hayat
Fazlasıyla düzenli bir hayat
Şu ana kadar üç kez gidip geldiğim, dördüncüsünde ise temelli yerleştiğim Zürih ya da genel olarak İsviçre diyince insanın aklına ne geliyor? Düşünelim bakalım. İsviçre bankaları, zenginlik, Alpler, Swatch, Milka ineği gibi şeyler olsa gerek. Dışarıdan bakınca içinde yaşamak güzel gibi geliyor tabii ki. Gel sen ne çektiğimi bir de bana sor!
Avrupa'daki bir ülkeden başkasına geçmek bilirsiniz ki bir semtten başka bir semte gitmek gibidir. Uçaklar ülke içi bir sefermiş gibi çalışır. Trende ne zaman sınır geçtiğini zaten anlamazsın. Keza arabayla da. Lakin, Zürih'e geldiğinde elini kolunu sallayarak tren garından çıkamazsın çünkü İsviçre'de Euro geçmez. Adapte olman gereken bir para birimi var artık: İsviçre Frangı ya da CHF.
İsviçre, nasıl Dünya Savaşları'nda tarafsız kalmış, nasıl NATO'ya üye olmamışsa Avrupa Birliği'ne tabii ki de üye olmamıştı. Bu benim üniversite başvurularımda nedense aklımdan kaçmış ve üniversiteye gönderdiğim motivasyon mektubunda daha önceki başvurularımdan kalma "Avrupa Birliği içinde Avrupa Birliği çalışma" muhabbeti de arada kaynamıştı. İkinci okumamda "Lan?!?!" demem bir oldu ve "Avrupa Birliği'ne yakın bir ülkede Avrupa Birliği'ne çalışma" gibi yandan yemiş yeni bir açıklama yazdım. Neyse, İsviçre birliğe üye olmayınca doğal olarak Euro'yu da kabul etmemiş. Frank'ı ilk duyduğumda "aa ne nostaljik demiştim". Paralar da büyük, renkli renkli bir kağıt parçası. Asıl büyük dert ise neyin pahalı neyin ucuz olduğunu anlamakta. Her şey Almanya'ya göre pahalı, ona zaten alıştık. Ama şimdi sosis isteyince adam 7 frank diyor. Sonra düşünüyorsun "7 frank'a sosis yerine daha doyurucu bir şey alabilir miyim?" ya da "bu sosisi 5 franka bulabilir miyim?". Tabii ki bunların cevabını bilmediğin için paşa paşa 7 frankı veriyorsun.
Avrupa'daki bir ülkeden başkasına geçmek bilirsiniz ki bir semtten başka bir semte gitmek gibidir. Uçaklar ülke içi bir sefermiş gibi çalışır. Trende ne zaman sınır geçtiğini zaten anlamazsın. Keza arabayla da. Lakin, Zürih'e geldiğinde elini kolunu sallayarak tren garından çıkamazsın çünkü İsviçre'de Euro geçmez. Adapte olman gereken bir para birimi var artık: İsviçre Frangı ya da CHF.
İsviçre, nasıl Dünya Savaşları'nda tarafsız kalmış, nasıl NATO'ya üye olmamışsa Avrupa Birliği'ne tabii ki de üye olmamıştı. Bu benim üniversite başvurularımda nedense aklımdan kaçmış ve üniversiteye gönderdiğim motivasyon mektubunda daha önceki başvurularımdan kalma "Avrupa Birliği içinde Avrupa Birliği çalışma" muhabbeti de arada kaynamıştı. İkinci okumamda "Lan?!?!" demem bir oldu ve "Avrupa Birliği'ne yakın bir ülkede Avrupa Birliği'ne çalışma" gibi yandan yemiş yeni bir açıklama yazdım. Neyse, İsviçre birliğe üye olmayınca doğal olarak Euro'yu da kabul etmemiş. Frank'ı ilk duyduğumda "aa ne nostaljik demiştim". Paralar da büyük, renkli renkli bir kağıt parçası. Asıl büyük dert ise neyin pahalı neyin ucuz olduğunu anlamakta. Her şey Almanya'ya göre pahalı, ona zaten alıştık. Ama şimdi sosis isteyince adam 7 frank diyor. Sonra düşünüyorsun "7 frank'a sosis yerine daha doyurucu bir şey alabilir miyim?" ya da "bu sosisi 5 franka bulabilir miyim?". Tabii ki bunların cevabını bilmediğin için paşa paşa 7 frankı veriyorsun.
Sonra, tramvaya bineceksin. Karşılaşılan durumu şöyle özetleyeyim. Türkiye'de 12:32'te gelecek denilen tramvay 12:40'ta gelir (Otobüse hiç girmiyorum). Almanya'da 12:32'de gelecek denilen tramvay 12:33'te gelir. Burada ise 12:32'de gelecek denilen tramvay 12:31'de gelir, 12:32'de kalkıyor. Bilet kontrolünde acımaları yok. Daha ilk günümde gözümün önünde kadını indirdiler. Kadın bilet de almış halbuki. Ancak, geçerlilik süresini geçmiş. Hop, kaptın mı 100 CHF kaçak binme cezasını.
Adamlar ciddi, adamlar düzenli. Fazlasıyla elit. Gereğinden fazla elit. Tramvay beklerken reklamları izliyorsun. Çok şık giyinmiş orta yaşlı bir çift haftasonları tatile gidiyor. Bir gün dağlara, bir gün güneşlenmeye. Adam da kadın da sarışın. Evden çıkarken sportif sırt çantalarını hazırlıyorlar. Meyvelerini koyuyorlar. Yüzlerinde hep bir gülümseme. Sevgileri de ölmemiş, hep eleleler. Reklamdır, abartmışlardır diyorsun. Sokağa bir çıkıyorsun, ellerinde bond çanta janti erkekler ve incecik orta yaşlı kadınlar (Gençler o kadar değil tabii ki). Markete gidiyorsun, doğru şarap seçimini yapmaya çalışan elegant adamlar. Sanki bir filmdesin ama değil. Sokakta bisiklet süren insanlarda sporcu taytı ve bisikletçi kaskı.
Emlakçıya sordum, apartmanın çöpü nerede diye. Bakkallardan özel çöp poşeti almam lazımmış. Yoksa çöpçü çöpünü bile kabul etmiyor. Migros poşetine çöp koyup, üstünü düğümleyip çöpe atma devri bitti yani. Hayır özel çöp poşetleri de normal çöp poşetlerinin aynısı ama daha pahalı. Bir bildikleri vardır.
Pop müzik yıldızları olmayan bir ülkeden bahsediyoruz zaten. Yok yani İsviçre'li ünlü bir pop ya da rock müzisyeni. Adamların müzik namına ne dinlediklerini şu an için anlamış değilim.
Futbol desen, ülkeyi Arnavut ve Türk kökenli futbolcuları kurtarıyor. Kaptanları Gökhan İnler. Yıldızları Xherdan Shaqiri. Etrafta futbol fanatiği insan pek yok. Olanlar da tahmin edersiniz ki yukarıda bahsettiğim insan profilinden değiller.
Herkes Almanca ve Fransızca konuşurken, çoğunun da İtalyanca konuştuğunu tahmin ediyorum. Buna rağmen kime soru sorduysam İngilizce cevap verdi. Hatta İngilizcem çok iyi değildir diyerek döktürenler de gördüm.
Yani böyle ilginç bir ortam var. Her şeyin ayrı kuralı var, her şey gereğinden fazla tıkırında. Saat gibi durmadan ve düzenli olarak ilerleyen bir hayat var burada. Adamların, saatleriyle meşhur olmasının belli bir nedeni var demek ki.
Yorum yap