Secmeli dersler harbiden cok secmeliymis

by 13:34:00

Maddi dünyada yaşam

by 00:27:00
Düşün mesela, dünyanın en çok para yapan bir şirketindesin. Piyasaya ne sürsen deli gibi satacak. Her gün televizyonlardasın. Bütün kızlar sana hayran. Resimlerin her yerde. Ne yaparsın? Parayı nereye harcayacağını bilemezsin, aşırılara kaçarsın. Her çiçekten bal alırsın. Kalite yapım çıkarmak için uğraşmazsın, kendini de yormazsın. The Beatles'ı neden severim bilir misiniz? Böyle bir hayatın girdabında kendilerini kaybedebilirlerdi. Bir anda bir daha turneye çıkmayacaklarını ilan ettiler. Muhteşem giden kariyerlerinde bir durdular. Kendilerini aradılar. Sonra ne mi oldu? Standartların dışında müzik yaptılar. Kendilerini öyle bir geliştirdiler ki bir grup olmaya ihtiyaç duymadılar çünkü her biri bir grup olmuştu zaten. Kendi yollarına ayrıldılar. Ama George Harrison bir başkadır. İçinde bir yaratıcılık vardır ama bir Lennon/McCartney değildir. O yüzden uğraşır, uğraşır. Sonra albümlere birer birer şarkı sokmaya başlar. Şimdi yıllar sonra Beatles sevenlere ya da müzik kritiklerine "en iyi 10 Beatles şarkısı" sorulsa, Harrison üç tane bestesini kafadan sokar - ki siz onların hangileri olduğunu biliyorsunuz. Lakin müzisyenliğinden farklı olarak (ki müziği ile ayırmak namümkündür) tabii ki kendisinin maneviyat ile ilişkisine değinmek istiyorum. İlk paragrafta o maddi hayatı anlattım. Peki kim bunları ikinci plana atabilir? Geçen günlerde "George Harrison: Living in the Material World" belgeselini izledim. Eşinin dediği gibi; "öldüğünde öyle parlaktı ki odada ışık açılmasına gerek yoktu" tarzında, modern çağ peygamberi olarak tanımlayamam kendisini. Benim aldığım mesaj şu ki; kendini şöhretin, paranın, kadınların etkisinden kurtarmaya çalışan, zaman zaman nefsine yenik düşse de genel olarak huzur kapısını aralamayı bulmuş bir adam George Harrison. Arkadaşları film çekemiyor diye evini ipotek ettirebilecek kadar cömert bir adamdı. Arkadaşlarını yitirdikçe, onları hep bizimle olduklarına inandıracak kadar da güven verici bir adamdı. Ölüm yatağında daha az vergi ödemek için hastane değiştirmeyi öne sürebilecek kadar da mizah sahibiydi. Harrison, ünlü 1968 Woodstock'una gider ve çiçek çocukları yerinde görmek ister. Ancak büyük bir hayal kırıklığıdır. Etrafta sadece uyuşturucu etkisi altında dans eden, politik olmaktan uzak bir topluluk görür. O gün kimyasal madde kullanmayı bırakır. Beatles'ta kendini ifade edemediğini görür, Beatles'ı bırakır. Müziğin gittiği yönü 1980'lerde görüp, solo olarak müzik yapmayı bırakır. Eşinin, en yakın arkadaşı ile beraber olduğunu görür, eşini bırakır. En sonunda sadece dostları, eşi, oğlu, aradığı Tanrı figürü ve buna ulaşmak için kullandığı ağlayan gitarı kalır. O zaman Lao Tzu'dan uyarladığı "The Inner Light"tan gelsin; "Kapınızı açmadan / dünyadaki her şeyi bilebilirsiniz / camdan dışarı bakmadan / cennetin yollarını bilebilirsiniz / biri ne kadar gezerse / o kadar az bilir / bu yüzden oraya gezmeden varın / bakmadan görün / hiçbir şey yapmadan başarın"

Paranoya ne güzel

by 00:56:00
Paranoyanın kapıyı çalıp kaçması çok sinir bozucu bir durum. Ben psikolojiden resmi olarak anlamam. Kendime göre bazı görüşlerim vardır elbet ancak böyle bir bilim dalı varken, benim yorum yapmamın sözlük karşılığı işkembeden sallamak oluyor. Ama şundan neredeyse eminim ki, paranoyak olan insanda bir sorun yoktur. Karşısındaki insanlarda sorun vardır.

Benim paranoya belirtilerim hep İstanbul'da oluyor. Hele eve hırsız girdikten sonra iyiden iyiye insanlara karşı bir güvensizlik başladı. En fenasını geçenlerde yaşadım. Taksiciyle biraz muhabbet ettikten sonra - ki evde yalnız kalıyordum - kendisine bu kadar fazla şey anlattığım için kendime çok sinirlendim. Sonraki gün evden çıkıp, evi yalnız bırakırken etrafta beni gözleyen biri var mı yok mu diye kontrol ettim. Sonraki gün gerçekten de bir araba, içinde de biri vardı. Hala arabanın bilgileri aklımda, 34 GY'li bir plaka, beyaz Volvo. Neyse ki bir şey olmadı. Ancak nereye gidiyorum bilmiyorum.

Bu konuya da şöyle geldim; kardeş blog'a biri yorum bırakmış. Master için yardım edip edemeyeceğimi sormakta. Mailden cevap yazarken birden bire kardeş blog'da adımı vermediğimi hatırladım. Ona mail atmam demek, kendisine kimliğimi deşifre etmem demek. O yüzden cevap yazamadım. Bu sosyal medya paranoyası da Adnan Oktar'ın bir adamının bana twitter'dan bir şey yazmasından sonra başlamıştı.

Her şey olacağına varır diye düşünmek de bir çözüm. Ama uygulamada sınıfta kalıyorum. Etrafıma bakıyorum, haberleri görüyorum. Şaşırma eşiğim, sonuç olarak, o kadar yükseklerde ki kafamda kurduğum aksiyon filmlerine konu olabilecek senaryolar hiç de gerçekdışıymış gibi gelmiyor. O zaman hepinizi şuraya alayım (başka paranoyalı şarkı bilmiyorum ne yapayım - sakın paranoid android ile gelmeyin ama -);

Rüyada sarhoş olmak

by 01:38:00
Bazı hurafeler vardır rüyalarla ilgili. Mesela rüyalarda kimse koşamaz ya da ölemez derler. Hem koştum, hem öldüm. Hatta rüyada koşmak oldukça normal benim için. Çok kez beni kovalayan bir şeylerden koşarak kurtulduğum olmuştur. Hiç yakalanmadım. Rüyada ölmeyi ise sadece bir kez gördüm ama yıllar geçse de unutamadığım tek rüyadır. Bir denizde yüzerken bir köpek balığı tarafından bacağım ısırılmıştı. (Ki hayatımda Jaws izlemedim) Hiç acı çekmemiştim. Suyun altına girdiğimi, etrafımın mavi beyaz baloncuklarla kaplı olup daha sonra kandan dolayı kıpkırmızı olduğunu, bacağımda ise sımsıcak bir his olduğunu hatırlarım. Acaba gerçekten de bacağı kopan bir insan öyle mi hisseder, bilemem. Ama acı çekmeden görüntü kararır ve uyanırım.

Dün ise rüyamda sarhoş oldum ve uyanınca birkaç dakika etkisinden kurtulamadım. Rüyada sarhoş olmak çok garip bir hissiyat. Birinin evinde içiyoruz rüyamda. Sonra o sarhoşluk hissi geliyor. Hani baş dönmesi gibi değil de, kafanı bir yana çevirirsin de görüntü sanki bir saniye sonra yavaş yavaş gelir, öyle bir his. Sonra akşamdan kalma olarak uyanıyorum rüyamda. Duşa giriyorum. Sonra arkadaşlardan gelen mesajları okuyorum telefondan. O sırada sarhoş olmuşken yaşadıklarımı hatırlıyorum. "Vay anasını, ne çılgınlık yapmışım" diyorum. Sonra ise gerçek hayatta uyanıyorum. Yani özet geçmek gerekirse, sadece sarhoş olmuyorum, akşamdan kalma da oluyorum "Black out" diye tabir edilen, o kesilmiş sahneleri rüyanın ilerisinde hatırlıyorum. Yani büyük ihtimalle gerçek dünya zamanı ile 20-30 saniye süren bir şeyde bir çok his birden. Rüyanı kontrol edebilme yeteneğin olsa bu kadarını yapamazsın.

Buraya yazarken de Google'layayım dedim "rüyada sarhoş olmak" diye. Genellikle "rüyada sarhoş olmak" yerine "rüyada sarhoş görmek" diye geçiyor. Ama sarhoş olmanın da tabiri var. Şöyle yorumlamışlar: üzüntü ve keder. Ama yanlış cevap. Eğer hurma ya da üzümden sarhoş olsaymışım (Leyla ile Mecnun tabiriyle üzüm olsa gerek, yoksa salkım salkım üzüm yiyerek nasıl sarhoş olunacaksa artık. Hurmaya hiç girmiyorum) devlet ve saltanat demekmiş, o da olmadı. Kıyafetlerimi yırtsam tahammülsüzlüğe işaretmiş ama usturuplu içmişim belli ki. Böyle acayip acayip ilerliyor tabir. Eğer salih biriysem gönül sarhoşluğuna erecekmişim. Belli ki o da olmadı.

Tabirler zaten fasarya. Gerçek olan ise hissiyat. Şu hayatta anlayamayıp, gizemini çözmek istediğim tek şey (ya da en önemli şey) şu beynimizin nasıl işlediği. Hele bu rüya meselesi gerçekten de dünya içinde dünya. Şöyle ki rüyanda birine sinirlendiğinde, uyandığında da bir süre o sinirin yorgunluğunu hissedersin. Çünkü rüyanda sinirlenmen, gerçekte de sinirlenmen demektir. Ya da rüyada birine aşık olsan, uyanınca da kalp atışın biraz daha hızlıdır. Yani rüyaları kontrol edebilsen, insanın hislerini de kontrol edebilirsin. Mesela eşini kaybeden birine, hüzünlendiğinde rüyasında eşini gösterip aynı hissiyatı yaşatabilirsin. Tabii sonra rüya kontrolü uyuşturucuya dönmüş olur. Bağımlılık yapar.

Sonuç olarak "rüya > sinema". Hem başrolde sen varsın, hem daha gerçekçi, hem ne çıkacağını bilmediğin için heyecan verici. Ne kadar çok izlesen de yer kaplamaz, hard disk'ten hemen silersin. Bir de ücretsiz, tek yapman gereken bir çok şey yaşayıp hafızanın derinliklerine atmak. Nasıl olsa bizim haylaz beynimiz en çıkarılmaması gereken şeyi bile oradan bulup HD kalitesinde bize sunuyor. Gözleri açıp izlemeye bile gerek yok, sonsuza giden siyah bir perde var nasıl olsa.


"Neslimiz bugüne kadar erkeklerin gayreti ile devam etti"

by 13:37:00
Bu kadar kısa zamanda, "yeni muhafazakar ahlak anlayışı" hakkında bir kez daha blog yazısı yazacağımı daha önce başka biri söylese güler geçerdim. Ancak, mayıs ayına kadar çalıştığım şirket için Türkiye internetinde, değişik konular hakkındaki web sayfası/blog/forum gibi sitelerde dolaşıyorum. Tabii ki karşıma değişik değişik şeyler çıkıyor.

Bu sefer "çocuklar" konulu blog arayışındayım. Her kategori için 20-30 arası site bulmam lazım. En kolay bulunan siteler "moda", "annelik", "sağlık", "diyet" gibi kadın temalı konulardan çıktı. Ancak çocuklar konusuna odaklanmış site bulmak çok zor. Gezerken, "Çocuk ve aile" adlı bir siteye denk geldim. Sitenin girişindeki yazıyı Haber 7 sitesinin çalışan hanımlarından biri yazmış.

Olay "muhafazakar, muhafazakar'a karşı" olarak cereyan etmekte. Yazarın tanımıyla "iyi bir ailenin üniversitede okuyan tesettürlü entel kızı" yazar bir mesaj atıyor. Kızı "bol çatılı ve mezhebi geniş" kadın dernekleri uslübünde yazmakla eleştirip, "muhafazakar kızlarımızı bile etkiliyorlar" diye tamamlıyor.

Konu kısaca şu: "Evlilik içi tecavüz olur mu?" Buna hayır diyecek insan çok az sayıda olsa gerek. Bizim yazar da ayıp olmasın diye "hayır" diyemiyor ama lafı dolandırmaya başlıyor.

Kadın, - ki yazar da kadın bu arada - yazı boyunca şeytanlaştırılıyor. Erkeği cezalandırmak için "bana tecavüz etti" diye yalan söyleyebileceği söyleniyor, bilinçlenmek yerine kışkırtıldıkları söyleniyor, bazılarının kocalarının yemeğine cinselliği azaltıcı ilaç attığı iddia ediliyor, onların kurnaz oldukları söyleniyor.

Aslında, bir yere kadar yazar ile aynı fikirdeyiz. Türkiye'de cinsellik tabu. Kadınlar cinsellikten utanıyor ya da onu günah olarak görüyor. En sonunda, sadece çocuk yapmak için eşleri ile birlikte olmaktalar. Zevk almamaktalar.

Peki bu sorun nasıl çözülecek? Burada da yazar ile hem fikiriz. Kadına, birinin cinselliği öğretmesi gerek. Ama kim? Bence kim tabulaştırdıysa, o tabuları yıkmalı. Yani o muhafazakar aileler. Ya da devlet cinsel sağlık eğitimi vermeli. Yazarımız sadece "eğitim şart" diyip, bu eğitimi kimin vermesi gerektiği konusuna girmese de yine mantıklı bir önerme ile geliyor; erkek, kadına bunları öğretmeli.

"Eee, saçmalık nerede?" diye soracak olabilirsiniz. Saçmalık bundan sonra başlıyor. Diyoruz ki kadınımız eğitimsiz, korkak vs. Bu nedenle kocası ile birlikte olmak istemiyor. Ancak kocasının ihtiyaçları var. Biri ister biri istemezken, kadının istemese de kocası ile birlikte olması gerektiğini öne sürüyor. Buna tecavüz denmeyeceğini iddia ediyor. Bunu derken çok ilginç ve iğrenç ifadeler kullanıyor: "Yalnızca erkeğin nikahlı eşi ile birlikte olmasına gönüllü ya da gönülsüz olsun 'tecavüz' denemez", "Evliliğin temeli cinselliktir. Evlenmeyi kabul eden kişiler bedenlerinin kullanımını da kabul etmişlerdir. Artık ikisinin de bedeni birbirleri için ortak kullanım alanıdır. Kadın erkeği, erkek de kadını memnun etmek zorundadır. Çok çok özel bir durum olmadıkça birbirlerini reddetme hakları yoktur. Bedeni çok kıymetli olanlar evlenmesinler.", "Erkek de kendini istemeyen kadınla yatmayı istemez; fakat karısı sorunun çözümüne yanaşmıyorsa, erkek son aşamada zorlamaktan başka yol bulamaz."

İnanılmaz. Yazıya bu kadar güzel başlayıp, eğitimin önemine vurgu yaptıktan sonra bu kadar cinsiyetçi, kadını ikinci plana iten bir yorum ile söylediği her şeyi bir kalemde siliyor. Evliliğin temeli niye cinsellik olsun? Evliliğin temeli aşk bile değil, sevgi-saygıdır bence. Evliliğin temeli beraber yemek yapmanın, günün yorgunluğunu paylaşmanın, beraber film izlemenin, sarılıp uyumanın tadıdır. Cinsellik, sadece yemek yemek, su içmek gibi bir ihtiyaçtır. Evlilik, cinselliğin ötesidir. Eşlerin birbirlerini reddetme hakkı nasıl olamaz? İnsanoğlu robot mudur ki her an cinsel temasa hazır olsun? Bunların hormon meselesi olduğunu kaç yaşına gelmiş bu yazar hanımefendiye kimse anlatmamış olsa gerek. Evlenmek, vücudunu kayıtsız şartsız birine teslim etmek değildir. İnsanın, özgür iradesi vardır. Bazı insanlara cinsel eğitimden önce, keşke daha önce genel olarak algıları açan, daha hümanist bir eğitim verselermiş. Ya da sadece vicdan. Kadın, kilidi paslanmış, içeri girmek için omuz atmak gerekecek eski bir kapı değildir. Kadın, halen ister muhafazakar kesimde, ister Beyaz Türk kesimde olsun, halen yemek yapmakla, temizlikle, çocuk bakımı ile uğraşan biridir. Böyle yorucu bir tempoyu her gün çeken kadını bir de cinsellik için zorlamak zorbalıktan (ya da tartışılan terim olarak "tecavüz"den) başka bir şey değildir.

Neyse daha çok yazılır bu konuda. Ama azıcık da gülelim değil mi? Yazar hanımefendi, erkekleri öyle bir övüyor ki saatler boyunca koltuklarım kabarabilir: "Şunu kabul etmek gerekir ki neslimiz bugüne kadar erkeklerin gayreti ile devam etti.", "Erkekler bu güne kadar eşleri tarafından uygulanan bütün oyunlara ve reddedilmeye rağmen bıkmadan usanmadan çabaladılar.", "Geçenlerde okuduğum bir habere göre nüfusumuz azalıyormuş." Merhaba, biz erkeğiz, ancak bize kısaca damızlık hayvan diyebilirsiniz. Çünkü tek amacımız soyumuzu devam ettirmek. Ve buna karşı koymak isteyen nikahlı kadınlarımıza geçit vermeyeceğiz! Zorlayacağız! Bedenler bizimdir!

Bu arada yazının çok tatlı bir ikinci eş mesajı da var, şöyle ki kadın diyelim sevişmek istemiyor. Kocası da dindar. Bu yüzden zina yapamaz (Ama Şebnem Kısaparmak yapsın diyordu :( Gerçi o nişanlıya izin verdi.) İkinci eşi alsa aynı sorunun çıkma ihtimali varmış. Yani ikinci eş, vücudunu kayıtsız şartsız teslim etse, bir çözüm yolu olabilir. Ne güzel. Bunları kadının yazması çok ironik. Sibel Üresin abladan sonra takip edilmemesi gereken bir kişiyi daha öğrenmiş oldum böylece.

Bu yazı ile sevindirici tek şey ise, yazarın alttan alttan eleştirmesine rağmen, muhafazakar kökenli olmasına rağmen bir kadının kadın hakları konusunda böyle duyarlı olmasıdır.

Bazılarını da evlendiremiyorsun

by 22:57:00
Gün geçtikçe Roger Waters'ı daha iyi anlıyorum sanırım. Bunun iki nedeni olabilir: ya sokakta beni rahatsız edecek daha çok şey duyuyor ya da görüyorum, ya da eskiden de hep böyleydi ama daha çok dikkatimi çekmeye başladı. Sonuç değişmiyor; rahatsızlık duyduğum çok şey var etrafta. Çözüm bulamadıkça da hafiften bir duvar örüyorum çevreme.

Geçenlerde kulak misafiri olmuştum. Bir kadın, cep telefonu ile yanlış hatırlamıyorsam ağabeyi ile konuşmaktaydı. Birden bire konuşmaya başladı. "Bazı insanları evlendiremiyorsun işte, ne yapsan evlenmiyorlar" derken oldukça sitemliydi. Demek ki kendisine göre bir şekilde insanları evlendirmek lazım. İstese de istemese de. Sonuçta mevcut ahlak anlayışı bunu istiyor artık; evlilik ve üç çocuk. "Bir evlensin de düzelir" diye düşünüyor insanlar, her şeye iyi gelmesi beklenen aspirin ile aynı kefeye konuluyor. Mutsuz evliliklerin, mutsuz bir jenerasyon ile sonuçlanacağının ya farkında değiller, ya umursamıyorlar. Sevmediği kadından doğan ciyak ciyak bağıran çocuk ile aynı evde oturmasını istiyorlar erkeklerden. Şiddetle bitiyor ya da aldatma ile sonuçlanıyor bu ilişkiler.

Gerçi geçen gün Şebnem Kısaparmak'ın programından bir kesit izlemiştim. Nişanlı bir kadın, kcoasının kendisini aldattığından dert yanıyor olsa gerek. Sunucu hanım ise olayı "erkektir, yapar" demeye getirip, evlenmeden önce ihtiyaçlarını gidermesinin ileride belki daha da iyi olduğunu belirtiyor.

Kulak misafiri olduğum kadının konuşmasının devamında ağabeyinin 25 yaşında ve oğlunun - Yunus Emre - 3 yaşında olduğunu öğrendim. Yani benden bir yaş küçük iken baba olmuş. Dedim ki "Çok güzel". Evlenin o zaman, aşık olup evlenmeye çalışmak yerine, evlilikte aşık olmaya çalışın. Aşık olmadan çocuk yapın, bir kitabını bile belki okuduğunuz iki isimli yazarların adlarını küçük çocuklara koyun. Beş kişilik ailenizde Fıkralarla Türkiye izleyip gülün. Yeter ki, 'ya hayatımı adamak istediğim kadınla olurum ya da bekar kalırım' dersem, "bazılarını da evlendiremiyorsun" demeyin. Bir kısa hayatım var ki sınırlandırılmak istemem.
Blogger tarafından desteklenmektedir.