulmak çok kolay. Bunlar genellikle acı biber sosu ve sarımsak ile sunuluyor. Bunun yanında şişe geçirilmiş sosis, tavuk, ahtapot gibi et ürünleri satan standlar var. Zaman zaman ördek satan yerlere de rast geldim. Sade et dışında farklı şekillerde hazırlanan noodle'lara denk gelmek çok doğal. Bu noodle'lar acayip lezzetli, doyurucu ve ucuz. Büyük taslarda çorba tüketimi de fazla, ancak deneme fırsatı bulamadım. Tabii bu çorbalar bizim bildiğimiz mercimek ya da domates çorbaları gibi değil. Genellikle içlerinde erişte ve büyük sebze parçaları bulundurmaktalar. Bangkok'a gitmeden internette yaptığım araştırmalarda böcek, timsah, yılan gibi ilginç hayvanların da tadına bakılabileceğini görmüştüm ama sadece bir tane böcek standına denk geldim. Yediğim kurbağa ve çekirge oldukça güzeldi. Bunları ana yemek gibi değil, çerezlik olarak düşünmek gerek. Tatlı olarak da kızarmış ananas ve muzu tavsiye edebilirim. Bir de kahvaltılarına değineyim. İlginç bir şekilde akşam yemeğinde yedikleri şeyleri kahvaltıda da çok rahat yiyebiliyorlar. Mesela ahtapot sote, tavuklu pilav, domates soslu makarna bir kahvaltı masasında da görebileceğiniz ürünlerden. Bunların yanında bol meyve ve yeşillik de var. Peynir ve salam ise yabancılara ayıp olmasın diye çok az sayıda bulunabiliyor. İçecek olarak da kahve ve çayın yanında papaya, ananas, guava, lemongrass ve daha adını bilmediğim ilginç meyvelerin suları içilebiliyor.

Krala saygı

Bu bölümü sadece gördüklerime dayanarak değil ama Tayland'a gitmeden ve oradayken okuduklarıma da dayanarak yazıyorum. Birkaç ay önce dünyanın tahtta en uzun kalan krallarından Tayland kralı Bhumibol hayatını kaybetti. Bu olay Avrupa'da da haber kanallarında kendine yer buldu ancak bu haberlerin odağı biraz daha farklıydı. Haberciler daha çok aykırı hayat tarzı ile dikkat çeken yeni kraldan bahsediyorlardı. Ben de Tayland'a giderken sadece bu aykırı kral hakkında daha çok şey öğreneceğimi düşünürken, ülkeye adımımı attığım andan itibaren hayatını kaybeden Bhumibol'un resimleri ile karşılaştım. Tüm şehrin reklam panoları üstünde Tyca bir şeyler yazan siyah beyaz Bhumibol resimleri ile kaplıydı. Arabalarda ölen kralın resimleri vardı. Televizyonda o vardı. Sokaklarda kralın anısına halka (ve turistlere) su ve yemek dağıtılıyordu.

Wat Pho'daki anma köşesi
Bhumibol, gerçekten Tayland'a çok şey katmış bir adam. Sadece tipine bakınca bile iyi bir insan olduğunu hissettiğiniz kişiler vardır ya, rahmetli kral da böyle biri. Belgeselinden gördüğüm kadarıyla abisinin şüpheli intiharından sonra daha çok küçük yaşta büyük sorumluluk yüklenen Bhumibol, Avrupa'da gördüğün eğitim sonucu öğrendikleri ile ülkenin tarımını ilerletmiş, eğitimini değiştirmiş, üretimde reformlar yapmış. Ülkenin çalkantılı dönemlerinde iç savaşı engellemek için elinden geleni yapmış. Tayland'a kralı eleştirmek yasal olarak imkansız olsa da Bhumibol, konuşmalarında kendisinin de insan olduğunu, hatalar yaptığını ve eleştirilmesinin normal olduğunu belirtmiş. Bu nedenle ölümünden aylar geçmiş olsa da Tayland'da yas havası devam ediyor. Grand Palace'ı gezerken Tayland'ın farklı yerlerinden gelmiş, siyah kıyafetleri ile turistlerin alınmadığı saray odalarına girip yas tutmak isteyen yerel halkı gördüm. Bu insanların yüzündeki hüznü görmemek imkansızdı. Ülkedeki bu matem havasına şahit olduktan sonra yeni kral ve halkın arasındaki ilişkinin nasıl olacağını görmek için sabırsızlanıyorum.

Tayland'da tatil

Bangkok sonrası tatil bölümü için Phuket'e geçtik. Phuket şehrinin içinden iki kez arabayla geçtim ama şehirde gezinme fırsatı bulamadım. Ancak okduğum yorumlara ve arabayla geçirken gördüklerime dayanarak, şehirde çok fazla ilgi çekici şeyin var olduğunu düşünmüyorum. Bangkok'ta sıkça görülebilen sokak lezzetleri, marketler, trafik, Phuket'te de var. Yani, tatiliniz sadece Phuket'te geçecekse tabii ki şehir merkezine inin ama Bangkok'u gördükten sonra Phuket merkezde ekstradan görülecek bir şey yok. Belki Büyük Buda'yı yakından göremediğim için üzülebilirim ama sahilden Big Buda'nın Rio de Janeiro'daki İsa heykeli gibi bir tepenin üstünden şehri izlediğini her gün gördüm.

Phuket'in Panwa bölgesi oldukça sakin, şehre uzak ve kafa dinlendirici bir tatil için ideal. Bu bölgede deniz fazlasıyla ılık ancak son günümde sıcak ve soğuk su akımlarının aynı anda algılarımla maytap geçtiğini de deneyimledim. Türkiye'nin tatil yerlerinden farklı olarak burada bir şeye her zaman dikkat etmek gerekiyor: gelgit. Saat 10 - 16 arasında sular çekilmiş durumda ve ne kadar ilerlersen ilerde su hep bel altı seviyesinde kalıyor. Deniz ayakkabın da yoksa taşlar çok rahatsız edici. Bu saatler arasında denize girmek yerine havuz ya da güneşlenmek daha mantıklı. Saat 16 - 18 arasında ise deniz mükemmel ancak 18'den sonra havanın kararmasıyla bu kısa deniz macerası da bitmek zorunda kalıyor.

Phuket'te tatil sırasında ekstradan yapılabilecek iki önemli şey var. Birincisi masaj. Mutlu sonla biten masajlardan bahsetmiyorum elbette. Genellikle plajda, masözlerin ustaca yaptığı masajdan bahsediyorum. Sonuçilk kez masaj yaptırdım ve bu çok ilginç bir tecrübe. Önce tamamen soyunup, şalvar ve Şile bezi bir üst giyiyorsun. Sonra nasıl bir masaj istediğini söylüyorsun (hafif - orta - sert). En sonunda da 1 saat boyunca kendini masözün ellerine bırakıyorsun. Ben ilk birkaç dakika boyunca hiç tanımadığım birinin bana dokunmasının yarattığı o garip hissiyatı yenmeye çalıştım ve ancak bu durumu garipsememeye başladığımda masajdan zevk almayı başarabildim. Orta seviye masaj istememe rağmen bazı hareketlerde canımın ufak da olsa yandığını söylemeden geçemem.

İkinci yapılabilecek şey de plaja ara verip, bir tura katılmak. Phuket'te yapılabilecek çok şey var. Tiger Kingdom'da kaplan sevebilir, Elephant Trekking ile fillere binebilir ya da ATV sürebilirsiniz. Biz ise Phi Phi Adaları'na gitmeyi tercih ettik. Bu turlar şöyle işliyor. (Neredeyse) her şey dahil bir paket satın alıyorsunuz. Sonra bir servis sizi otelinizden toplayıp Phuket iskelesine getiriyor. Burada çay kahve servisi oluyor. Hemen ardından tur rehberi kendini tanıtıyor ve yapılacakların özetini geçiyor. Speedboat'a binerken fotolarınız çekiliyor ve bu fotoları dönünce hoş bir çerçeve ile size para karşılığı sunuyorlar (alma zorunluluğu yok tabii). Speedboat önemli çünkü bu botlar sizi adaya 50 dakikada götürüyor, daha ucuz olan normal gemiler ise 2 saatte Phi Phi'ye varıyor. Tabii ki speedboat'un önüne oturmamak lazım çünkü gerçekten çok zıplatıyor ve mide bir yana, zıplamalar omurgalarınıza zarar verebilir. Bu yolculukta meyve suları ücretsiz sunuluyor. Phi Phi'de yapılanlar şunlar: Leonardo diCaprio'nun başrolünde oynadığı The Beach'in çekildiği Maya Plajı'nı ziyaret, Viking's Cave'e bir bakış, Maymun Plajı'nda maymunları incelemek, şnorkelli yüzüş, açık büfe öğle yemeği ve 1 saat serbest yüzüş. Baktığım tüm şirketler aynı paketleri sunmakta. Sadece sıralamalar farklı olabilir. Phi Phi Adaları gerçekten çok etkileyici. Adalarda yerleşim kısıtlı olduğu için doğal güzellik bozulmamış. Ancak çok turist aldığı için doğa ciddi bir biçimde tehlike altındaymış. Bir turla beraber olduğun için hep bir hareket ve acele var. Bu da adanın keyfini tamamen çıkarmana engel. Ancak tek başına bu kadar çok şey ayarlayamayacağın için bu hareketliliği de çok eleştiremiyorum. Fiyatlar biraz tuzlu ama bence değer.

Maya Bay ve turistleri

Sonuç

Eksileri şunlar; gelgit yüzünden deniz keyfi çıkarmak biraz zor, tropikal iklim olduğu için her an yağmurun başlaması ihtimali var, daha uzun vadede deprem ve tsunami tehlikesi hep var, bazen derdini anlatmakta zorluk çekiyorsun.

Ancak kesinlikle artıları, eksilerinden çok daha fazla. En başta da dediğim gibi insanlar sıcak kanlı. Kısıtlı İngilizceleri ile sana yardımcı olmaya çalışmaktan çekinmiyorlar. Havası sıcak, deniz suyu ılık, plajların kumu yumuşacık. Yemek çeşitleri çok ve çoğu leziz. Fiyatlar uygun, alışveriş yapmak istiyorsan seçenekler çok. Farklı bir kültür, farklı bir yaşam tarzı ve bunları gözlemlemek çok güzel bir his. Buda heykelleri ve tütsü kokuları arasında rutin hayatını geçirdiğin o dört duvarın çok daha uzağında olduğunu hissediyorsun ve özgürlüğü hissediyorsun.

Umarım bir süre sonra Tayland'ı tekrardan ziyaret ederim ve buraya yazdıklarımı yeni deneyimlerimle daha da  geliştiririm.

Meraklısına not: Tayland'ı gezmek kaça patlar?

Tayland'a gitmeden önce "günde kaç baht harcarım?" sorusunun yanıtını internette çok aradım ama bu soruya pek cevap verilmemiş, verilen cevaplar da birbirine tutmuyor. Bu nedenle tatil boyunca elime kalemi kağıdı aldım ve harcamalarımı kaydetttim. Çıkan rakamlar şunlar:


Sabit dediğim kalemler şunu anlatıyor: tek ya da çift kişi farketmez, bu para ödenecek. Mesela otel transferi için aslında kendin için değil, sana hizmet eden araba için ödeme yapıyorsun. Otelde de odaya ödeme yapıyorsun. Çift ya da tek kişi olman bir şey değiştirmiyor.

Kişi başı ücretlere bakarken de dikkat edilmesi gerekenler var. Öğle yemeğini her gün yemedim ama hiç yemesem de olurdu. Çantaya atılacak bisküvitler ile buradan kısıtlamalar yapılabilir. Akşam yemeği kaleminin içinde içki de var (bazen öğle yemeğinin de). Yemek dışı içkiler gece hayatında bulunmakta. Turistik gezinin içinde yukarıda bahsettiğim geziler var (Bangkok için Grand Palace, Wat Pho ve Wat Arun, Phuket için Phi Phi adaları turu). Telefon hattı, 7 gün kullanımda olacak bir SIM kart için tek defa ödeniyor. Toplu taşımanın içinde zorunlu olmayan tuk tuk da var. Alışveriş derken sadece Duty Free ya da başka yerlerden alınan hediyelik eşyalardan bahsetmiyorum. Bunun içinde süper marketten alınan çikolatadan, alışveriş merkezindeki H&M'den alınan şapkaya kadar farklı ürünler var. Biz "aa şu ürün İsviçre'de ne kadar pahalı, burada birkaç tane alalım" diye normalde bir turistin almayacağı şeyler aldık. O yüzden alışveriş kaleminden de kısıtlamalar yapılabilir.

Sonuç olarak - uçaklar hariç - 38,000 baht civarında bir meblağ ile yedi günlük tatili sonlandırmışız. Elbette otel yerine AirBnB ya da hostel tercih edilirse, tatilin masrafı ciddi bir biçimde düşecektir diye düşünüyorum. Otel gibi sabit giderler dışında kişi başı günlük ortalama harcama 1715 baht olarak gözüküyor. Bu da bugünün kuru ile 48 USD (1 USD = 0.03 baht) ya da 171 TL'ye denk geliyor. Tayland'a gideceklerin dikkatine.

Türkiye'nin AB macerası

by 23:46:00
Ne kadar saçma: Türkiye, Avrupa Birliği'nin aday ülkelerinden biri ama vatandaşlarının bu birliğin nasıl çalıştığı hakkında en ufak bir fikri yok. Mesela ben lisedeyken Türkiye'nin AB ile müzakere sürecine girmesi gerçeklesmişti. Ancak Türkiye'nin en kıdemli okullarından biri olmaya çalışan lisemde bununla ilgili hiçbir ders görmemiştik. Keza ülkenin önemli üniversitelerinden birinin işletme ders programında da AB ile ilgili bir şey yoktu. Erasmus'a gitmesem hala AB'nin nasil işlediği hakkındaki bilgim sıfır olurdu.

Geçen günkü Avurpa Parlementosu kararı ardından yine abuk-sabuk yorumlar havada uçmaya başladı. AB'nin de hatalar yaptığını kabul eden ama AB sürecinin devam etmesini kesinlikle savunan biri olarak bu lafların bazılarının ne kadar yanlış olduğunu kayıt altına almak istiyorum.


Öncelikle Avrupa Parlementosu, Türkiye ile müzakere sürecini dondurmadı. Sürecin geçici olarak dondurulmasını istediğini açıkladı. Bu bir tavsiyedir. Bu işlemleri başlatacak olan Avrupa Komisyonu'dur. Komisyon'un böyle bir istekte bulunmasından sonra Bakanlar Konseyi, Türkiye'den cevap ister. Bir nevi savunma olan bu cevaptan sonra Konsey içindeki çoğunluğun kararına göre olumlu ya da olumsuz bir yanıt verilir. Bu süreçte Parlamento'ya sadece bilgi verilir. Tabii ki biri diyebilir ki "Parlamento mesajı verdiğine göre Komisyon da aynı şekilde davranacaktır" ama bu doğru değil. AB'de güçler ayrılığı olduğu için Komisyon, Parlamento ve Konsey her zaman aynı kararda değiller. Zaten Parlamento halkın seçtiği vekillerden olduğu için daha popülist davranıp kolayca "Türkiye'nin üyeligi durdurulsun" diyebilir ama bürokratlardan oluşan Komisyon kararlarını genellikle halkın ya da parlamenterlerin düşüncesine göre değil, kendi analizlerine göre verir.

"Amaan, zaten AB bizi elli yildir oyalıyor!" da en çok okuduğum cümlelerden biri. Haklılık payı da yok değil ama çarpıtılıyor. Türkiye'nin AB (o zamanki adıyla AET) ile resmi olarak ilk ilişkisi 1963'te imzalanan Ankara Antlaşması. Bu antlaşma AB'nin daha sonra aday ülkelerle imzaladığı ekonomik metinlerin ilklerinden. Bu anlaşma sırasında Avrupa'da politik bir birlik yok. İngiltere, Danimarka, İsveç gibi büyük ülkeler de daha bu birliğin içinde değil. Bu anlaşmanın 28. maddesinde kabaca şöyle bir metin var: eğer anlaşma başarılı bir şekilde işlerse bu anlaşmayı imzalayan devletler Türkiye'nin topluluğa katılma olasılığını gözden geçirecektir. Ancak 1987'ye kadar geçen 24 yılda Türkiye, AET'ye aday olmak için başvurmadı. Zaten bu dönem süresince bir muhtıra, bir darbe yaşayan Türkiye'nin de AET'ye katılması imkansizdı. Bu nedenle AB hikayesini 1963'ten başlatmak çok da doğru değil. 1987'de ise Özal, Türkiye'nin AET üyeliği sürecini başlattı. AET, bu başvuruyu 2 yıl içinde cevaplamak zorundaydı. 20 Aralık 1989'da AB'ye dönüşme sürecinde olan ve "Tek Pazar" projesi ile uğraşan AET, Türkiye gibi büyük bir marketi içine alma sürecine atılma riskini almadı. AET'nin açıklaması ilginç bir biçimde Türkiye üyeliğini neredeyse tamamen ekonomik açıdan ele almış ve siyasete sadece 4 kısa paragraf ayırmış. En önemli sorun olarak da darbe anayasası ya da silahlanan ayrılıkçı Kürtler değil Kıbrıs gösterilmiş. Sonuç olarak 1989'da - bazı kaynakların belirttiği gibi - Türkiye'nin başvurusu reddedilmemiş ama başvuru o dönem için uygun bulunmamış. Aynı sene ise Fas'ın başvurusu Fas bir Avrupa ülkesi olmadığı için reddedildi. Bu bile AET'nin Türkiye'yi bir Avrupa ülkesi olarak gördüğünü kanıtlamakta ve konunun İslam ile alakası olmadığını göstermekte. 10 yıl sonra ise Türkiye'nin adaylığı kabul edildi. Eğer AB, gerçekten Türk düşmanı olsaydı bu adaylık kabul edilmezdi. "Ama Türkiye'yi ekonomik olarak sömürmek istiyorlardi, o yüzden aday yaptılar" diye itiraz edenler olabilir. Ancak Türkiye, 1995 yılında zaten Gümrük Birliği'ne girmişti. Yani AB'nin isteği sömürmek olsaydı 1995 yılındaki durum bir adım ileriye taşınmazdı.

Fas, AB'ye kabul edilmese de 1980'de Eurovision'a kabul edilmişti.
"Peki Türkiye, neden diğer Doğu Avrupa ülkeleri gibi 2004'te AB'ye girmedi?" 1993'te politik bir yapı olarak doğan AB, adayları belirlerken ekonomiden çok demokrasiye dikkat etmeye başladı. Zaten enflasyon canavarı ve banka hortumlamaları gibi ekonomik krizlerle boğuşan Türkiye, bir de AB için demokrasisini toparlamak durumundaydı. Doğu Avrupa ülkeleri ise Soğuk Savaş sonrası zaten yeniden yapılanma halindelerdi. Demokrasinin en önemli ölçerlerinden "Freedom House" verilerine göre 2004'te üye olan ülkelerin Slovakya dışında hepsi 1997'de demokratik olarak kabul ediliyordu. Türkiye ise bu anlamda bir çok sorun yaşıyordu (Susurluk?). Bunlara rağmen, Türkiye'nin çabası 1999'da ödüllendirildi - ki Freedom House'a göre Türkiye halen demokratik bir ülke statüsünde değildi. 2004 yılında Freedom House, Türkiye'nin de demokratik anlamda özgür olduğuna kanaat getirdi. Bir sene sonra da Türkiye ile müzakereler başladı. Yani 2005'e kadar Türkiye'nin demokratikleşme çabası ile AB macerası paralel gitmekte.

Ancak ne olduysa 2005'ten sonra oldu. Müzakereler başladığı anda bazı fasıllar donduruldu ve bunun olması çok normaldi çünkü Türkiye, AB üyesi olan başka bir ülkeyi (Kıbrıs) tanımıyordu. Bu durumun ortaya çıkması AB'nin bu süreçteki - bence - en büyük hatasıydı. Sorunlar çözülmeden ada AB'ye alınmamalıydı. Kıbrıs'ın üyeliği Rum ve Türk taraflarının anlaşması için bir itici güç olarak kullanılabilirdi ama AB bunu yapmadı ve çok aceleci davrandı. Belki de Nisan 2004'teki referenduma güvendiler. Kıbrıslılara referandumda sorulan soru şuydu: "Kıbrıs'ın AB'ye birleşik olarak gireceği yeni düzeni hayata geçirecek Kuruluş Anlaşması ve tüm eklerini; Kıbrıs Türk Devleti'nin anayasasını ve yürürlükte olacak yasalara ilişkin hükümleri onaylıyor musunuz?" Kıbrıslı Rum'lar bunu reddetti ve Kıbrıslı Türkler ve Türkiye'nin AB süreci çok zor duruma düştü. Sarkozy'nin seçilip, oy toplama amacıyla bazı fasılları daha açılmadan veto etmesi de bu işlere tuz biber ekti. Zaman içinde veto edilmeyen bazı fasıllar açıldı ama uyumun sağlandığı düşünülen fasıllar bile kapatılmadı. Bu dönemde AB de Türkiye de ilerleme için çaba göstermedi. Erdoğan'ın da küçük sağ partileri kendi içine katarak AKP'yi sağın tek temsilcisi yapması ve 2007'de tek parti hükümetinin devam etmesini sağlaması, cumhurbaşkanlığına da Gül'ün seçilmesi ile Türkiye'nin demokratik düzenden yavaş yavaş bir AKP devletine evrilmesi de AB macerasına pek katkıda bulunmadı.

Sayın Sarkozy, neden veto?
Peki AB'nin Türkiye ekonomisindeki ve Türkiye'nin de AB ekonomisindeki yeri nedir? Türkiye gerçekten de AB ile ticaretini azaltıp Birlik'e bir darbe vurabilir mi? Avrupa'nın ihracat partnerleri sırasında Türkiye, ABD, Çin ve İsvicre'den sonra dördüncü sırada Türkiye var. Ancak Avrupa'nın ihracatının sadece %4.4'ü Türkiye'ye yapılıyor. En büyük partner ABD için bu oran %20.7. AB'ye ürün ihraç eden ülkeler sıralamasında ise Türkiye altıncı sırada. AB'nin toplam ithalatinin %3.6'sı Türkiye'den karşılanmakta. Bu rakamlar Türkiye'nin AB ekonomisinde nispeten önemini gösterse de yukarıda saydığım ülkelerin arasında Türkiye ile olan ekonomik ilişkiler oldukça küçük kalmakta. Peki bu istatistiklere bir de Türkiye açısından bakalım. Türkiye'nin en önemli ihracat partneri AB. Türk ihracatının %44.5'i AB'ye gitmekte. Eskiden bu oran %56 civarında olsa da Türkiye'nin Orta Doğu marketine yönelmesi ile oran 2012 yılında %39'a kadar inmişti. Ancak, Orta Doğu'daki savaş halinin bir sonucu olarak AB'nin oranı tekrardan artmaya başladı. İhtalatta da AB'nin Türkiye için önemi dikkat çekiyor. İthalatın %38'i AB'den yapılırken, %25.7'i ile Uzak Doğu ülkeleri dikkat çekmekte. Türkiye, AB'ye makine ve teksil ürünleri gönderirken, AB'den genel olarak makine ve kimyasal madde ithal etmekte. Bu rakamlar, AB'nin Türkiye ekonomisi için ne kadar mühim olduğunu göstermekte. Türkiye, başka marketlerle yaptığı ticaretin hacmini arttıramadan AB'ye ekonomik bir rest çekerse ve bu rest AB ile ticareti kötü etkilerse, Türk ekonomisinin büyük bir sıkıntı çekeceği açık (Kaynak da verelim: TUIK ve Eurostat).

Tartışılması gereken konulardan bir diğeri de şu: "AB gibi sömürgeci, ırkçı, insan hakları konusunda iki yüzlü bir oluşuma neden katılalım?". İki yüzlü Batı algısı, Türkiye'nin Batı sömürgeciliği altında zorluk çektiği dönemlerden beri mantıklı bir şekilde var olan bir algı. Bu algıya rağmen AKP'nin 2000'li yılların başında AB'ye girme çabalarında seslendirilmeyen bu algının şimdi tekrardan hortlatılmasının da ne kadar iki yüzlü olduğunu tartışabiliriz. Doğrudur, Batı yaptığı bazı hatalar ile yüzleşse de (Almanya'nın Yahudi ve Afrika soykırımları) bazıları ile yüzleşmedi (Fransa ve Cezayir). Ancak 1993'i doğum tarihi olarak alabileceğimiz AB'nin sömürgecilik yaptığını söylemek insafsızlık olur. Avrupa içinde savaşları bitirmek amaçlı kurulan bu yapının Doğu Avrupa ve Balkanlar'daki etnik sıkıntıların savaşa dönüşmemesindeki rolü yadsınamaz. AB'nin halen yakın topraklardaki savaşlara müdahele edecek bir organizasyonu olmadığı için Suriye'de ya da Afganistan'da bir şey yapmasını beklemek zor olur ama Macaristan ve Polonya gibi mültecilere pek sıcak bakmayan üyelerine ragmen AB'nin - özellikle Almanya'nın - Dublin Anlaşması'na aldırmayıp, Paris'teki terör saldırılarının yarattığı kötü algıya rağmen, mültecilerin kıtanin ortasına kadar gelmesine izin vermesi ve bu yükün tüm üye ülkeler tarafindan üstlenmesi icin verdiği çabalar çok önemli. Tabii ki Avrupa devletlerinin gecmişte yaptıkları ve halen bazı ülkelerin yaptığı açıklamalar savunulacak gibi değil. Ancak, olay "iki yüzlü Batı"ya değil de Avrasya ya da İslam dünyasına yönelmek ise kötü bir haberim var. Rusya'dan Çin'e Arabistan'dan Pakistan'a her türlü alternatif için de Batı için söylenen suçlamaların aynıları hatta daha da fazlası yapilabilir.

"AB zaten çöküyordu, girmememiz iyi oldu" diyenler icin zaten söyleyecegim fazla bir şeyim yok. "Batı çöktü", "ABD bitti" masalları yıllardır söyleniyor. AB için durum her zaman sıkıntılıydı. 2008 ekonomik krizinde de, eski Yugoslavya'daki savaşlar sırasında da, Thatcher döneminde de, de Gaulle döneminde de Avrupa'daki birliğin sıkıntıya düştüğü söylendi. Hepsinden de birlik daha güçlenerek çıktı Tabii ki bunların hiçbirisi Brexit kadar somut olmamıştı. Ancak Brexit'in gerceklemeşi durumunda bile sert bir Brexit yerine yumuşak bir Brexit'in olacağı, İngiltere'nin İsvicre ya da Norveç gibi AB'nin ekonomik çemberinde bulunan ülkelerden biri haline geleceği en büyük olasılık. Daha bugün The Guardian, yeni bir araştırmadan bahsetti ve Trump ve Brexit sonrası AB vatandaşlarının AB'ye eskisinden daha sıkı sarıldığı ve bugün Brexit olsa İngiltere'nin birlikten çıkmayacağını gösterdi. Avrupa'daki bütün - ya da en önemli - ülkelerin başına deli ya da aşırı sağcı/solcu biri gelmediği sürece AB'nin dağılmayacağını düşünüyorum.

İnanma sen, inanma bunlara, AB çöküyor bir yıla
AB üstüne çalışan biri olarak son olarak şunları söyleyeyim. Evet, AB kendi içinde problemleri olan bir proje ve eleştirilmeyi hak ediyor. AB vatandaşlarının AB kararlarına etkisi hala çok kısıtlı. Hem AB, kendi derdini Avrupalılara anlatamıyor hem de onları yasamaya katacak enstrümanlardan yoksun. Yasama süreci yavaş işliyor, bazı verilen kararlar uygulanmıyor ve AB üyeleri üstünde yeteri kadar yaptırım uygulayamıyor. Ayrıca tüm bu süreçler daha şeffaf olabilir. Ancak AB 28 tane ülkeyi içine alan, yıllardır süregelen ve evrilmeyi başarabilmiş ilgi çekici bir politik proje. Bu yapının 2005 yılına kadar da Türkiye'ye iki yüzlü davrandığını söylemek doğru olmaz. Yukarıda da dediğim gibi 2005-2007 arasında büyük hatalar yaptılar ama Türkiye de anında aldı başını gitti. Mülteci sorunu yeni bir başlangıç olabilirdi. Ancak ülkenin hali malum. AKP, bu fırsatı tepti. Olmadı. AP'nin verdiği karar çok mühim değil ama Türkiye'nin AB üyesi olamasa bile AB ile ilişkileri koparmaması mühim.

Hilesiz cinsel istismar

by 00:21:00
Yatıp uyuyacağım, son bir twitter'a bakayım dedim, demez olaydım. Tartışılan değişiklik şu:

"Cebir, tehdit, hile veya iradeyi etkileyen başka bir neden olmaksızın 16/11/2016 tarihine kadar işlenen cinsel istismar suçundan, mağdurla failin evlenmesi durumunda, Ceza açıklanmasının geri bırakılmasına, hüküm verilmiş ise cezanın infazının ertelenmesine karar verilir. Zamanaşımı süresi içinde evliliğin, failin kusuruyla sona ermesi halinde fail hakkıdaki hüküm açıklanır veya cezanın infazına devam olunur. Bu fıkra uyarınca fail hakkında hükmün açıklanmasının geri bırakılmasına veya cezanın infazının ertelenmesine karar verilmesi durumunda, suçqan azmettiren veya işlenişine yardım edenler hakkında kamu davasının düşmesine veya infazının ortadan kaldırılmasına karar verilir."

Aklı başında olan insanlar da haklı olarak tepkilerini gösterdiler. AKP'ye yanlayan sözde okumuş kesim de "olmasa daha iyi" diye kıvranmaya başladılar. Ancak çomar kesim "yanlış anlaşıldık, çarpıtılıyoruz" goygoyuna başladı. İşin hinliği ilk kelimelerde bulunmakta. Ertelenen ceza ne? İşin içinde tehdit ve hile olmayan cinsel istismar. Ne demek bu? Bir nevi gönüllü istismar.

Ne kadar saçma değil mi?

Ama bir AKP'li kafasına göre saçma değil çünkü bu adamlar 18 yaşından küçük insanların evlenmesini "cinsel istismar" suçu olarak algılamıyorlar. Gelenekleri görenekleri reşit olmamış kızların evlenmesine sıcak bakıyor. Gelenekler ve yasa çatışınca da "imam nikahı" adı altında yaptıklarını kendi çaplarında meşrulaştırıyorlar. Tabii bu genç yaşta evlilikler bir şekilde göze batınca, evlenen adam "çocuk istismarcısı" olarak hapse atılabiliyor.

Bu problem nasıl çözebilir? Birincisi (ve doğru olan) bunun bir problem olmadığını kabul etmek. 18 yaşından küçük herkes çocuktur. Evlilik de ciddi bir sorumluluktur. Bu nedenle yasal olarak çocuk olan kimse evlenemez. Ayrıca imam nikahının yasal bağlayıcılığı yoktur. Ancak dini sebepler dolayısıyla imamdan onay almak isteyenler olabilir. O vakit imamlar da tembihlenir ve yasal olarak çocuk olanları evlendirmez. AKP'li kafası tabii ki de bu yolu seçmedi. Daha akla yatkın olabilecek seçenekleri de düşünmedi. Mesela "acaba evlilik yaşını 16'ya düşürsek ne olur?" tartışması yapılmadı. "İmam nikahını yasal statüye getirip kontrol altına alalım" tartışması yapılmadı. "Cinsel istismara 18 yaşından küçüklerin severek evlenmesi girmeli mi?" tartışması da yapılmadı.

Sonuç olarak da "gönüllü istismar" anlamına gelen bir kelime kalabalığı ortaya çıkarıp, bunu cezalandırmayı sonlandırdılar.

Peki bu adamlar yaşadıkları ülkeyi bilmiyorlar mı? Biliyorlar da umurlarında değil. Bir şerefsiz, bir kıza cinsel istismarda bulundu. Kız da diyelim ki bunu ihbar etti (ki keşke bu dediğim öyle kolayca olabilse). Erkek tarafı rüşveti verdi, kız tarafı da "aman kızıma tecavüz edildi olmasın, aman işler karışmasın" diye parayı kabul etti. Mantıksız mı? Değil. Olabilir mi? Kesin. Ne olacak bu durumda? Kız, sesini çıkaramayacak. Adam, hapse girmeyecek. Ortada suç var, ceza yok.

Bekir Bozdağ, örnek veriyor: Kadının biri resmen evlenmiş. Sivas'ın bütün büyükleri gelmiş ama sonra bir şekilde kocası hapse girmiş. Kadın mağdurmuş. Kaç yaşında bu kadın? Evlenemeyecek yaşta ise nasıl "resmen" evlenebiliyor? Bu neden eleştirilmiyor? Sivas'ın büyükleri buna bir şey demiyor mu? Bu asıl sorunlar konuşulmuyor, saçma sapan bir çözüm bulunuyor. Bozdağ, diyor ki "3000 civarı mağdur var. Onların mağduriyetini gidereceğiz, ileriye işlemeyecek". Kim bilir hangi imzacının bir akrabası bunların arasında? Umarım çıkar kokusu.

Sen ki Ensar'da yaşananları kapatmaya çalışmış, her şeyi bir öğretmene yıkıp yalan söyleyen valiyi görevinden almamış birisin. Sen ki Adıyaman'daki iddialar hakkında bir şey dememiş birisin. Sen ki tecavüzcüyü suçlarken "kız da şöyle böyle yapmasaydı" diyecek şerefsizlikte birisin. Sen ki 12 yaşında kızın dini nikahla evlenmesini normal bulabilen bir mahlukatsın. Hala ne diye "tehditsiz, hilesiz cinsel istismar" gibi bir şey uydurup, bu ülkenin vicdanı hala yerinde duran küçük bir kitlesinin hassasiyetini hala kaşımaya çalışırısn?

Bülent Turan diye bir adam var, diyor ki: "Toplumda mağdur olarak anılan bir kesim var. İnsanlar evlenmiş tören yapmışlar, kanundan kaynaklı sıkıntılar olmuş." Oldu paşam. Kanundan kaynaklı sıkıntıymış. Suçu engellemek yerine, suçu suç olmaktan çıkarmaya çalışan abukluklar bunlar. Diyelim ki bu suç değil sana göre. E o zaman değiştirsene medeni kanunu? Niye sadece geriye doğru işliyor? Dediğim gibi, o mağdurlar arasında tanıdıkların olduğuna inanıyorum. Umarım bir gazeteci kaldıysa bu memlekette bunu araştırır.

Eğer basın, muhalefet, sivil toplum örgütleri ve halk yeterli tepki göstermezse durum kötüye gidiyor dostlar. AKP, uzun zaman önce kendi içindeki vicdanı da susturduğuna göre, her türlü yasa tasarısını görmeye hazırlıklı olmak lazım.


Trump'tan neden korkalım, neden korkmayalım?

by 23:53:00
Şu güzelim dünyada başka bir derdimiz yokmuş gibi bir de Donald Trump sürprizi yaşadık. Tabii neredeyse herkesi aldı götürdü derin bir korku. Yapılan paylaşımlar bazen pireyi deve yapsa da bu korku çok yersiz değil açıkcası. Karşımızda hayatı boyunca politikanın yanından geçmemiş bir adam var. Politika ile gerçek anlamda haşır neşir olmaması aslında çok da büyük sıkıntı değil. Düşününce Atatürk de hayatı boyunca askerlik yapmış bir adamdı. Başarılı bir Kurtuluş Savaşı yönetmesi kendisine büyük bir güç verdi. Bu gücü kötü kullanmak yerine ülkenin geleceğini yeşertebilecek tohumlar ekti ve bu ülke herhangi bir Ortadoğu ülkesi değilse, bu tohumlar kurtarıyor bizi. Ahmet Necdet Sezer de politikacı değildi ama hukukçuydu, hangi yasa tasarılarının hukuka uygun olduğunu anlardı ve uygun olmayanları vetolamayı bildi. O da ülkenin düştüğü bu durumu geciktirmeyi başardı. Trump ise bir iş adamı. Kendi holding'ini ekonomik olarak geliştirdi, soyadını bir marka haline getirdi, evelallah, ama bunları sıfırdan başarmadı. Ayrıca zaman zaman ortaya sunduğu fikirlerin zarar ettiği de oldu. İş hayatında %100 başarılı da olsa, iş hayatı ve politikanın dünyalar kadar farkı var. Bu nedenle bir takım seçmenin Trump'ın iş hayatındaki başarıları nedeniyle kendisine oy vermesi saçmaydı.

John Oliver'da görmüştüm. Slogan tabii ki tam bir Trump vecizesi
Trump ile ilgili birincil problem, "soyunma odası" muhabbetleri ya da karısıyla, kızıyla olan ilişkileri değil. Beyefendinin fikri yok ama dili pabuç kadar. Konuşmaları laf kalabalığı. En popüler hedeflerini bile nasıl gerçekleştireceğini açıklamıyor. "Hangi parayla duvar yapacaksınız?"a "Meksika hükümeti ödeyecek" diyor mesela. Çok acil durumlar dışında insanların akıllarına ilk gelen şeyle hareket etmesi zaten saçmayken, dünyanın en önemli ülkesinin başındaki adamın böyle biri olması daha da saçma. Herkes yanılabilir ama bir şeyi artısı ve eksisi ile düşünüp davrananın yanılması ile Trump gibi birinin yanılması bir değil. Bu nedenle problemli yanlarını asla reddetmediğim Hillary Clinton'ın vereceği kararlar ile Donald Trump'ın vereceği kararları karşılaştırmak yersiz.

Dünyadaki panik havasını haklı bulmakla beraber, bu paniğe genellikle yanlış açıdan bakıldığını düşünüyorum. ABD, Türkiye gibi tek adamın ağzına bakılınan bir yer değil. Bu nedenle her ne kadar nükleer silahların şifrelerinin Trump gibi bir adamın çekmecesinde bulunması korkunç da olsa, etrafındaki adamların politikadan anlamayan Trump'a nispeten mantıklı tavsiyeler vereceklerine eminim. Trump, basının ilgisini çekmek için "reklamın iyisi kötüsü yoktur" diyerek belki de biraz bilerek saçmaladı ama kendi başına politik karar alamayacağının da farkındadır. Ayrıca parti içinde Trump'a karşıtlığın ciddi boyutta olduğu da gerçek. Her ne kadar Kongre'yi de kazanmış olsalar, Trump'ın tekliflerine "hayır" oyu verecek Cumhuriyetçiler de olacaktır. Bağımsız yargının da gözlemci olarak bu sürece katkıda bulunacağını düşünüyorum.

Benim tek korkum ise gitgide içe kapanan dünyanın bir süre daha böyle devam edeceği. İngiltere, AB'den kaçmaya çalışıyor. Macaristan, göçmen karşıtı referandum yapıyor. Fransa'da La Pen aldı götürdü. Almanya'da AfD oyunu yükseltiyor. İsviçre'de SVP harıl harıl çalışıyor. Avusturya'da aşırı sağ lider cumhurbaşkanlığının ciddi bir adayı. 2. Dünya Savaşı'ndan beri Avrupa'da başka bir savaş çıkmaması için uğraşan insanların bütün emeği tehdit altında. Bu saydığım örneklerin çoğu "göçmen karşıtı" görüntüsüyle başlasa da mesajlarının alt metni "Ben Alman'ım/Fransız'ım/Avusturyalı'yım ve bu muhteşem bir şey". Bu da ileride Avrupa ülkelerinin daha birbirlerine düşebilmesine olanak sağlıyor. Bunun durması lazım ama nasıl? İlla ki bir üçüncü dünya savaşı görüp, insanların benzer acıları bir daha yaşaması mı lazım?

Bir siz eksiktiniz anasını satayım

İşin acı yanı genellikle okumuş kesim ve genç kesim bu tehlikenin farkında ve popülizme prim vermiyorlar. Ancak demokrasi çoğunluğun isteğini göz önüne alıyor. Durum böyle olunca ise sayıca fazla olan, daha kısıtlı eğitim almış, şehir dışında yaşadığı için farklı kültürlerle daha az haşır neşir olmuş ama buna rağmen bu kültürlerden korkan insanların seçimi bir ülkenin, hatta tüm dünyanın kaderini belirliyor.

Çözüm yolu demokrasiden vazgeçmek değil tabii ki. Azınlıktaki elitlerin çoğunluğa hükmünün de getireceği daha farklı sorunlar vardır. Öncelikle eğitim şart. Klişe ama doğru. İnsanlar "politik doğruculuğua hayır!" adı altında söylenen yalanları yememeli. Farklı kaynaklardan bir şeyler okumayı öğrenebilmeli. Hiçbir partiye körü körüne bağlanmamalı. Öte yandan basının yalan söylememesi ve kaliteli olması lazım. Fox News gibi Cumhuriyetçi medyanın "Obama nerede doğdu?" goygoyu ile uzun süreler izleyicinin zihnini oyalamaması lazım. Teyit sitelerinin sayılarının ve görünürlülüğünün artması lazım. Hatta yasaların bile biraz sertleştirilmesi gerekebilir. Açık açık engellilerle dalga geçen, tartışma programındaki kadın moderatöre cinsiyetçi davranan, Meksikalılar hakkında nefret suçu işleyen Trump'ın adaylığının belki de birden fazla kez dondurulması gerekiyordu. Hapse atılsın demiyorum asla ama başkanlığa aday olmuş insanların söyledikleri sözlerini birilerinin gözden geçimesi gerekiyor.

Eğer Trump ABD'nin değil de Kanada'nın ya da Avustralya'nın başına gelseydi, popcorn'umu hazırlayıp kahkaha tufanını seyre koyulurdum ama tahammülsüzlüğün gitgitde arttığı, farklı bölgelerde sonu gelemeyen savaşların hüküm sürdüğü bu dünya düzenin en önemli aktörlerinden birini Trump gibi bir dallamanın yönetecek olması iyi bir haber değil. Daha fazla üzücü seçim sonuçlarının gelmemesi dileğiyle.

30 Day Song Challenge

by 23:43:00
"30 gün 30 şarkı" temalı sosyal medya paylaşımları hoşuma gidiyor ama buna her gün zaman ayırmak zorunda kalmamak ve başka insanların timeline'larını işgal etmemek için blog'da hepsini bir seferde paylaşayım dedim.

Day 1: En sevdiğin şarkı
Jugband Blues



Barrett'li Floyd'un veda şarkısı. Melankoli de var, sirk de var. Teşekkür de var, kırgınlık da var. Nokta da var, soru işareti de var. Ah bir de Pink Floyd'un gıcık yasal temsilcileri Barrett'in saçı başı dağılmış bir şekilde bu şarkıya playback yaparkenki videosunu YouTube'dan kaldırmasaydı.

Day 2: En nefret ettiğin şarkı
Telif Hakkı



Nefret ettiğim şarkı bulmak kolay ama Ajdar'dan Şahdamar'ı buraya koysan ne anlamı var ki? Önemli olan genel olarak sevdiğin bir sanatçıdan çıkan bir üründen nefret etmek. Düşündüm, taşındım ve MFÖ'nün dibe vurduğu yıllarda kaydedilen ve kamu spotu dışında hiçbir şeye benzemeyen bu şarkıda karar kıldım. Sanki söz - müzik Mazhar Alanson değil de Hasan Cihat Örter. Aynı grubun "Adı Naim"i de bir o kadar nefret ettiğim başka bir şarkı olsa da grup o şarkıyı albümlerine alma hatasına düşmediği için şarkı listeye giremedi. Halbuki MFÖ'ye de neredeyse hayranımdır.

Day 3: Seni mutlu eden şarkı
Happy Together



Tospağalar'dan geliyor: "Happy Together". Salgılattığı endorfinin sadece sözlerle alakası yok. Adamlar öyle güzel bir melodi bulmuşlar ki "for all my life" diye eşlik ederken bir kutu çikolata yemiş gibi hissediyorum.

Day 4: Seni mutsuz eden şarkı
The Day Before You Came



Çok güzel bir ülkede yaşıyorsun ama bir şeyler eksik. Sekizde evden çıkıyorsun. Trenin her zaman dakik. Haberleri okuyorsun, beğenmiyorsun. İşler birikmiş ofisinde. Her gün aynı saatte, aynı insanlarla yemektesin. Beşte işten çıkıyorsun. Eve giderken yolda paket yaptırıyorsun. Onu yerken televizyona bakıyorsun. Sevdiğin dizinin her bölümünü izlemişsin. Saat onda yatağa geçiyorsun. Bir şeyler okuyup uyuyorsun. Dışarıda deli gibi bir yağmur yağıyor. Hayat böyle geçip gidiyor. Ta ki aşk kapını çalana kadar.

Day 5: Birini hatırlatan şarkı
The Unforgiven II



Yıl 2001. Okulda her hafta bir kez klasik gitar dersine gidiyordum. Ayrıca haftada iki kez de ders sonrası dershane etütü vardı. Normalde başka zamanlarda olan etüt, bir kere gitar dersi sonrasına denk geldi. Dershaneye de gitarla gitmek zorunda kalacaktım. Bundan memnun değildim çünkü "hadi çal bir şeyler" diyeceklerini biliyordum. Sınıfa girdim, tabii klasik sorular başladı: "aa ne zamandır çalıyorsun? öğrenmesi kolay mı? bize de bir şeyler çalabilir misin?". Bu sırada - şimdi adını hatırlamadığım - daha hiperaktif diyebileceğimiz bir arkadaş yanıma çalıştı. Kafa sallayıp, elleriyle "mosh" yaparak "Metallica, Unforgiven 2" dedi ve gitti. Neden bir soru sormadı? Neden klasik gitarı metale bağladı? Ve önemlisi neden Unforgiven 2? Ne zaman bu şarkıyı görsem, bu adsız kahraman gelir aklıma.

Day 6: Bir yeri hatırlatan şarkı
Superjeilezick



Saat 11:11, güneş bulutların ardında gizli. Hava buz gibi. Sokaklar dolu. Herkesin boynunda kırmızı beyaz bir atkı. Kimisi Süper Mario olmuş, kimisi bir palyaço. Arabalardan çikolatalar fırlatılıyor etrafa. Dakikalar geçtikçe görüntüler bulanıklaşıyor. Tek bir şarkı var etrafta o süper, muhteşem zamanı anlatan.

Day 7: Bir şeyi hatırlatan şarkı
Killing Me Softly


Eylül 2002, Edirne'den İstanbul'a temelli taşınmışım. Yeni bir şehir, yeni bir okul, yeni arkadaşlar. İlk haftasonu teyzemlere gidiyorum. Arabada Joy FM dinlemeyi seviyorlar. DJ de sık sık bu şarkıyı çalıyor. "Güzel şarkıymış" diyorum. Lakin sonra işler karışıyor. AVM'ye gidiyorum, bu şarkıyı duyuyorum. Beyoğlu'nda yürüyorum bir yerden bu şarkı çıkıyor. En sonunda bir film izlemeye gidiyorum: adı "About A Boy". Filmin finalinde bilin bakalım hangi şarkı çalıyor?

Day 8: Tüm sözlerini bildiğin şarkı
November Rain


Düşündüm taşındım. Sözlerinin hepsini bildiğim çok şarkı olduğunu sanırdım. Hepsinin bir yerinde takıldım. Takılmadan takır takır söylediğim ilk şarkı ise bu 9 dakikalık şaheser oldu. Gitar sololarını mırıldanarak söylemem de cabası.

Day 9: Dans ettiğin şarkı
Baby's On Fire


DJ Hi-Tek'in beat'ini ve Ninja abinin vokalini duyduğum anda ayağımın hareketlendiğini hissediyorum. Yolandi yengenin rap kısmı girdiğinde ise dans etmemek için kendimi zor tutuyorum çünkü şarkıyı genellikle mp3 çalarımdan dinliyorum. Ama konserlerine gittiğimde frenleri boşalmış kamyon gibi dans ettim mi? Ettim.

Day 10: Seni uyutan şarkı
Good Night


Sadece isminden seçtiysem şerefsizim. George Martin öyle yaylılar koymuş ki şarkıya, daha ilk nota yumuşacak bir yatak, ikincisi pofuduk bir yastık gibi. Ortam hazırlandıktan sonra Ringo Starr da ninniye başlıyor. Şarkı yavaş yavaş biterken, ışıkların kapandığını hissediyorum. Perdeler çekilmiş. Gözlerim kapanıyor. Gözlerim. Gözzz.zzz....zzzzzz..zzzzz..........

Day 11: Sevdiğin bir gruptan bir şarkı
Infinite Dreams


Büyük ihtimalle en kolay cevapladığım soru bu oldu. İşte bana Iron Maiden'ı sevdiren şarkı. Muhteşem bir başlangıç. Değişip duran bir melodik yapı. Rüyalar ve kabuslar. Iron Maiden'dan birinin isteyebileceği her bir şeyi bulunduran bir şarkı.

Day 12: Nefret ettiğin bir gruptan bir şarkı
Boom Boom Pow


Eğer "Black Eyed Peas" bir grup değil de "Fergie feat. will.i.am" adında bir proje olsa umrumda olmazdı. Ancak ben bu arkadaşların "Where's the Love?" ile toplumsal olaylara duyarlı ve iyi bir hip-hop ve R&B grubu olarak piyasaya çıktığını net hatırlıyorum. "Shut Up" ve "Let's Get Retarded" ile eğlenceli yüzlerini gösterdikten sonra ise saçmalamaya başladılar. Herhalde hem grup kimyası hem müzik hem de söz olarak dibi gördükleri nokta burasıdır. Viral reklamlar. Auto-tune. Grubu sevmiyorum, bu şarkıdan ise nefret ediyorum.

Day 13: "Guilty pleasure"
Blank Space


Çok seviyorum diyemem ama kendimi bazen bu şarkıyı söylerken bulabiliyorum. Çok güzel bir beat bulmuş namussuzlar. Tekerleme gibi de sözler. Ayrıca herhangi bir pop şarkıdan farklı olarak anlattığı bir şey var. Hem de anlattığı şey anormal bir aşık. Ağlak ya da aptal pop şarkılarından fersah fersah uzak.

Day 14: Senin sevdiğine inanılmayacak şarkı
Turn Down for What


Beni bilen bilir. Her türlü müziğe açığım. Bu nedenle benim sevdiğime inanılmayacak bir şarkı bulmak zor oldu. Sonunda DJ Snake ve Lil Jon'un ortak eseri Turn Down for What'a karar verdim. Adının başında DJ olan herhangi birini dinleyeceğimi, dinlesem bile seveceğimi sanmıyorum. Lil Jon ise tipi olsun müziği olsun yakınından geçmeyeceğim biri. Trap nasıl bir müzik türüdür bilmem. Ama bu şarkı beni delirtiyor. "Guilty pleasure" falan değil, gerçekten muhteşem bir şarkı bu. Nakarata doğru yükselen müzik, kısa bir es ve ana melodi ki bu basit melodiye değişik varyasyonlarla, dinleyiciyi sıkmadan kullanmışlar. Helal olsun.

Day 15: Seni anlatan şarkı
The Boxer


Şimdi yıllar yuvarlanıp gidiyor yanımdan ve düzenli olarak sallıyorlar. Daha önce olduğumdan daha yaşlıyım ve olabileceğimden daha gencim ve bu olağandışı değil. Hayır, bu garip değil. Değişimler değişimleri takip ederken biz öyle ya da böyle aynıyız. Değişimlerden sonra biz öyle ya da böyle aynıyız.

Day 16: Eskiden sevdiğin, şimdi nefret ettiğin şarkı
(Everything I Do) I Do It for You


Nefret etmek biraz ağır kaçıyor ama bu şarkıdan çok da hoşlanmadığım bir gerçek. Ah ah, eskiden böyle miydi? Mini mini veletler olarak İngilizce hocasının isteğiyle yıl sonu gösterisinde söylemedik mi bu şarkıyı sınıfça? Söyledik. Sözleri de anlayabildiğimizden "Vay be, işte aşk böyle bir şey" de dedik. Peki şimdi? Sadece meh. "Biliyorsun ki doğru, ne yaparsam senin için yaparım". Ok.

Day 17: Radyoda çok duyduğun bir şarkı
Tattoo on My Brain


İsviçre radyoları sağolsun beynimin içine dövme gibi işledi bu şarkıyı. He he. Anlamadınız mı? Hani şarkının adı, dövme, beyin? Neyse, müzik namına pek bir şey üretemeyen İsviçreliler'e bir süre yetecek kadar iyi bir hit. Çocuk, kızla tanıştığında kızın adını iki kez sormuş. Şimdi ise kızın adını aklına kazımış. Aferin genç adam.

Day 18: Radyoda daha çok çalsaydı dediğin bir şarkı
Square Hammer


Metal ile popun muhteşem karışımı. Bir papa, beş gulyabaniden oluşan bir grup için inanılmaz akılda kalıcı bir şarkı. Her yeni işlerinde daha çok Ghost hayranı oluyorum. Grubun yeni şarkısının da radyolarda bol bol çalmasını çok isterdim. Karanlık ve bunaltıcı Metal dünyası için de bayık birbirinin benzeri pop şarkılar dünyası için de tertemiz bir hava. İsveç'ten güzel müzik çıkmama ihtimali var mı ki zaten?

Day 19: Favori albümünden bir şarkı
The Four Horsemen


Ve peygamber ilk mührü açtığında, ilk atı gördüm. Atlı, bir yay tutuyordu. Ve peygamber ikinci mührü açtığında, ikinci atı gördüm. Atlı, kılıcını tutuyordu. Ve peygamber üçüncü mührü açtığında, üçüncü atı gördüm. Atlının bir terazisi vardı. Ve peygamber dördüncü mührü açtığında, dördüncü atı gördüm. Atlı, bir veba idi. Öndeki at beyazdı, ikinci at kırmızıydı, üçüncü siyahtı, sonuncu yeşildi. Mahşerin dört atlısı. Dört nala geliyorlar. Çal gitarını bre Gümüş Argyris.

Day 20: Sinirliyken dinlediğin şarkı
Get Your Gunn


"Goddamn your righteous hand!" Manson'ın Sweet Dreams ile ana akıma düşmediği, İsa karşıtı Süperstar olmadığı dönemlerden çatır çatır bir şarkı. Aslında sinirliyken özellikle bir şarkı açıp dinlediğim yoktur ama eminim ki öfke patlamaları bu şarkının bağırış çağırış nakaratı ile pek bir iyi gider.

Day 21: Mutluyken dinlediğin şarkı
Detroit Rock City


Şarkının öyküsü öyle çok mutluluk verici değil aslında. KISS konserine gitmek için yola çıkan ama alkole uyuşturucuya abanıp hız yaptığı için karıştığı kazada ölen bir KISS hayranını anlatıyor. Lakin şarkı o kadar gaz ki mutluluğa mutluluk katıyor. Bir nevi yasal doping. "You gotta lose your mind in Detroit Rock City!"

Day 22: Üzgünken dinlediğin şarkı
Dominoes


Farkettim ki üzgünken özellikle dinlediğim bir şarkı yok. Sonra kendime üzgünken ne dinleyeceğimi sordum. Büyük ihtimalle Syd'e sığınırdım. Dominoes da en uygun tercih olurdu. Evet, hüzün var ama çocuksu bir hüzün. Sen ve ben ve dominolar. Şu kısa hayatta üzgün kalmanın ne kadar absürt olduğunu yüze vuruyor bu şarkı.

Day 23: Düğünde çalmasını istediğin şarkı
Bana ellerini ver



Zaten yapılmışı var.

Day 24: Cenazende çalmasını istediğin şarkı
Epitaph



İlk dinlediğim anda bile "cenazemde bir şarkı çalacaksa bu olmalı" diye düşünmüştüm. Epitaph'ın mezar taşına yazılan yazı anlamına geldiğini bilmiyordum daha. Ayrıca bir çok insanın da böyle düşündüğünü bilmiyordum. Bazen "ulan cenaze zaten hüzünlü bir şey, eğlenceli bir şey çalsa daha iyi değil mi?" diyorum ama melankolik bir görkemi de sevmiyor değilim. Gerçi bizim geleneklerde böyle bir şey yok. Zaten öldükten sonra neyin çalıp çalınmadığını da bilemeyeceğime göre çok da önemli bir konu değil.

Day 25: Seni güldüren şarkı
The Duck Song



Yine bir Cuma akşamı bir şişe kırmızı şarabımı bitirirken ördeklerden konu açılınca bulmuştum bu şarkıyı. Deli gibi güldüm. Sabah ayık kafayla izledim yine güldüm. Sonra gitarda çalarken güldüm. Hala dinleyince gülümsememem imkansız.

Day 26: Bir enstrüman ile çalabildiğin şarkı
The Temple of the King


Çalabildiğimiz şarkılar var Allah'a şükür. Kimi iyi, kimi ite kaka. Ancak solosuyla, introsuyla, akoruyla, arpejiyle iyi bir uyum içinde çalabildiğim en iyi şarkı şüphesiz Dio ve Blackmore babaların ölümsüz eseri Kralın Tapınağı

Day 27: Bir enstrüman ile çalabilmek istediğin şarkı
Still Got the Blues



Evet az çok gitar çalabiliyorum ama hem parmaklarımın aşırı uzun olmaması, hem başlangıçta doğru eğitimleri alamamam, hem de zaman sıkıntısından dolayı antrenman yapamamdan dolayı, biraz zor bir gitar solosu (mesela tapping gerektiren bir solo) karşıma çıktığıda çalamıyorum. Düşündüm düşündüm, hangi soloyu kusursuz çalabilmek isterdim diye. The Final Countdown'dan Still Loving You'ya kadar bir çok klasik aklımdan geldi geçti. Yine de Gary Moore babanın bu şarkının sonunda çaldığı soloyu çalabilseydim, gitarı zirvede bırakabildim.

Day 28: Seni suçlu hissettiren bir şarkı
When the Children Cry


Bu dünyayı bu hale ben getirmedim. Keşke elimden bir şeyler gelebilse, bunu çok kez bu blogda yazdım. Yapabileceğim tek şey etrafımı mutlu edip, küçük dünyamı bir nebze daha güzel kılmak. Ama Musul'da, Medellin'de, Cizre'de, Pyongyang'da, Zürih'te çocuklar doğuyor. Şartlar eşit olmaktan çok uzak. Elinde gücü olanlar bunu düzeltmeye yanaşmıyorlar. Herkes daha da içine kapatıyor, herkes komşusuna düşman. Kısacası bu şarkıyı dinlerken tüm bunların sorumlusu sanki benmişimcesine suçluluk hissediyorum.

Day 29: Çocukluktan bir şarkı
Ölünce Sevemezsem Seni



El kadar bir çocukken "damar" şarkılar dinleyip hüzünlenmek bir Türk geleneği midir bilinmez. Lakin öz irademle aldığım ilk kaset olan "Gittiğin Yağmurla Gel"den bu şarkı beni hala her dinlediğimde çocukluğuma götürüyor. "Sevişmek hüner değil" kısmını yaş kemale erdiği için artık utanmadan söyleyebiliyorum, gerisinde ise bir değişiklik yok.

Day 30: Geçen sene bu aralar dinlediğin bir şarkı
Dancing with the Moonlit Knight



Temmuz 2015'te Toulouse'da kurulan bir sokak pazarında akli melekelerini kaybetmiş bir Fransız'dan almıştım yırtık pırtık "Selling England by the Pound" plağını. Peter Gabriel'in içe işleyen vokaliyle başlayan albümün neredeyse her şarkısı bir efsane ama Ekim ayına gelip, plağı yalayıp yuttuğımda aklıma kalan yine o ilk dizeler: "Can you tell me where my country lies?"



Piyanist

by 02:24:00
Bir cumartesi, saat dokuz
Her zamanki ekip içeri girer
Yanımda oturan yaşlı bir adam
Toniği ve cini ile meşk eder

Der ki "Oğlum, bana bir anı çalar mısın
Hatırlamıyorum devamını
Ama üzgündü ve şekerdi
Ve bilirdim hepsini
Yaşarken gençlik yıllarımı"

Bize bir şarkı söyle, piyanistsin sen
Bize bu gece bir şarkı söylüyorsun
Bak, hepimiz bir melodiye hazırız
Ve sen bizi iyi hissetiriyorsun

Şu bardaki John benim arkadaşım
Bana bedava verir içkileri
Ve bir espiri patlatır ya da sigaranı yakar
Ama vardır başka bir yer, olmak istediği

Der ki "Bill, biliyorum, burası beni öldürüyor"
Bir gülüş kaçarken yüzünden
"Bak, eminim ki bir film yıldızı olabilirdim
Eğer kaçabilseydim ben bu yerden"

Şu Paul bir emlakçı ve bir yazar
Evlenmeye zaman bulamayan
Ve konuşuyor Davy ile, donanmadaki
Ve hayatının sonuna dek orada kalacak olan

Ve garson kız politika çalışıyor
İş adamları yavaşça sarhoş olurken
Evet, yalnızlık adında bir içki paylaşıyorlar
Ama daha iyidir yalnız içmekten

Bize bir şarkı söyle, piyanistsin sen
Bize bu gece bir şarkı söylüyorsun
Bak, hepimiz bir melodiye hazırız
Ve sen bizi iyi hissetiriyorsun

Cumartesi için iyi bir kalabalık
Ve müdür gülümsüyor bana
Çünkü bilir ki geldiler benim için
Hayatı bir süre için unutmaya

Ve piyanonun sesi bir karnaval gibi
Ve mikrofonun kokusu sanki bir bira
Ve otururlar barda ve verirler ekmek paramı
Ve derler "Ne arıyorsun burada?"

Bize bir şarkı söyle, piyanistsin sen
Bize bu gece bir şarkı söylüyorsun
Bak, hepimiz bir melodiye hazırız
Ve sen bizi iyi hissetiriyorsun

Billy Joel







İki günde Prag

by 22:52:00

Benim çekmediğim temsili bir resim

Doğrusunu söylemek gerekirse - ve biraz da utanarak söylüyorum bunu - Prag'a doğru yola çıkmadan önce bu şehir hakkında bildiklerimi şöyle bir gözden geçirdiğimde elimde pek de bir şey yoktu: Doğu Avrupa'nın güzel bir şehri, ucuz bira, güzel binalar, kapkaça uğrama ihtimali, Tomas Sivok, Sparta ve Slavia Prag... Peki ya gerisi? Yok. Utanç verici. Nerelere gidilmesi gerektiğini bilmiyorum, bir tane Çekçe kelimeden haberdar değilim, gelenek görenek hakkında bilgi sahibi değilim. Bir gün öncesinden kalemi kağıdı (daha doğrusu cep telefonunu) elime aldım, döktüm bilgileri önüme. Şehre gidince de öğrendiklerim, gördüklerimle de zaman içinde gelişen bir gezi planı ortaya kendiliğinden çıktı. Bana da bunları ölümsüzleştirmek ve bu güzel yere gidebileceklerle paylaşmak kaldı.

Havaalanından şehre

İşte yine başlıyoruz. Havaalanına indikten sonra ilk yapmak gereken şey tabii ki Çek Korunası almak çünkü arkadaşlar euro kullanmamaktalar. Bu işlemden sonra şehre gitmeye hazırız. Şehre gitmenin yine her zamanki gibi birden fazla yolu var. Birinci seçenek ekspres otobüs. Havaalanının hemen dışından kalkan ve 60 koruna tutan bu otobüsler şehirde beş durak geziyormuş sanırım. İkincisi 119 numaralı otobüs. Bu da aynı otobüs durağından kalkıyor. Durağın hemen yanındaki otomatlardan alınacak bir bilet yeterli olacak. Biletler 30 dakika, 60 dakika, günübirlik gibi seçeneklerde. Yarım saatlik bilet 24 koruna ve şehre gidene kadar iş görmekte. Bileti aldıktan sonra otobüs içindeki makinalarda okutmak gerekiyor. Yani 30 dakika bileti aldığınızda değil, bileti okuttuğunuzda başlıyor. Ancak bu otobüs sizi şehir içinde bırakmıyor. Son durağı Nádraží Veleslavín olan bu otobüsten inip, metroya binmek gerekiyor. Aldığınız bilet ise hala geçerli.

Neler görelim?

Tyn Katedrali
Kanımca yapılması gereken ilk şey eski şehri görmek. Staroměstská durağından inip eski şehrin meydanına kolaylıkla yürünebiliyor. Bu tarihi meydan 1992'den beri UNESCO Dünya Mirası listesinde. Bu meydanda ilk dikkat çeken Tyn Katedrali olsa da kanımca en ilginç olan bina Astonomik Saat. Büyük bir turist grubunun her zaman başında beklediği bu saat, 1410'dan beri çalışmakta. Her saat başı yapının çevresindeki figürler ses çıkararak hareket etmekte. Bu figürlerin bazıları ırkçı bir gelenekten kalma. Mesela bunlardan biri Türkleri sembolize ediyor ve de ölümü sembolize eden iskelet ile beraber hareket ediyor. Bunun yanısıra para kesesini sallayan bir de Yahudi var.

Buradan Vltava nehrine doğru gidilebilir. Nehirde turistik ve eğlence amaçlı botlar dışında, deniz bisikleti gibi daha küçük botlar da kullanılmakta. Nehrin üstünden geçen bir çok köprüden en önemlisi ve eskisi Charles Köprüsü. Girişi ve çıkışında kuleler bulunan bu köprünün sağında ve solunda da farklı heykeller bulunmakta. Genellikle sanatçılar bu köprü üzerinde para kazanmaya çalışmaktalar. Bu köprüden Prag Kalesi'ne yürüyebilirsiniz. Girişte çantalarınız kontrol ediliyor. Kalenin içindeki en dikkat çeken yapı Aziz Vitus Katedrali. Katedralin dış yapısı bol altın içerdiği için duvarlar parıl parıl parıldamakta. Etraftaki binalar ise eskiden saray olarak kullanılıyormuş. Ancak bildiğimiz görkemli, cafcaflı saraylardan çok farklı bir saray bu. İşaretleri okumazsanız saray olduğunu anlayamayacağınız kadar sade binalar bunlar.
İskeletin yanındaki "Türk"

Turist gözlerinden kaçan bir başka şey Vysehrad bölgesi. Burası da biraz önce bahsettiğim kale ile aynı mantıkta. Ancakburası klasik kaleye göre daha yeşil ama - nedendir bilinmez - daha az turist çekmekte. Buraya giderken Dans Eden Binalar adlı modern mimarinin ilginç örneklerinden birini görebilirsiniz.

Bunun dışında şehir içinde bir çok sinagog var. Prag, uzun bir süre için Yahudiler için çok önemli bir yer olmuş. Şehirdeki bütün Yahudi binalarını gezmenizi sağlayan bir bilet de varmış. Bunun yanında abuk sabuk onlarca müze var. Çakma bir balmumu müzesinden, yine çakma bir Steve Jobs ve Apple müzesine kadar farklı tarzda müzeler gördüm. Tabii ki bu müzelerin en önemlisi Franz Kafka Müzesi. Vakit sıkıntısından dolayı burayı göremesem de kendisinin şehirde bulunan iki heykelinden birini ziyaret ederek görevimi yerine getirmiş oldum.

Yemek - içme

Çok iyi
Eski şehir meydanında da göreceğiniz gibi Praglılar ete çok düşkün. Bu etlerin çoğu da domuz eti. Bizim kuzu çevirme tadında, ocak ateşinde domuz parçaları çevirip, bunları ekmek ile satıyorlar. Şehrin yerel yemeklerinden biri de domuz dizi. Yani etin hiçbir parçasını ziyan etmiyorlar. Bunun yanında Macarlar'dan kendilerine ulaşmış bir gulaş kültürü de var. Bunun dışında İtalyan ve Fransız restoranlarını da şehir içinde bulmak pek zor değil. Tatlı olarak şehrin değişik meydanlarında Trdelnik adlı tatlıyı görebilisiniz. Şekerli ekmek olarak tanımayabileceğimiz bu tatlının tanesi her yerde 60 korunaya satılıyor.
Bira gerçekten de sudan ucuz. Prag denince akla Budweiser Budvar gelse de bir restoranda bile kendilerine denk gelmedim. Staropromen ve Pilsner Urquell en çok denk geldiğim bira markaları oldu. İki biranın da koyu versiyonları var ve genellikle bu versiyonları tercih ettim. Pişman değilim. Bunun dışında Becherovka likörü Prag'ın en önemli içkilerinden biri. Yemek sonrasında içilen bu shot, öksürük şurubu tadında ve tarçınlı. Benim hoşuma gitti ama herkesin hoşuna gitmez. Son olarak Absinthe Prag'ın dikkat çeken içeceklerinden sonuncusu (ki aslında Prag'da değil İsviçre'de keşfedilmiş bir içkiymiş Absinthe). Duty Free'de farklı farklı bulunabilen absinthe'lerin bir modelinin içinde kocaman bir çekirge var. Almayı çok istedim ama onu alırsam evden kovulacağımı bildiğim için maalesef kendisine dokunamadım bile.

Prag'da dikkatimi çeken - ve çok da hoşnut olmadığım - bir şey hesaplara bahşişin dahil olmaması ama bahşiş ödemenin gerekliliğinin garsonlar tarafından ısrarla belirtilmesiydi. ABD'de de bu işin böyle olduğu söyleniyor ama ben şu ana kadar gezdiğim hiçbir ülkede böyle bir şey görmedim. Ayrıca hesabın masadaki kişiler tarafından ayrı ayrı ödenme isteği de sanki pek hoş karşılanmıyor gibi geldi bana.

Notlar

  • Prag'daki şoförler de bizimkiler gibi deli araba kullanıyor. Otobüslerde sağdan sola savrulmak çok doğal. Sıkı tutunun beyler bayanlar.
  • Garsonlar çatır çatır İngilizce ve Almanca konuşuyor. O kadar ki sipariş almaya geldiklerinde bile sizin Çek olabileceğinize ihtimal vermeyerek muhabbete İngilizce başlıyorlar. Bunun da nedeni Prag'da gerçekten çok turist olması. İnanılmaz.
  • Segway turları çok yaygın ama biraz pahalı. Öte yandan TripAdvsiyor yorumlarında bu kadar beğenilen başka bir tur hayatım boyunca görmemiştim. Neredeyse herkes Prag'ı Segway ile gezmekten memnun. Ah biraz daha vaktim olsaydı.
  • Doğu Avrupa diyoruz ama Prag aslında Viyana'nın daha batısında. Tabii ki bu Doğu Avrupa lafının coğrafyayla da pek bir ilgisi yok. Hediyelik eşya dükkanlarında bu kadar çok Matruşka bulunduran bir Batı Avrupa ülkesi hayal etmek zor.
  • Prag, bana herhangi bir Avrupa başkentinden daha ucuz gelmedi (bira dışında).
  • Ayrıca Franz Kafka'yı kınıyorum çünkü Prag herhangi bir şekilde depresiflik yaratacak bir şehir gibi de gelmedi (kışın nasıl olur, onu bilemem tabii).
  • Sonuç olarak, memnun kaldım beyler bayanlar. Üç günlüğüne gidin, rahat rahat gezin. Olmadı, sabahları erken kalkarsanız iki günde de şehri kolaylıkla bitirirsiniz.

Kendi kalesine gol atıp tur atlayan takım

by 23:48:00
Hadi bugün bir futbol maçından bahsedelim. Geçen gün izlediğim "en komik goller" videosunun bir numarası gerçekten de saçma sapan bir goldü. Bir takımın kalecisi ve defansı birbirlerine boş bir pozisyonda üst üste paslar verirlerken bir anda defans oyuncusu "eyhh yeter be!" diyerek kendi kalesine topu yuvarladı.


Peki bunun bir anlamı var mıydı? Görüntü çok absürttü, golü açıklayan spikerin ise anlattıkları daha absürttü. Ufak bir araştırma ile dünyanın en ilginç futbol maçlarından birini öğrenmiş oldum.

Yıl 1994. Karayip ülkelerinin kendi aralarında düzenledikleri Karayip Kupası'nın altıncısı Trinidad ve Tobago'da oynanacak. Takımlar önce başka ülkelerdeki eleme gruplarında mücadele edecekler, grup birincileri ise final turnuvasına katılacak. Ancak elemelerden önce Kuzey Amerika Futbol Federasyonu (CONCACAF) önemli bir kural değişikliğine gitmeye karar verir. Oyunu daha heyecanlı hale getirmek için getirilen kurallar şunlardır:
  1. Her maçın bir galibi olmak zorundadır.
  2. Eğer maç berabere biter ise maç uzatmalara gider.
  3. Uzatmalarda "altın gol" kuralı işlemektedir.
  4. Ancak "altın gol"ün değeri 1 değil 2 goldür.
  5. Eğer eşitlik bozulmazsa maç penaltılara gider.
  6. Penaltıların skoru ne olursa olsun, galip takım maçı 1-0 kazanmıştır.
Kuralları öğrendiğimize göre ilk gruba gidelim: Barbados, Grenada ve Porto Riko. İlk maç Porto Riko, Barbados'u 1-0 yener ve karmaşık kurallara gerek kalmaz. İkinci maç Grenada ve Porto Riko 0-0 berabere kalır. Uzatmalarda Grenada altın golü atar ve maçı 2-0 kazanmış olur (bakınız: Kural 4). Son maç ev sahibi Barbados ve Grenada arasındadır. Maçtan önceki puan durumu şudur:


Bu şu demek: Alacağı her puan Granada'yı birinci yapar. Hatta Granada, Barbados'a bir farkla yenilse bile averaj ile birinciliğini korur. Barbados ne zamanki maçı iki farkla kazanır, o zaman turnuvaya katılabilir.

Bunun bilincinde olan Barbados, maça etkili başlar ve gerçekten de 2-0 öne geçer. Lakin, 83. dakikada Granada bir gol bulur. Barbados ise son dakikalarda baskısını arttırır arttırmasına ama bir türlü golü atamaz. Bu sırada teknik direktörün aklına muhteşem bir fikir gelir. İki farka başka bir şekilde ulaşacaktır. Son dakikalarda son bir gol atmak yerine, maçı uzatmaya götürürlerse uzatmalarda atacakları tek bir altın gol ile maçı 4-2 bitecektir. Bu nedenle Barbados'un defans oyuncusu kaleci ile paslaşır gibi yapıp golü kendi kalesine atar. Böylece maç 2-2 olmuştur ve böyle biterse uzatmalara gitmek zorundadır.

Granada takımı, rakibin kendi kalesine attığı bu beklenmeyen golle beraberliği yakalayınca önce bir duraksar. Daha sonra teknik direktörleri futbolcularına emri verir: "İki kaleden herhangi birine gol atın!". Eğer Granada, Barbados'a gol atarsa maçı 3-2 kazanıp puan ile tur atlayacaktır. Eğer Granada, kendi kalesine gol atarsa maçı 3-2 kaybedip averaj ile tur atlayacaktır. Hal böyle olunca, futbol sahalarında görülmeyen bir şey olur. Barbados oyuncuları ikiye ayrılıp iki kaleyi de gole kapamaya çalışır. Kafası karışan Granadalı futbolcular ise ne kendi kalelerine gol atabilir ne de rakip kaleye. Barbados futbolcuları topu auta da çıkarmadığı için Granada kalecisine kendi kalesine yuvarlayabileceği bir aut atışı şansı da doğmaz. Maç 2-2 sona erer ve uzatmalara gider.

Uzatmalarda hangi takım golü atarsa, o takım maçı 4-2 kazanıp tur atlayacaktır. Doğru strateji ile maçı uzatmalara götüren Barbados, uzatmalarda golü bulunca maçı kazanarak averaj ile tur atlar. Son puan durumu şöyledir:


İşin ilginci elemelerdeki ve turnuvadaki tek karmaşa bu maçta yaşanmamıştır. 
  • 4. grubun lideri Dominika ve sonuncusu Montserrat arasındaki maç tribün olayları nedeniyle oynanmamıştır. Bu nedenle grubun liderini gruptaki son maç olan Saint Kitts ve Nevis - Antigua ve Barbuda maçı belirleyecektir. Ancak bu maç da bilinmeyen bir nedenle oynanmaz ve Dominika son maçına çıkamamasına rağmen tur atlar. 
  • 6. grupta Küba maçlara çıkmayınca Haiti ve Dominik Cumhuriyeti arasında oynanan tek maç birinciyi belirlemek için yeterli olur.
  • Final turnuvasına katılan Haiti takımındaki futbolcuların bazıları 1991'de darbe yaşamış Haiti'ye dönmek istemez ve Trinidad ve Tobago'daki ABD büyükelçiliğine giderek mültecilik başvurusunda bulunur. Ancak büyükelçilik, futbolcuların bu başvuruyu ABD'den ya da Haiti'den yapması gerektiğini belirtir ve başvuruları işleme koymaz. Futbolcular da çaresizce ülkelerine geri döner.
Böyle olaylı bir turnuvanın sonunda CONCACAF, koyduğu bu karmaşık kurallardan anında vazgeçer. Barbados ve Granada arasındaki maç da futbol tarihine geçer. Bu maçta günümüze ulaşan görüntüleri de meraklıları için şöyle bir bırakayım.

Blogger tarafından desteklenmektedir.