Geçenlerde yine Marilyn Manson'dan bir şeyler dinlerken, daha önce de kendime sık sık sorduğum o malum soru geldi kondu aklıma: Türkiye'nin sakin bir şehrinde normal bir ailede yetişmiş, akademik hayatında ya da sosyal hayatında pek bir sorun yaşamamış bir çocuk neden kendini çirkin görünüşlü bir androjen kimliğe ve onun Hristiyanlık ya da bireysel silahlanma karşıtı bol gürültülü şarkılarına hayran olur? Buna (en azından halka açık bir platformda) verecek bir cevabım yok. Bazı şeyleri yaşamadığın halde, o şeyleri yaşamış insanlarla empati kurabiliyorsun. Tamamen olmasa da Güneydoğu'daki bir şehirde sokağa çıkamayan ya da iç savaştan kaçıp gecenin köründe botla illegal bir şekilde ülke değiştirmek zorunda kalan adamın neler hissettiğini ve bu hislerin o insanların hayatlarının geri kalanına nasıl değiştireceğini anlayabiliyorsun (Tabii eğer hayatlarına devam edebileceklerse).
Empati kurabilmek için ilk şart o insanların yaşam tarzlarının nelerden beslendiğini anlamak. Mesela, Manson'ın da androjen kimliği, beyaz lensi ve kırmızı saçları gökten inmemişti. Lakin o zaman nedenler beni pek ilgilendirmiyordu. Adam görünüşüyle "ey güzel insanlar, bakın burada bizim gibi dışlanmış çirkinler de var" diyordu bir şarkıya gerek bile duymadan. Tabii, ben o zamanlar pop kültürde daha önce bu kadar cesur bir başkaldırı tarzı olmadığını düşünerek olan biteni hayranlıkla izliyordum.
Ta ki VH1 ya da MTV'de şu suratı görene kadar:
Life on Mars?'ı şarkı olarak çok beğenmiştim. Ancak kafamda oturmayan bir şey vardı. Bu kadınsı aykırı imaj, çığlık çığlığa vokaller ve bol efektli elektro gitarlar ile uyuşuyordu. Ancak, Life on Mars? piyano ağırlıklı, yaylıların çaldığı oldukça sakin bir besteydi. Muhafazakar biri de bu şarkıyı zevkle dinleyebilir, ancak şarkıcının tipini gördüğüne küfrü basıp gidebilirdi.
Bir süre sonra sözleri dikkatli okuyunca "Mars'ta yaşam"ın uzaylılarla ilgili olmadığını, arkadaşları tarafından ekilen bir kızın, daha önce yüzlerce kez izlediği benzer filmleri izleyip hayallere dalmasıyla ilgili olduğunu öğrendim. Değişen topluma entegre olamamanın şarkısını bu imajda birinin söylemesi en sonunda aklıma yatmıştı.
Bowie'nin şarkı yazarlığı ise bu düşüncelerden daha sonra ilgimi çekmeye başladı. Özellikle de çok severek dinlediğim iki şarkının da Bowie tarafından bestelendiğini öğrendikten sonra.
Sonra da gerisi geldi zaten. Major Tom ile tanıştım, sonra da kendisinin esrarkeşten başka biri olmadığını farkettim. Let's Dance'in melodisine saygı duyup, klibiyle dalga geçtim. Dancing in the Street'te kendisini Mick Jagger'a yakıştırdım. Under Pressure'da ses renginin Mercury ile uyumuna şapka çıkardım.
Bir gün Lost Highway'i izledim. Filmdeki kel arkadaş yerine aklımda sadece bir şey daha kaldı. Filmin başında yalnızca farkların ışığıyla aydınlatılmış otoyol çizgileri ve arka fonda I'm Deranged. Hayatı boyunca çok yolculuk yapmış biri olarak o sahne ve müzik aklıma kazındı ve ne zaman gece yolculuğunda bulunsam aklımın bir köşesinde o sahne çalar gider. Tabii ki bu şarkı bana Bowie'nin daha Manson-vari döneminin kapısını açmıştı ve o dönemi keşfetmek de ayrı bir zevkti.
Sonra bir gün Syd Barrett öldü ve hayatımda idol olarak bellediğim birini kaybetmenin şaşkınlığını ilk kez (ve belki de son kez) yaşadım. Moonage Daydream'i o zaman keşfetmiştim. Benzer şekilde Rock 'n Roll Suicide'ı da. Ziggy Stardust'ı ise Guitar Hero oynarken "ya çalması ne kadar zevkli bir şarkı bu" diyerek keşfettiğimi söylersem ayıp olur mu?
Daha adını sayacak çok şarkı var elbet, çok da fazla dönemi var. Gerek mi var hepsinden bahsetmeye? Herkes onun ne kadar çok şeyi kapsayabileceğini biliyor Bir yandan bu kadar farklı kişiliğe girip, farklı tarza el atıp, öte yandan hala toplumda kendini bu düzene ait hissetmeyen insanların sesi olma durumu var ki bunu da açıklaması zor.
Bowie'nin göçüp gitmesinin ne kadar üzücü olduğunu, ne kadar büyük bir değeri kaybettiğimizi uzun uzun anlatabilirdim, belki başka bir zamanda olsaydık. Ancak, artık ölümden bahsetmekten ciğerlerim soldu. Silvan'da bir sivil, Çınar'da bir polis çocuğu, Sultanahmet'te bir turist, Cakarta'da bir vatandaş, Ege Denizi'nde bir mülteci. Dört bir yanda insanlar aptalca sebeplerden birbirlerini parçalıyor. Geriye kalan için iki seçenek var. Bazıları yangına körükle gidiyor, daha çok ayrışma, daha da çok ölüm istiyor. Bazıları da iyice umudunu kaybedip, sessizce köşesine çekiliyor.
Lakin, bazı mucize insanlar da var ki o umudunu kaybetmişlere masallar anlatıyor. Siyah yıldızlardan bahsediyor, uzaydan küçücük dünyamızı izleyen astronotları betimliyor, değişmenin ve farklılaşmanın güzelliklerini söylüyor.
Sonra o mucize insanların vakti doluyor, bilinmeze gidiyorlar. Bize de onların bıraktılarını geriye sara sara dinlemek kalıyor, tutunacak bir dal ararmışçasına.