hayat
Ne güzeldi bu doksanlar
1990'ların ikinci yarısını yakaladığım için ne kadar mutluyum, bilemezsiniz. Bazen "90'larım" geliyor, açıyorum YouTube'u, değmeyin keyfime. Şu sorunun cevabını hala veremedim ama: o dönemin ürünleri, yaşam tarzı vesaire çocuk olduğum için mi güzel geliyordu yoksa harbiden de güzel miydi? Bilemiyorum.
Aslında bu konuda yazmak azıcık da geriyor beni çünkü "Ya 90lar ne güzeldi, tasolar vardı hatırlar mısın ehe mehe?" diye başlayan kaç tane muhabbet oldu kim bilir bu seneler içinde. Sağolsun, Okan Bayülgen bir ara her hafta 90lar yapıyordu neredeyse. İlk 90lar programına denk gelmiştim, sonra bi daha yapmak istedi. Oturdum izledim, o da ne? Adam gitmiş aynı programı yapmış. Sonra dizisi falan başladı zaten. Ancak, ne yapayım? Bir an şöyle doksanlara dönmek istedim.
--
Üç oda, bir salon bir ev. Kardeşimle aynı odada kalıyoruz. Sabah uyanıyorum, salona gidiyorum. Kardeşim çoktan uyanmış, televizyonu açmış. Çizgi film izliyor. Ben de hemen ona eşlik ediyorum. Kanal D'de sevimli kahramanlar. Belki de aynı bölümü onlarca kez izlemişim ama yine de gülüyorum. "-Buraların büyüğü o bir başka, Bugs Bunny, Bugs Bunny, çok yaşa". Yıllar sonra kardeşimin uzaktan yakından erken kalkmayla alakası kalmıyor. Televizyon kanalları ise sabah saatlerinde çizgi film yayınlamak yerine Müge Anlı'nın insanlığı çok ilgilendiren o muhteşem programı ve benzerlerini yayınlamayı tercih etmiş. Sağ tarafımda bir kitaplık var. Bir 1980'ler modası olarak Meydan Larousse ve Ana Brittanica'lar dizilmiş. 1989'de satın alınmış. Hala SSCB ve Doğu Almanya'dan bahsediyor ama dünya bir kaç sene içinde o kadar değişmiş ki. Ömrüye Teyzem kahvaltıyı hazırlamış, bizim için de salonu kurmuş. Kardeşim pek yemiyor, çizgi film izlemeye dalmış. Ben ise ikisini birden yapıyorum. Gözlerimde da renkli çerçeveli bir gözlük. Çizgi filmler bitince de Kral TV'yi açıyorum. Yılmaz Morgül, "Elveda İstanbul"u söylüyor. Taklit ediyorum.
Mavi önlüğümü giyiyorum. Beyaz yakamı takıyorum. Büyük ihtimalle önlüğün düğmelerini yanlış bağlıyorum. Uzun süre böyle oldu zaten. Sonra korna çalıyor dışarılardan. Anlıyorum ki servis gelmiş. Servis dediğim de sarı bir ticari taksi. Küçük şehirlerde taksi pek kullanılmadığı için bu işe girmişler. Merkez Taksi durağından Yavuz Abi. Kel ve pala bıyıklı ama dünya tatlısı bir adam. Kardeşimle servis bindikten sonra daha 3-4 kişiyi daha topluyoruz evlerinden. Bazen önde oturuyorum, kasetleri ben takıyorum. Cengiz Kurtoğlu'nu öyle öğrenmiştim mesela. Bir de Grup Vitamin kasedi vardı. Ne kadar çok gülerdim şarkılarına. Hoş, yıllar geçti, hala gülüyorum. Sonra Andımız'ı okuyoruz okula gittiğimizde (Bu da nostaljik oldu, şaka maka). Bazen önemli bir gün oluyor, diyelim ki Öğretmenler Günü. Bazı çocuklar merdivenlere çıkıp şiir okuyor. Mesela koro çıkışı Öğretmen Marşı'nı söylüyor. Ders kaynadı diye seviniyorum ama müdür başladı mı nutuk atmaya sıkıntıdan patlıyorum. Sırtımda benden büyük çanta, üstümde manto, arkadaşlarla şakalaşıyoruz.
Sınıflar 35 kişi. Genelde önlere oturuyorum, ki bu boyumun çok uzun olmaması ve sınıfın çalışkanı kontenjanını işgal etmekten ötürü olsa gerek. Sınavlarda aramıza çanta koyuyoruz. Tahtaya çıkıyoruz soru çözüyor. El kaldırıyoruz. Bir gün tahtada öğretmenim bana soru çözdürüyordu. Sayı doğrusu çizmemi istedi. Lakin, benim sayı doğrusu çizme tarzım biraz farklıydı. Önce doğruyu çizip sonra çentik atmak yerine, küçük bir çizgiden sonra çentik atıp sonra bir küçük çizgi çekip sonra yine bir çentik atıyordum. Öğretmen, bir türlü benim öteki şekilde çizmemi sağlayamadı. "Sana doğru çizdirmek, deveye hendek atlatmaktan zormuş" dedi. İlkokul hayatım boyunca hiç bu kadar bozulmamıştım. Niyeyse sanki bana "deve" demiş gibi gelmişti. Halbuki kadıncağız haklıydı. Çocuksun işte, anlamıyorsun ve alınıyorsun.
Ben uzun yıllar boyunca "0.5 ucu olan var mı?" sorusunu duymadım. Bize çok geç geldi o teknoloji. En afilli kırtasiye malzemesi (nasıl anlatacağız bakalım) bir tübün içinde bir kaç kurşun kalem kurşununu içeren kalemlerdi. Hani kullanırsın da kurşun biter. Sonra da o parçayı çıkarırsın, kalemin arkasından sokarsın da tübün içindeki diğer şeyleri ittirir ve plastiğe bağlı yeni bir kurşun çıkar (anlatamadım galiba). Bir dönem ben de silgimi kolye gibi boynumda taşımıştım ama sonra pek cool olmadığı için (yaş 9) onu kullanmayı bıraktım. Sonra da hep kayboluyordu tabii ki.
Tenefüslerde top oynardık. Daha doğrusu top yaratırdık. Genellikle meyve suyu kutusunu ezip. Azıcık şanslıysak okul bahçesinin dışındaki marketten top alabilirdik ama ya patlardı ya dışarı kaçar da alamazdık. Ben o tenefüs maçlarını çok severdim. Bir kere çok güzel bir gol atmıştım da (Meyve suyu kutusuna falso vermiştim diye hatırlıyorum. Gerçekten öyle bir şeyin olma ihtimali var mı bilmiyorum ama) dersten sonra gidip defterime golün nasıl gerçekleştiğini çizmiştim. O zamanlar o tenefüs maçlarında hangi takımın hangi takımı kaç kaç ve kimin golleriyle yendiğini de not alırdım. Sanki UEFA gözlemcisiydim. Şimdi düşününce, diğer çocukların bu maçları benim kadar önemsemediğini hissettim. Ştt gençler, siz de bu maçları bir yere not aldınız di mi lan? Yoksa bir tek ben mi böyle gariptim? Hayatım boyunca ne kadar anlamsız şey varsa, fiziksel olarak not almasam da zihnime not etmişimdir zaten. Bazı gereksiz şeyleri çok önemsiyorum ara ara.
Çıkışta servise geri binmeden, seyyar satıcıdan bir şeyler alırdık. Annemin uyarıları çınlardı kulaklarımda. Biraz utanırdım açıkcası ama alırdım yine de. Sonuçta arkadaşlarım da alıyor. Sonra eve dönerdim kardeşimle beraber. Döndüğümüzde de Power Rangers'ı yakalardık. Bir bölüm izledikten sonra da gelsin yastık dövmeler. Bazen gaza gelip birbirimize de dalaşırdık. Zaten kendimi bildim bileli kardeşimle kavga etmişimdir. Sonra İstanbul'a gittim ve onu özlemeye başladığımı farkettim. Şimdi ise çok seviyorum keratayı.
Ancak akşam vakti annem ve babamı görebiliyorduk. Annem, gelirken gazeteleri alıyordu. Bazen de bizim için dergi getirirdi. Donald Duck dergisi vardı mesela. Ne kadar çok severdim. Hugo'nun da bir dergisi vardı diye hatırlıyorum. Üyelik kartı alıp, kaydolmuştum. Bir gün beni ararlar diye hep bekledim. Aramadılar. Bu arada Hugo'nun neredeyse her bölümü izlemiş biri olarak Hugo'ya küfreden çocuk efsanenin gerçek olmadığını bir de benden duyun isterim. Sonra annem yemek yapardı. Annesi köftesi ve anne patates kızartması geliyor aklıma. Sağlığa zararlı diye o kızartmaları yapmayı bıraktı annem. Köfteye devam ama. Yıllar sonra da ben ondan aldığım tarifle bambaşka diyarlarda o köftelerin benzerini yapacaktım. Babam ise tartışma programları izlerdi. Yıl 2013, hala izliyor. Bugün yaptığı yorumları, o zaman da yapıyor muydu acaba?
Çelik'i çok severdim, o zamanlar. Mesela "Hercai" vardır. 10 yaşındaki çocuk Hercai'den ne anlar? Şarkıyı yaşıyordum. Çok saçma ama öyle. Aşık olduğum bir kimse yoktu ama gerçekten bir şeyler hissediyordum o şarkıyı dinlediğimde. Genlerimde anlamsız bir duygusallık yüklü.
Oyuncaklarla çok oynadım. Ancak onları asla bir oyuncak gibi görmedim. Bunu bloga yazmış olabilirim ama bir daha yazayım. Oyuncaklarımın kendi ülkeleri olup bu ülkelerin yaptığı savaşta iki oyuncağım hayatını kaybetmişti. Abi insanın oyuncağı nasıl ölür ya? Hiç unutmam, biri Robin (Batman'ın yancısı) diğeri de Ninja Kağlumbağalar'ın üçüncü filmindeki Japon kıyafetlerini giymiş birisi. Bu "ölen" oyuncaklarla bir daha hiç oynamadım. Mezarlık bile yaptım (Anıtkabir'den esinlenerek). Bu hikayeleri de bir yandan kağıda döküyordum. Adı da "Evdeki Ses"ti. Bunun anlamı da aslında yine ölen bir podufuk tavşanın (ki adı vardı tamamen unuttum, üzgünüm tavşan) yukarıdan, sadece sesi ile, canlı oyuncakları idare etmesinden geliyordu. Demek ki onu tam anlamıyla öldürmeye kıyamamışım (Bir nevi oyuncakların Tanrı'sı olmuş aslında şimdi düşününce. O zamanlar Allah kelimesini o evdeki ansiklopedilerde arayıp anlamaya çalıştığımı söylemiş miydim?). Yıllar sonra "Evdeki Ses"in aslında bir Karakan şarkısı olduğunu farkedecektim. Bende de tabii ki Cartel'in kasedi vardı. Demek oradan bir çağrışım yapmıştı. Tabii ki Evdeki Ses'in aslında oldukça erotik bir şarkı olduğunu o zamanlar farkedememiştim.
O evde ne kadar çok taso antrenmanı yapmıştım (Pokemon tasoları değil. O tasoların ilk jenerasyonu vardı Looney Tunes karakterleriyle). Hiçbir zaman da başarılı olamadım. Yine de bol bol oyun oynadık o zamanlar. Yeri geldi kendimiz oyun uydurduk, onlara sardık.
Sonra Barış Manço öldü ve ben o gece uyuyamadım. Sanki her an gecenin köründe ortaya çıkacakmış gibi geldi. Annemle babamın arasında uyudum. Haziran ayında ilkokulu bitirdim ve devlet okulunda okumayı bıraktım (üniversiteye kadar). Sonra sünnet oldum. Hem eğlenceyi hem acıyı aynı anda yaşadım. Kısa bir süre sonra deprem oldu. Bir ülke nasıl yasa bürünür, onu gördüm. Sanki her an göçük altında kalacakmışız gibi hissettim. Eve VCD girdi, ilk defa. Odamın içine ilk kez teknoloji giriyordu. İçimi gıdıklayan Fransız sanat filmleriyle tanıştım. Bunun ne anlama geldiğini kısa bir süre sonra öğrenecektim. Özel okula başladım, artık ticarı taksi/servis kullanmıyordum. Kızlarla başbaşa kaldığımda bir garip hissediyordum. Lakin nedenini anlayamıyordum. Blue Jean alıp, posterleri odama asmaya başladım. İlk gitarımı aldım ve çalmaya başladım. Bir gün annem "Ömrüye Teyzen gidiyor" dedi, "E peki" dedim çünkü artık akşam olmuştu, eve gitmesi normali. "Hayır, öyle değil" dedi, "Artık büyüdünüz, gelmeyecek".
Bunların hepsi 1999'da oldu. Milenyum'a evde girdik. Annem-babam-kardeşim ve ben. Karışık bir kaset yapmıştım. Saat 12 olduğu gibi onu dinledim. Ancak sanki herhangi bir akşam üstüymüş gibiydi. Kimse benim kadar heyecanlamamıştı. Nasıl heyecanlanmayayım: 2000! Milenyum! Belki bütün dünyadaki bilgisayarlar çökecekti,. Belki bir anda havadan giden arabalar garajlardan çıkacaktı. Hiçbir şey olmadı.
1990'lar defteri bir anda kapandı. Artık ergenlik dönemi başlamıştı ve 2000'lerin ilk yarısı 1990'ların ikinci yarısın göre çok ama çok farklı geçecekti.
Aslında bu konuda yazmak azıcık da geriyor beni çünkü "Ya 90lar ne güzeldi, tasolar vardı hatırlar mısın ehe mehe?" diye başlayan kaç tane muhabbet oldu kim bilir bu seneler içinde. Sağolsun, Okan Bayülgen bir ara her hafta 90lar yapıyordu neredeyse. İlk 90lar programına denk gelmiştim, sonra bi daha yapmak istedi. Oturdum izledim, o da ne? Adam gitmiş aynı programı yapmış. Sonra dizisi falan başladı zaten. Ancak, ne yapayım? Bir an şöyle doksanlara dönmek istedim.
--
Üç oda, bir salon bir ev. Kardeşimle aynı odada kalıyoruz. Sabah uyanıyorum, salona gidiyorum. Kardeşim çoktan uyanmış, televizyonu açmış. Çizgi film izliyor. Ben de hemen ona eşlik ediyorum. Kanal D'de sevimli kahramanlar. Belki de aynı bölümü onlarca kez izlemişim ama yine de gülüyorum. "-Buraların büyüğü o bir başka, Bugs Bunny, Bugs Bunny, çok yaşa". Yıllar sonra kardeşimin uzaktan yakından erken kalkmayla alakası kalmıyor. Televizyon kanalları ise sabah saatlerinde çizgi film yayınlamak yerine Müge Anlı'nın insanlığı çok ilgilendiren o muhteşem programı ve benzerlerini yayınlamayı tercih etmiş. Sağ tarafımda bir kitaplık var. Bir 1980'ler modası olarak Meydan Larousse ve Ana Brittanica'lar dizilmiş. 1989'de satın alınmış. Hala SSCB ve Doğu Almanya'dan bahsediyor ama dünya bir kaç sene içinde o kadar değişmiş ki. Ömrüye Teyzem kahvaltıyı hazırlamış, bizim için de salonu kurmuş. Kardeşim pek yemiyor, çizgi film izlemeye dalmış. Ben ise ikisini birden yapıyorum. Gözlerimde da renkli çerçeveli bir gözlük. Çizgi filmler bitince de Kral TV'yi açıyorum. Yılmaz Morgül, "Elveda İstanbul"u söylüyor. Taklit ediyorum.
Mavi önlüğümü giyiyorum. Beyaz yakamı takıyorum. Büyük ihtimalle önlüğün düğmelerini yanlış bağlıyorum. Uzun süre böyle oldu zaten. Sonra korna çalıyor dışarılardan. Anlıyorum ki servis gelmiş. Servis dediğim de sarı bir ticari taksi. Küçük şehirlerde taksi pek kullanılmadığı için bu işe girmişler. Merkez Taksi durağından Yavuz Abi. Kel ve pala bıyıklı ama dünya tatlısı bir adam. Kardeşimle servis bindikten sonra daha 3-4 kişiyi daha topluyoruz evlerinden. Bazen önde oturuyorum, kasetleri ben takıyorum. Cengiz Kurtoğlu'nu öyle öğrenmiştim mesela. Bir de Grup Vitamin kasedi vardı. Ne kadar çok gülerdim şarkılarına. Hoş, yıllar geçti, hala gülüyorum. Sonra Andımız'ı okuyoruz okula gittiğimizde (Bu da nostaljik oldu, şaka maka). Bazen önemli bir gün oluyor, diyelim ki Öğretmenler Günü. Bazı çocuklar merdivenlere çıkıp şiir okuyor. Mesela koro çıkışı Öğretmen Marşı'nı söylüyor. Ders kaynadı diye seviniyorum ama müdür başladı mı nutuk atmaya sıkıntıdan patlıyorum. Sırtımda benden büyük çanta, üstümde manto, arkadaşlarla şakalaşıyoruz.
Sınıflar 35 kişi. Genelde önlere oturuyorum, ki bu boyumun çok uzun olmaması ve sınıfın çalışkanı kontenjanını işgal etmekten ötürü olsa gerek. Sınavlarda aramıza çanta koyuyoruz. Tahtaya çıkıyoruz soru çözüyor. El kaldırıyoruz. Bir gün tahtada öğretmenim bana soru çözdürüyordu. Sayı doğrusu çizmemi istedi. Lakin, benim sayı doğrusu çizme tarzım biraz farklıydı. Önce doğruyu çizip sonra çentik atmak yerine, küçük bir çizgiden sonra çentik atıp sonra bir küçük çizgi çekip sonra yine bir çentik atıyordum. Öğretmen, bir türlü benim öteki şekilde çizmemi sağlayamadı. "Sana doğru çizdirmek, deveye hendek atlatmaktan zormuş" dedi. İlkokul hayatım boyunca hiç bu kadar bozulmamıştım. Niyeyse sanki bana "deve" demiş gibi gelmişti. Halbuki kadıncağız haklıydı. Çocuksun işte, anlamıyorsun ve alınıyorsun.
Ben uzun yıllar boyunca "0.5 ucu olan var mı?" sorusunu duymadım. Bize çok geç geldi o teknoloji. En afilli kırtasiye malzemesi (nasıl anlatacağız bakalım) bir tübün içinde bir kaç kurşun kalem kurşununu içeren kalemlerdi. Hani kullanırsın da kurşun biter. Sonra da o parçayı çıkarırsın, kalemin arkasından sokarsın da tübün içindeki diğer şeyleri ittirir ve plastiğe bağlı yeni bir kurşun çıkar (anlatamadım galiba). Bir dönem ben de silgimi kolye gibi boynumda taşımıştım ama sonra pek cool olmadığı için (yaş 9) onu kullanmayı bıraktım. Sonra da hep kayboluyordu tabii ki.
Tenefüslerde top oynardık. Daha doğrusu top yaratırdık. Genellikle meyve suyu kutusunu ezip. Azıcık şanslıysak okul bahçesinin dışındaki marketten top alabilirdik ama ya patlardı ya dışarı kaçar da alamazdık. Ben o tenefüs maçlarını çok severdim. Bir kere çok güzel bir gol atmıştım da (Meyve suyu kutusuna falso vermiştim diye hatırlıyorum. Gerçekten öyle bir şeyin olma ihtimali var mı bilmiyorum ama) dersten sonra gidip defterime golün nasıl gerçekleştiğini çizmiştim. O zamanlar o tenefüs maçlarında hangi takımın hangi takımı kaç kaç ve kimin golleriyle yendiğini de not alırdım. Sanki UEFA gözlemcisiydim. Şimdi düşününce, diğer çocukların bu maçları benim kadar önemsemediğini hissettim. Ştt gençler, siz de bu maçları bir yere not aldınız di mi lan? Yoksa bir tek ben mi böyle gariptim? Hayatım boyunca ne kadar anlamsız şey varsa, fiziksel olarak not almasam da zihnime not etmişimdir zaten. Bazı gereksiz şeyleri çok önemsiyorum ara ara.
Çıkışta servise geri binmeden, seyyar satıcıdan bir şeyler alırdık. Annemin uyarıları çınlardı kulaklarımda. Biraz utanırdım açıkcası ama alırdım yine de. Sonuçta arkadaşlarım da alıyor. Sonra eve dönerdim kardeşimle beraber. Döndüğümüzde de Power Rangers'ı yakalardık. Bir bölüm izledikten sonra da gelsin yastık dövmeler. Bazen gaza gelip birbirimize de dalaşırdık. Zaten kendimi bildim bileli kardeşimle kavga etmişimdir. Sonra İstanbul'a gittim ve onu özlemeye başladığımı farkettim. Şimdi ise çok seviyorum keratayı.
Ancak akşam vakti annem ve babamı görebiliyorduk. Annem, gelirken gazeteleri alıyordu. Bazen de bizim için dergi getirirdi. Donald Duck dergisi vardı mesela. Ne kadar çok severdim. Hugo'nun da bir dergisi vardı diye hatırlıyorum. Üyelik kartı alıp, kaydolmuştum. Bir gün beni ararlar diye hep bekledim. Aramadılar. Bu arada Hugo'nun neredeyse her bölümü izlemiş biri olarak Hugo'ya küfreden çocuk efsanenin gerçek olmadığını bir de benden duyun isterim. Sonra annem yemek yapardı. Annesi köftesi ve anne patates kızartması geliyor aklıma. Sağlığa zararlı diye o kızartmaları yapmayı bıraktı annem. Köfteye devam ama. Yıllar sonra da ben ondan aldığım tarifle bambaşka diyarlarda o köftelerin benzerini yapacaktım. Babam ise tartışma programları izlerdi. Yıl 2013, hala izliyor. Bugün yaptığı yorumları, o zaman da yapıyor muydu acaba?
Çelik'i çok severdim, o zamanlar. Mesela "Hercai" vardır. 10 yaşındaki çocuk Hercai'den ne anlar? Şarkıyı yaşıyordum. Çok saçma ama öyle. Aşık olduğum bir kimse yoktu ama gerçekten bir şeyler hissediyordum o şarkıyı dinlediğimde. Genlerimde anlamsız bir duygusallık yüklü.
Oyuncaklarla çok oynadım. Ancak onları asla bir oyuncak gibi görmedim. Bunu bloga yazmış olabilirim ama bir daha yazayım. Oyuncaklarımın kendi ülkeleri olup bu ülkelerin yaptığı savaşta iki oyuncağım hayatını kaybetmişti. Abi insanın oyuncağı nasıl ölür ya? Hiç unutmam, biri Robin (Batman'ın yancısı) diğeri de Ninja Kağlumbağalar'ın üçüncü filmindeki Japon kıyafetlerini giymiş birisi. Bu "ölen" oyuncaklarla bir daha hiç oynamadım. Mezarlık bile yaptım (Anıtkabir'den esinlenerek). Bu hikayeleri de bir yandan kağıda döküyordum. Adı da "Evdeki Ses"ti. Bunun anlamı da aslında yine ölen bir podufuk tavşanın (ki adı vardı tamamen unuttum, üzgünüm tavşan) yukarıdan, sadece sesi ile, canlı oyuncakları idare etmesinden geliyordu. Demek ki onu tam anlamıyla öldürmeye kıyamamışım (Bir nevi oyuncakların Tanrı'sı olmuş aslında şimdi düşününce. O zamanlar Allah kelimesini o evdeki ansiklopedilerde arayıp anlamaya çalıştığımı söylemiş miydim?). Yıllar sonra "Evdeki Ses"in aslında bir Karakan şarkısı olduğunu farkedecektim. Bende de tabii ki Cartel'in kasedi vardı. Demek oradan bir çağrışım yapmıştı. Tabii ki Evdeki Ses'in aslında oldukça erotik bir şarkı olduğunu o zamanlar farkedememiştim.
O evde ne kadar çok taso antrenmanı yapmıştım (Pokemon tasoları değil. O tasoların ilk jenerasyonu vardı Looney Tunes karakterleriyle). Hiçbir zaman da başarılı olamadım. Yine de bol bol oyun oynadık o zamanlar. Yeri geldi kendimiz oyun uydurduk, onlara sardık.
Sonra Barış Manço öldü ve ben o gece uyuyamadım. Sanki her an gecenin köründe ortaya çıkacakmış gibi geldi. Annemle babamın arasında uyudum. Haziran ayında ilkokulu bitirdim ve devlet okulunda okumayı bıraktım (üniversiteye kadar). Sonra sünnet oldum. Hem eğlenceyi hem acıyı aynı anda yaşadım. Kısa bir süre sonra deprem oldu. Bir ülke nasıl yasa bürünür, onu gördüm. Sanki her an göçük altında kalacakmışız gibi hissettim. Eve VCD girdi, ilk defa. Odamın içine ilk kez teknoloji giriyordu. İçimi gıdıklayan Fransız sanat filmleriyle tanıştım. Bunun ne anlama geldiğini kısa bir süre sonra öğrenecektim. Özel okula başladım, artık ticarı taksi/servis kullanmıyordum. Kızlarla başbaşa kaldığımda bir garip hissediyordum. Lakin nedenini anlayamıyordum. Blue Jean alıp, posterleri odama asmaya başladım. İlk gitarımı aldım ve çalmaya başladım. Bir gün annem "Ömrüye Teyzen gidiyor" dedi, "E peki" dedim çünkü artık akşam olmuştu, eve gitmesi normali. "Hayır, öyle değil" dedi, "Artık büyüdünüz, gelmeyecek".
Bunların hepsi 1999'da oldu. Milenyum'a evde girdik. Annem-babam-kardeşim ve ben. Karışık bir kaset yapmıştım. Saat 12 olduğu gibi onu dinledim. Ancak sanki herhangi bir akşam üstüymüş gibiydi. Kimse benim kadar heyecanlamamıştı. Nasıl heyecanlanmayayım: 2000! Milenyum! Belki bütün dünyadaki bilgisayarlar çökecekti,. Belki bir anda havadan giden arabalar garajlardan çıkacaktı. Hiçbir şey olmadı.
1990'lar defteri bir anda kapandı. Artık ergenlik dönemi başlamıştı ve 2000'lerin ilk yarısı 1990'ların ikinci yarısın göre çok ama çok farklı geçecekti.
Yorum yap