Bir süredir bu yazıyı yazsam mı yazmasam mı diye düşünüyordum. Bir yandan iç dünyamı bu kadar göz önüne sermek istemiyorum - her ne kadar bu blog yazısının pek fazla görüleceğini sanmasam da - öte yandan ise bir şeyler yazasım var bir süredir. İnsan çok mutluyken ya da çok meşgulken yazmak istemiyor ama içini kemiren bir şeyler olduğunda kelimelere sığınıyor.
Bazen kendime kızıyorum kafamı gereksiz anılarla doldurduğum için. Bu da onlardan biri. Hadi gelin, yıllar öncesine gidelim. 1990'ların ortalarına. Bir yemeğe davetliyiz. Sofra da sofra hani. Erkekler geniş bir masada koyu muhabbette. Konu ne bilmiyorum. Çocuk aklımın almadığı ya da ona ilginç gelmeyen bir şeydir muhakkak. Kadınlar ise mutfağa gidip geliyorlar. Boş tabaklar gidiyor, doldurulup geliyor. Küçükken tombik bir çocuktum. Şanıma yakışsın diye hızlı hızlı yiyorum yemekleri. Nar gibi kızarmış bir tavuk var tabağımda, derisi çıtır çıtır olmuş. Onu yediğimde bizimkiler uyarıyor beni "bari onları yeme" diye. Aklımdakiyse tavuk değil aslında. Büyükler gri metalik kutularda biralarını içiyor, bana düşen ise bir bardak kola tabii ki. Kendim mi bira içmek istediğimi dillendiriyorum yoksa bakışlarımdan mı belli oluyor bilmiyorum. Birden eniştem boş kutuyu bana uzatıyor gülümseyerek. Üç damla var ya da yok. Dikiyorum kafaya ve diğerlerinin bana nasıl baktığını görmek istiyorum. Onlar da gülüyor. Ben de şımardıkça şımarıyorum, "oohh çok güzelmiş" diyorum. Herkes oldukça mutlu. En çok da ben tabii ki. Halam beni beslemiş, eniştem da birasını ikram etmiş.
Bazı günler eniştem alıyor bizi, DSİ'nin restoranına götürüyor. Restoranın girişinde hayatımda yalnız orada gördüğüm için şaşkınlıkla baktığım ayakkabı temizleme makinesi var. Masada ise türlü türlü mezeler. Acılı ezmeyi belki de orada sevmeye başlamıştım. Canlı müzik çalıyor. Sıkılınca aşağıdaki bilardo odasına gidiyorum. Ancak filmlerdeki gibi delikli değil, üç top. Sadece bu canlanmıyor kafamda. Meriç kenarında yediğimiz yemekler geliyor aklıma. Baştan aşağı Sinkov boşalttığımız yaz akşamları geliyor. Oradaki çocuk parkı geliyor. Son gidişlerimden birinde artık büyüdüm diye kaydıraklara küçümseyerek bakmam geliyor.
Bir akşam aklıma geliyor. Eniştem ve halam ile aynı arabada İstanbul'dan Edirne'ye dönüyoruz. Yolda lastiğimiz patlıyor. O gece otoyoldaki park alanlarından birinde durmuştuk. Soğuktu. İlk kez alelade bir restoranda kamyoncu menüsü yemiştim. Sonra da çekicinin çektiği arabada uyuyakalmıştım. Başka bir gün aynı ekip yine İstanbul'dan Edirne'ye dönerken lastik patlama hikayesiyle dalga geçiyoruz. "Ya şimdi de patlarsa" dedikten sonra gerçekten de bir kez daha lastik patlıyor. Eniştem ve babam bir yerlerden lastik bulmak için otoyoldan geçen arabaları durduruyor.
Lise hazırlığı bitirdikten sonra yaz tek başıma eniştem ve halamın Enez'deki yazlığına gittiğim aklıma geliyor. Kendimi İstanbul'da yaşayabilen kocaman bir adam olarak gördüğüm ilk gençlik yıllarımda ailemden uzak bir tatil geçirmeye karar verdiğimde bana kapılarını onlar açıyor. Aradaki yaş farkı 40'a yakın, buna rağmen bir an bile sıkılmıyorum. Halamla denize giriyoruz, çıkınca süt mısır yiyoruz. Eniştem ile Beşiktaş'ın hazırlık maçlarını izliyoruz. Akşamları bira keyiflerine eşlik edebiliyorum. Bu keyiflerde eniştemden bir şey daha öğreniyorum, şerefe dedikten sonra bardaktan bir yudum almanın bir nezaket kuralı olduğunu. Bu kuralı bir daha asla atlamıyorum.
Yıllar sonra bir gün Almanya'ya değişim programıyla gidiyorum. Eniştemin bir zamanlar Almanya'da yaşadığını ilk kez o zaman öğreniyorum. Ya da ilk kez bu hikaye benim bu kadar ilgimi çekiyor kim bilir? Eniştem beni her zaman şaşırtmayı başarmıştı zaten. Almanya'da değişik şehirlerde kaldığını, Almancasını ne şartlarda geliştirmek zorunda kaldığını öğreniyorum. Bana merakla soruyor nelerin aynı kaldığını ya da nelerin değiştiğini.
Yazları Erikli'deki yazlıklarına davet ediyorlar. Gündüzleri sahil keyfi, akşamları ise her zaman ana caddeye bakarak yemeler içmeler. İlerleyen saatlerde aynı caddede baştan sonra turlamalar. Eniştem, eve dönerken midyeciden paket yaptırıyor. Midyeleri bu kadar sevdiğini o zamana dek hiç farketmemiştim. Zaten bir o yiyor, bir ben. Kardeşime de midyeyi sevdiriyoruz, orası ayrı.
Mezuniyetimde de beni yalnız bırakmıyorlar. Eniştem biraz halsiz, halamın da şansa bak ki kolu alçıda. Yine de saatlerce anlamsızca uzun törende bekliyorlar, sırf beni bir kaç saniye alkışlamak için. Onların gözleri önünde gururla alıyorum diplomamı.
Diplomayı da alınca artık buralarda kalmak istemediğimi bir kez daha farkedip yine kendimi Almanya yollarına vuruyorum. Artık her tatilde bir kez, en fazla iki kez uğrayabiliyorum onlara. Eniştem hep neler yaptığımı merak ediyor. Daha da güzeli ne biliyor musunuz? Sorduğu soruları laf olsun diye sormuyor. Gerçekten benim neler yaptığımı öğrenmek istediğini görebiliyorum. Anlatsam kimsenin ilgilenmeyeceği şeyleri ona söyleyebiliyorum. Ziyaretlerine her zaman elim dolu gitmeye çalışıyorum, onlar da misafirlerini şımartmaktan çekinmiyorlar.
Gel zaman git zaman bu ziyaretlerin bazıları hastanede olmaya başlıyor. Eniştemi ilk kez hastanede gördüğüm zamanı hatırlıyorum mesela. İçeri girmekten çok çekiniyordum. Çok yorgun olduğunu tahmin ediyordum. Benim için enerjisini harcamasını istemiyordum. İçeri girdiğimde oksijen maskesini taktığını gördüğümde de bu hislerimde ne kadar haklı olduğumu anlamıştım. Ama o beni yine şaşırtmıştı. Çıkardı maskesini, yapabildiği kadar muhabbet etmişti benimle. Sanki hiçbir şeyi yokmuş gibi. Çıktığımda halam geldiğim için teşekkür ederken, maskeyi her misafirine çıkarmadığını söylemişti bana. Dünyalar benim oluyor.
Bazen hastane, bazen ev ziyareti derken geçip gidiyor hayat. İsviçre'ye geçiyorum. Halam ve eniştem de benim hayatımı bir düzene soktuğumu görüp mutlu oluyorlar. Eniştem, onun hayallerini gerçekleştirdiğimi söylüyor. "Kurtar kendini buralardan" diyor. Böyle bir gün onlara sevdamdan bahsediyorum. Halamın bana tavsiyeler veriyor, biz iki erkek gülümsüyoruz. Sonra bu sevda ciddiye biniyor. Yüzüğümü parmağıma o geçiriyor. Bundan büyük bir mutluluk olabilir mi?
Birkaç ay geçiyor, ziyaret yine hastanede gerçekleşiyor. Artık bir kişi değilim tabii ki. Eniştem biz geldiğimizde yatağında ama zar zor dikiliyor ve halamın koluna girip koltuğu kadar yürüyebiliyor. Belli ki yorgun ama bunu fark ettirmemeye çalışıyor. Birkaç dakika içinde yorgunluğundan eser kalmıyor. Başlıyor hikayelerini anlatmaya. Espirilerini yapıyor üst üste. Nişan törenindeki o muhteşem konuşmasının videosunun tamamını izleyemediğinden yakınıyor. Hemen yolluyoruz halamın bilgisayarına. Sonra halama takılıyor ara ara. Bazen de beni yine şaşırtıyor. Mesela Gerd Müller'i canlı canlı Münih'te izlediğini öğreniyorum. Sonra da demez mi "ah kardeşine de bir yüzük takabilseydim" diye. Böyle bir isteği olacağını asla tahmin edemezdim. Onu çok yormak istemiyoruz. Giderken önce gelininin ellerini tutuyor, sonra da benim. Öpsem mi öpmesem mi diye düşünüyorum ama o zaten "hadi bu seferlik böyle olsun" diyor.
Birkaç gün sonra İsviçre'ye dönüyorum. Yapacak işler var. İlk kez birilerine ders vereceğim. Ayrıca üstünde çalıştığım projeye bir şeyler eklemem lazım. Ailemi aramayı hafta sonuna bırakıyorum.
Perşembe akşamı. Beşiktaş, Partizan'ı 4-0 yeniyor. Uzun süredir bozuk olan moralimi düzeltiyor bu sonuç. Bir çocuk kadar seviniyorum. Beşiktaş, hem ligde lider hem de Avrupa Ligi grubunda. Cuma günü işe erkenden gidiyorum, işe başlamadan şöyle güzel güzel gazete başlıklarını okumak istiyorum.
İşte o an kuzenimin twitter'dan yazdığını görüyorum. Eniştem hayatını kaybetmiş. Hemen Facebook'a bakıyorum. Halam da aynı şeyi duyurmuş. Önce büyük bir boşluk. Sonra da "bu kadar erken olamaz" diyorum. Daha 2 hafta önce ayaktaydı işte. Show TV'de yemek programı izleyip iştahı kabarabiliyordu. Haberleri okuduğunda küfre başlıyordu. Anlayamıyorum. Sonra bu konularda ne kadar az yara aldığımı farkediyorum. Ne yapılacağını bilmiyorum. Tamamen bir karmaşa. Eve gidiyorum sonra, telefona sarılıyorum. Annem halamın yanında. Halam her şeye rağmen benimle konuşacak durumda. Telefonda ağlamıyor. Bana teşekkür ediyor. Hayatın devam ettiğini söylüyor.
Ve benim o an duymak istediğim şeyi söylüyor: eniştemin beni ne kadar sevdiğini.
Halamın ne kadar güçlü olduğunu telefonda bir kez daha duyunca içimdeki endişe gidiyor. Çünkü beni ölümden daha çok geride kalanların düştüğü durum üzüyor. Halamın nispeten iyi olduğunu duyduğum anda ise ölümün gerçekliği tokat gibi çarpıyor suratıma. Artık eniştem yok. Koltukta yığılıp kalıyorum bir süre.
İçim bir yandan rahat. Eniştem ile ne kadar çok anım var, bu da demektir ki o benim için ölümsüz. Hayatı boyunca benim için ne kadar önemli olduğunu hissettirdiğimi sanıyorum. Ama bir yandan da onun var olmadığı bir dünya çok ilginç geliyor. Kendi kendime diyorum ki kim "nasılsın kuzum?" diyerek karşılayacak beni? Ya da kim buradaki insanların ne yaptığını öğrenmek için sorular soracak artık? Kim beni gerçekten güldürebilecek bir fıkra anlatacak ve bana bakıp bu fıkraya kahkhalarla gülecek? Erikli'ye gidersem ne yapacağım mesela. Bilmiyorum. Artık rüyalarda sofralarımızı kurmaya devam edeceğiz demek ki.
Her zaman söylerdi; dünyaya geldiğimde kulağıma ismimi onun üflediğimi. Dünyaya gelişimde o benim yanımdaydı. Ben ise o toprağa verilirken yanında olamadım ama son günlerinde güzel bir veda yaptığımıza inanıyorum. Sadece ben mi peki? Sonradan öğrendim ki o Perşembe akşamı bilinci yerinde değilmiş. O yüzden Beşiktaş'ın galibiyetini farketmemiş ama gözü arkada kalmasın ki bu dünyaya veda ederken Kara Kartal'ı iki turnuvada da zirvedeydi. Sefasını eniştem sürdü, cefasını biz çekeriz o hiç sıkıntı değil.
Ne diyordum? Küçükken sofrasında bitmiş birasından yudum alıp mutlu olurken, yıllar sonra başbaşa aynı sofrada rakı içme şerefine erişebildiğim için içim çok rahat.