Başka bir anneden kardeşim

by 01:22:00
Zaman ilerledikçe beni geride bırakıp sonsuzluğa gidenlerden bahsetme sayım da gitgide artıyor. Bazen tanıdığım insanlara veda ediyorum, bazen ise uzak diyarlardan hayatıma temas eden insanları anıyorum. Ancak, hiçbir zaman yaşıtım sayılabilecek ve bir anda göçüp gitmiş birisine bu satırlar ile veda etmeyi hayal etmemiştim.

Hayatımın en yalnız günlerinden birinde tanımıştım onu. Bembeyaz bir sayfanın daha ilk gününde, Mannheim'da girdiğim ilk derste dikkatimi çekmişti. Herkesin birbirini yeni yeni tanımaya başladığı o günlerde iri cüssesi, yüksek sesli espirileriyle yeri göğü inletirken bende bıraktığı intiba çok da olumlu değildi aslında. Bunda onun suçu yoktu elbette. Daha hayatımda ilk kez gördüğüm bir şehirde daha hostele bile bırakamadığım bavulum ile iki hafta geciktiğim ilk dersime girerken içinde bulunduğum o depresyon halinde bu kahkahaları duymak istemiyordum sadece. O ise kahkaha atıp, etrafa ışık saçmayı bırakmadı. Ne mutludur ki, ben ona uydum zaman içinde.

Halbuki bambaşka dünyalardan gelmiştik. O Jamaika'da doğmuş, Birleşik Devletler'de yaşamış, Kıta Avrupası'nı daha önce hayatında hiç görmemiş, siyahi bir amatör boksördü. Ben ise ufak tefek, Kıta Avrupası'nda zaman öldürmüş ama Atlantik'in karşı tarafına hiç geçmemiş biri. Ama zamanla farkettik ki yoktu bir farkımız. İkimiz de Almanya'yı çok seviyorduk, ikimiz de futbolu çok seviyorduk, ikimiz de heavy metal dinlemekten hoşlanıyorduk, ikimizin de ailesi birkaç saatlik tren yolculukları ile ulaşabileceğimiz yerlerde değildi, ikimiz de kısıtlı bir bütçe ile hayatta kalmak zorundaydık ve ikimiz de daha önce üzerinde çalışmadığımız konularda uzmanlaşmak zorundaydık.

Böyle böyle birbirimize destek çıkmaya başladık. Ben ona sadece bir kez kullanacağımız gönyeyi en ucuz nerede bulabileceğimizi söylerdim, o bana dönem harcında değişiklikleri anlatırdık. Sonra beraber oturup istatistiği, o herkesin takır takır kullandığı bilgisayar programlarını çalışırdık. Daha doğrusu, geçerdim tahtaya izah etmeye çalışırdım. En iyi yeteneği dersler olmadı zaten hiçbir zaman. İnsanlığı onu var ediyordu. En ufak, en basit şeyi anlattığımda bile bana şaşkınlıkla bakar, övgüler sıralamaya başlardı. Hem mahçup olurdum, hem de motive olurdum.

İlginç bir adamdı. Amatör bir boksör olduğunu söylemiştim değil mi? Her sabah saat 5'te kalkar, o Almanya'nın buz gibi karanlık sokaklarında koşardı. Sabahın köründeki derslerde herkes akşamdan kalmayken, bir tek o dipdiriydi. Öğle yemeğini bir kutu tuzlu fıstıkla geçirirdi. Para ve doyuruculuk oranının en iyi olduğu şeyin bu olduğunu söylerdi. Bir de Türk marketinden aldığı poğaçalar vardı tabii. Akşam menüsü ise makarna ve sos. Önce asistanlık işleri, daha sonra daha ciddi işler bulsa da bu düzenine devam etti. Bir gün para biriktirdiğini öğrendim. Jamaika'daki ailesine destek olduğunu biliyorum. Kendinden kısıp, onları doyururdu. Sanki bir masal yazıyorum. Bir kurgu. Lakin, değil. Hepsi gerçek. Bu nedenle ne zaman arkadaşlarla bir yemek organizasyonu yapsak onu çağırırdık. Sadece dostluğu için değil, karnını en kolay şekilde doyursun diye. Bir kez bile eli boş gelmedi davet edildiği yere. En az bir iki bira kapar getirirdi. Her buluşmamızda da ilk o bulunurdu. Sonra ben gelirdim. Sonra diğerleri. Bu düzen, biz Mannheim'dan gideli hiç değişmedi.

Çalışmaya başladığını söylemiştim değil mi? Kusura bakmayın, aklım bir orada bir burada. Çok anı var, çok. Herkesin yaptığı gibi doçent asistanlığı da yaptı, gitti dünyanın en büyük sigorta şirketlerinden Allianz'da da çalıştı. Sonra gitti Mannheim yakınlarında bir yerde fabrikada işçi olarak çalıştı. Hatta küçük bir iş kazası bile geçirdi. Elini yaralamıştı. Sabahın köründe, bir yerlerden bulduğu ona çok ama çok küçük gelen bir bisikletle işe giderdi. Sonra, Ludwigshafen'da bir ailenin kızına İngilizce öğretmeye başladı. Kısa sürede o ailenin bir bireyi oldu. Tatillerine onu aldılar, Noel yemeklerine onu aldılar, oldukça destek oldular. Sonra gitti Puma'da çalıştı. O hep hayran olduğu Almanya Futbol Milli Takımı eski yıldızlarından Lothar Mattheus ve yeni yıldızlarından Marco Reus ile bir araya gelmeyi bile başardı. Bir gün temizlikçiliğe de başlayacağını söylediğinde senin için hazırladığım posteri bastırdığını hatırlıyor musun?

Dediğim gibi, onu çok severdim. Türkiye'den dönerken ufak tefek bir şeyler getirirdim hep. İnanılmaz mutlu olurdu. Facebook'tan "sana hediyeni vereyim, kütüphane önünde buluşalım" dediğmi zaman, "bak beni ağlatacaksın" derdi. Gün gelip, beni de dört duvar içinde sessizce ve de tarlalar arasında yürürken gözyaşlarına boğacağını bilebilir miydi acaba? Ne zaman bir iyilik yapsam "başka bir anneden kardeşim" derdi. Kardeşim.

Beni farkında olmadan bir çok şeyle tanıştırdı aslında. Mesela istatistik ile ilgili öğrendiklerimin neredeyse hepsini onun bir yerden bulup bana gönderdiği şeylere borçluyum. Ya da akademik dünyanın en geçerli yazı programı LaTeX'te hala onun gönderdiği kodları kullanmaktayım. Almanca ile ilgili bir şeyler bulunca hemen bana atardı. Keza iş ilanları. Bir ara ısrarla iş aradığımda bana etmediği yardım kalmamıştı.

Farkında olmadan Almanya'da bazı kesimlerde görülen ırkçılığa tokat atardı hep. Mesela onlarca Alman'ın bulunduğu mekanlara yerel halkın kullandığı selam ile girdiğinde herkes bir ona bakardı, bir de verdiği selam tarzına. Bizimkisi sempatiklik olarak yapardı bunu, bana ise inanılmaz gelirdi. Mesela sertliği ve yabancılara karşı soğuk duruşları ile bilinen Alman polisleriyle fotoğraf çektirmeyi çok isterdi. En ciddi protestoların olduğu ortamlarda gidip bütün samimiyetiyle adamlardan izin isteyip bize poz verirdi. Bu kontrast da herkesin hoşuna giderdi. Yine de iki kadehten fazla bir şey içemeyen bu adama bile gelip ten renginden dolayı uyuşturucu sorarlardı. Gecenin köründe beraber bir parti sonları yurtlarımıza giderken iki Alman gencin çekinmeden gelip sorduğu gibi. Bir de Almanca bilmemesine rağmen Liberal partiye gidip toplantılara katılma gibi trollükleri de vardı. Adamlar bundan sonra öyle toparlanamadılar ki meclis dışı kaldılar. Ah be dostum.

Beraber futbol oynamıştık zaman zaman. Aynı spor salonuna yazılıydık ancak farklı şubelerine giderdik. Sadece bir kez buluşup beraber spor salonuna gidebilmiştik. E adam amatör spor adamı. Performansına şapka çıkarmak gerekirdi. Sonra her zamanki gibi kilometrelerce yolu yürüyerek evlerimize dönmüştük. Uzun uzun planlarımızdan, yapacaklarımızdan bahsetmiştik. Hatırlıyorum, hava çok güzeldi. O gün çok mutluydum.

Onun çocuk ruhunun en garip (ve benim için komik) göstergesi katıldığımız bir partide olmuştu. Bir ara selamlaşmış ve ben daha sonra başka arkadaşlarımın yanına geçmiştim. Daha sonra onu gördüğümde bir kız tarafından kıskaca alınmış yakaladım. Bizimki lafa geldiğinde "ah bir Alman kızıyla tanışsam, evlenip nüfusa geçer, gerçekten de Alman olurum" derdi. Tabii ki gerçekte bunların yarısını yapabilecek cesareti yoktu. Aslında pek utangaçtı. Onu bu kıskaçta yakaladığımda bana "yahu dört tarafım çevrili, kurtulamıyorum" der gibi bir çocuk masumiyetiyle bakıyordu. İşte bunun gibi hafızamda yer eden görüntüleri nedeniyle, kendisini gözyaşlarıyla değil, buğulanmış gözlerime rağmen, güler bir yüz ile hatırlıyorum, hatırlayacağım.

Sonra yavaş yavaş iki yıl süren yüksek lisans programımızın sonu yaklaşıyordu. Arkadaşlarla buluşmalar da havaların güzelleşmesiyle sıklaşmıştı. Mangal yapmaya karar verdiğimiz zamanlarda, her zaman ocağın başında ben olurdum. Bana yardım eden de o. Sonra o Münih'teki işinden dolayı Mannheim'da daha az vakit geçirmeye başladı. Ben de yüksek lisans için Zürih'e gitme kararını verdim.

Sanırım onunla en son ortak bir arkadaşımızın partisinde buluştuk. Benim Mannheim'daki son günlerimdi. Onun da Mannheim'dan Hamburg'a geçiş dönemiydi diye hatırlıyorum. Sanki daha sonra yine görüşecekmişiz gibi, çok da duygusal olmayan bir şekilde birbirimizden ayrıldık. Sonra ben Mannheim'a son bir kez geldim, son bavullarımı almak için ama o çoktan şehri terketmişti. Daha sonra ise birbirimizle sadece Facebook'tan mesajlaşmaya başladık. Bana son yazdıklarından biri buydu:
Merry Christmas CAN. We don't hang out no more, but it was great and I learned a lot, so here is hoping to see you again in the future
Sonra bir kaç kez tekrardan Mannheim'da buluşma olasıklarımızı konuştuk. Ben bir türlü ayarlayamadım. O da zaten Mannheim'a kısa bir süre için geri dönmüş ve şehri tamamen terketmişti. Şimdi kahroluyorum neden daha fazla çabalamadım, neden daha da fazla nasıl olduğunu neler yaptığını soramadım diye.

Ve bir gün her şey aniden sona erdi.

Böyle işte. Kalbin atıyor, atıyor, atıyor. Sonra bir şey oluyor. Birkaç saniye. Bitiyor. Senin için hava hoş. Geride bıraktıklarına oluyor olanlar.

Pazar günü, tanımadığım insanların onun Facebook duvarına yazdıkları mesajlarla onun vefat ettiğini öğreniyorum. Titremeye başlıyorum, rengim gidiyor, ama hala işin gerçekliğini kabul edemiyorum. Şakadır diyorum, şaka yapmayı çok severdi o. Sonra da "geçmiş zamanlı konuşma" diyorum. Şaka yapmayı çok sever! Ancak bana iş arkadaşı tekrardan mesaj attığında öğreniyorum olanları.

Spor yapmayı çok severdi demiştim ya hani. Spordan çıkıp evine döndüğü bir an kalbi durmuş. Benden sadece birkaç yaş büyük bir boksörün kalbi durur mu hiç? Durur. O zaman işte farkına varıyorum olanların. Üstünden neredeyse iki gün geçmiş. Hala düşündükçe gerçek dışı geliyor. "Olamaz" diyorum "saçma değil mi?". Değil işte, hayat acımasız. Bir varsın bir yoksun.

Hayalci değilim. Ah elimde olsa da seni hayata döndürebilsem diyemem. Ancak çok isterdim Hamburg'ta olup, o yıkılmış ailenin ellerinden tutmayı ve onların işlerini kolaylaştırmayı. Bir gün bir mektup yazarım belki onlara. Yıllar boyunca Mannheim gibi adını duymadıkları bir şehirde onların iyi yaşaması için elinden geleni yapan oğullarının ne kadar dünya iyisi bir insan olduğunu anlatmayı ne kadar çok isterim.

Seni asla unutmayacağım kardeşim. Sen her iyilik yaptığımda bana dönen gülen yüzde, Almanya'nın rakip ağlara bıraktığı her bir golde, Rammstein'in çıkardığı her albümün bir melodisinde olacaksın. Sana ana dilimde yemin olsun, seni unutursam namerdim. Bu üç kelimeyi kazıdım beynime: Theron Delano Hall



Emekleri çöpe göndermek

by 01:17:00
Yatayım diyorum - yarın da bir konferansta sunum yapmam lazım zaten - ama Beşiktaş'ın Sporting Lizbon'a yenildiği şu maç aklıma geldikçe, değil uykum, huzurum kaçıyor.

Halbuki fanatik biri değilim. Asla. Beşiktaş hezimetlerine de pek alışkanım. Bu blog'da Valerenga diye aratsam, kaç sonuç çıkar onu bilmiyorum. Bol bol bahsetmişimdir o malum hezimeti. Lakin, bugünkü durum bambaşka bir şey.

Bir maça kötü başlarsın. Adamlar seni dağıtır. Takımdaki 11 kişi de başı kesilmiş tavuk gibi etrafa koşar. Yine de bir şekilde maçı 0-0 götürürsün. Sonra da gider 90. dakikada gol yer ve yenilirsin. Hatta gelin abartalım: bir kupadan elenirsin. Gerçek fanatik, büyük ihtimalle o anda aklını yitirir. Ben yitirmem çünkü yenilmeyi hak etmişsindir. Beşiktaş, Liverpool'dan 8-0 yenilip tarihe geçtiğinde bir gram üzülmedim. Sonraki maç Porto'yu yenip tur atlayacağı halde, rezil bir oyunla yenilip elenince de bir gram üzülmedim. Kazanmak için en ufak bir mücadele göstermemiş adamın yenilince ağlamasından da iğrenirim.

Ancak, bugün gerçekten üzülüyorum.

O genellikle sinir olduğum Quaresma'nın canını dişine takıp oynadığı oyuna, son haftalarda ruh gibi gezen Olcay'ın emeğine, normalde beğenmediğim İsmail'in çabasına, Gomez'in güzelim golüne, Atiba'nın nefesine, Beck'in sağlamlığına, Sosa'nın klasına... hepsine yazık oldu. Yalnızca bir adamın kazmalığı yüzünden yazık oldu. Bu ilk kazmalık olsaydı, bu kadar içim acımazdı. Ancak 7,5 ay önce, önceki turda Liverpool gibi bir takımı elemeyi başarmış güzelim bir takımı yaptığı mallıklar ile kupadan tek başına eleyen bir adam, aynı hatayı tekrar yaparak bütün o emeklere yazık ederse, evet, içim acır.

Biliyorum ki futbol her şey değil. Alt tarafı bir kupadan eleniyorsun.

Ama olaya sadece futbol diye bakamazsın. Olay, sadece bir topun kaleye girmesi değil. Olay, hayatın ta kendisi. Farklı kültürlerden gelmiş bambaşka insanların bir uyum içinde aynı hedefe ilerlerken, hatalarından ders almayan bir bireyin bir çuval inciri berbat etmesi olay. Her şeyin beş maç boyunca huzurlu gitmesi, ama en sonunda bütün o emeklerin yok edilmesi olay. Olay, sabahları hak edilerek kazanılmış bir maç ile ilgili haberleri okurken içilecek güzel bir kahveden, kardeşine sarılmaktan, eşinle zafer kutlamaktan, gurbette okuduğun gazetelerde başarılarının geri bildirimlerini okumaktan bir adam - evet, sadece bir adam - yüzünden mahrum kalmak.

Seni iyi tanımıyorum Tolga. Bu gece gözüne uyku girer mi girmez mi, onu da bilmiyorum. Parasını pulunu bıraktım, bu kulübün armasına yakışmayacak bir performans göstermediğin için çekip gitmeye karar vereceğini de sanmıyorum. Yazıklar olsun sana.

1 Kasım'ı anlamak

by 13:35:00
Dün akşam seçim sonuçlarını sosyal medya ve televiyzondan takip ederken, bende de AKP'nin %49 alabilmesinin şaşkınlığı vardı. Daha sonra iki derin nefes alarak, sonuçları bir kez daha düşündüğüm zaman böyle bir şey olma olasılığının o kadar da düşük olmadığının farkına vardım. MHP'nin erimesi bile AKP'deki bu artışı büyük ölçüde açıklayabiliyordu. Buna rağmen sosyal medyada sonuçların doğru olmadığını, ana akım medyaya nasıl inanabildiğimizi sorgulayan, doğru olmayan ekran görüntüleri paylaşan arkadaşları gördüm. Bunlar (maalesef) nafile çabalardı ve bazı gerçekleri kabullenmek zorundaydık.

2011'den bu yana neler değisti?

Biliyoruz ki geçen Haziran ayında, 4 milyon yeni seçmene rağmen AKP ülkenin her ilinde oy sayısını düşürmşstü. Bunun bir çok nedeni vardı tabii ki (Cemaat kavgası, Gezi protestoları, Kürt sorunu, yolsuzluklar). Bugün ise şunu görüyoruz, ülke bir kaç önemli oynama dışında 2011'deki haline geri döndü.

MHP, Haziran 2015'teki kazanımlarını elinde tutamamış gibi gözüküyor ve sanki 4 yıl içinde parti hiçbir şey yaşanmamış gibi 2011 sayılarına döndü. Seçmen sayısının artışıyla birlikte bu da MHP'nin aldiği oy oranının düşmesi demekti.

HDP, geçen seçimde yaptığı sıçramadan sonra bir adım geri atti. Yine de %10 barajını geçip, MHP'den fazla milletvekili almayi başardı.

CHP ise Kılıçdaroğlu'nun başa gelmesinden bu yana gösterdiği performansı sürdürdü ancak büyük bir sıçrama da yapamadı.

Küçük partilere bakıldığı zaman ise barajın yaşattığı sıkıntılar ve Haziran-Kasım arasındaki fırtınalı süreç nedeniyle bu partilerin toplam oyunun %2.6'ya düştüğünü görüyoruz.

Bir garip aşk: AKP-MHP

MHP, hiçbir zaman Haziran 2015'teki kazanımlarının farkına varamadı. Parti, o seçimde artan seçmen sayısına orantısız olarak, fazlasıyla oy almıştı. 4 milyon artan seçmeni kabaca 4 büyük partiye paylaştırdığımızda MHP, yaklaşık 500,000 yeni seçmen kazanıyordu ama gerçekte bu sayı 2 milyondu. Yani MHP, 1.5 milyon farklı partiliyi ikna etmeyi başarmıştı. Peki, sonra ne oldu?

MHP için olabilecek en iyi senaryo, CHP ile koalisyon kurmaktı ancak bunun için çoğunluk oluşmamıştı. HDP'nin içeriden ya da dışarıdan dahil olabileceği her türlü senaryoya da kapılarını kapattılar. MHP'nin HDP ile koalisyon ortaği olması yeni MHP'liler için ne kadar sorun olurdu bilmiyorum ama eski MHP'lilerin buna kesinlikle karşı çıkacağı kesindi. Öte yandan HDP'nin dışarıdan desteği tabana açıklanabilecek bir şeydi (sonuçta MHP ve HDP, daha önce yıllarca aynı mecliste aynı soru önergelerinin altına imza atmıştı, kısa süre boyunca RTÜK'te de ortak karar verebilmişlerdi) ve de ülkede ters giden bir takım şeylerin kısa vadede düzeltilmesi icin büyük bir firsattı. Bu gerçekleşemedi ve MHP biraz da artan oylarin sarhoşluğunda HDP'ye kapıları tamamen kapattı. Meclis başkanlığının da kaptırılmasıyla Haziran seçim sonuçları çöpe gitmiş oldu.

Peki, AKP-MHP ortaklığı olamaz mıydı? Çok da güzel olurdu. AKP seçmeni MHP ile koalisyona çok da karsi çıkmıyordu. MHP seçmeninin bir kısmının cumhurbaşkanlığı seçiminde İhsanoglu'na oy vermek yerine oy vermemek ve hatta Erdoğan'a oy vermek seçeneklerine yöneldiğini düşünürsek seçmen bazında büyük bir sorun yoktu diyebiliriz. 7 Haziran akşamı benim de beklentim bu şekil bir koalisyon olsa da o gece Bahceli yapabileceği en saçma şeyi yapti ve 7 Haziran'da "erken secim" dedi. Daha sonra "ya bizim 4 ilkemiz vardı, onlara uysalar yapardık" diye çevirmeye çalıssa da bu hatayı kimsenin gözünde düzeltemedi. Eğer MHP koalisyon için çaba göstermiş olsaydı ve birkaç oturumda bu 4 ilkeyi AKP'ye kabul ettirmeye çalıssaydı, ya koalisyon kurulurdu ya da MHP "bay hayir"cı imajından kurtulup seçime daha bile güçlü girerdi. Şimdi ise Tuğrul Türkeş'i, Meral Akşener'i ve Sinan Oğan'ı kaybederek erime sürecine girdi. Dün akşam da sadece AKP'den emanet aldığı oyları değil, gerçek MHP'li seçmenin de bir kısmını kaybederek milletvekili sayısı bakımından "terörist" dedikleri HDP'nin bile arkasına düştüler. Kısacası AKP'nin arttırdığı 4.8 milyonluk seçmenin 2 milyonu MHP'ye yakın seçmenlerden geliyor.

Eğer bir gün "beşinci bir parti" gelirse MHP bitecektir, bundan bir şüphe yok. Ama sağ bir alternatif olmadığı sürece MHP bu seviyelerde var olmaya devam eder. Daha iyi politika yapacak isimler bir şekilde MHP'nin başına gecçbilirse Haziran 2015 seviyesine tekrar çıkmalari da mucize olmayacaktır.

Bir Saadet Partisi vardi, ne oldu ona?

Gecen secimde, AKP'ye bir alternatif olma amaciyla en etkili iki kücük sag parti Saadet Partisi ve Büyük Birlik Partisi bir ittifak olusturmustu. Bu ortaklik medyada cok ses getirmese bile AKP'deki bir cok problemden rahatsiz olan secmenin bir kismina hitap etmisti. Bunlarin da en büyük kisminin Cemaat mensuplari oldugunu saniyorum cünkü BBP, Yazicioglu'nun ölümünden sonra ikiye bölünmüs, Yalcin Topcu önderligindeki kanat AKP'ye gecerken, digerleri cemaate yakin durup cumhurbaskanligi secimlerinde de Ihsanoglu'nu desteklemisti.

2011'de toplam 866,705 olan SP + BBP oyu, BBP'de yasanan ayriliklara ragmen Haziran ayinda 1 milyonu zorlamisti. Ancak bu ittifak bilmedigim nedenlerden dolayi bu secimlerde tekrarlanamadi. Bunu gören AKP, SP ile ittifak kurmaya niyetlendiyse de bu basarili olamadi. MHP de (her zamanki gibi) SP ve BBP ile kurulacak iliskilere kapiyi kapatinca SP ve BBP oylari bir manada halka acilmis oldu. Bugün baktigimizde SP ve BBP, 589,000 oy alabildi. Bu da demek ki 360,000 oy AKP'ye kaymis. %10 baraji gibi bir sacmaligin yaninda, secim öncesi yasatilan kaos nedeniyle tabanlari zaten AKP'ye yakin olan bu partilerin AKP'ye oy kaybetmesi sürpriz degil ama AKP'deki bu artisi tek basina aciklayamiyor tabii ki.

Son olarak 2011'de bu bahsettigimiz iki parti kadar oy almis bir baska organizasyonu unutmamak lazim: HAS Parti. AKP'nin yolsuzluklarini ve Saadet'in degisime kapaliligini elestirerek kendi yolunu yavas yavas acmaya baslayan ve 2011'de 330,000 kadar oy almis bu parti Numan Kurtulmus'un 180 derece dönmesi ile kendini feshetmisti. HAS Parti secmeninin bir kisminin Haziran ayinda sandiklara gitmese de bu secimlerde AKP'ye gectigini tahmin etmek zor olmasa gerek. Bu da demektir ki 2011'de SP, BBP ve HAS Parti'ye yönelen secmenden 700,000 kadari da bu secimlerde AKP'ye gecmis. Yine de AKP'nin aciklanmasi gereken 2 milyonluk bir artisi daha var. Simdi de Dogu'ya gidelim de bir bakalim neler olmus.

Bak, Beyaz Toros geliyor!

Dogu'daki bagimsiz aday gösterme durumu nedeniyle rakamsal analiz yapmak cok zor. Yine de deneyelim bakalim.

2015 Haziran'inda HDP muhtesem bir basariya imza atmisti. Bunun ilk sesleri Selahattin Demirtas'in cumhurbaskanligi secimlerinde ülkenin her yerinde HDP'nin normal oyundan fazla almasiyla gelmisti. Daha sonra da genel secimlerde HDP, 3 milyona yakin olan oyunu ikiye katladi. Bu oylarin büyük kismi daha önce baraj korkusu nedeniyle ya da HDP'nin toylugu nedeniyle AKP'ye oy vermis Kürtler'den geldi- Ancak Demirtas, Kürt halkinin gözündeki baraj korkusunu yikinca isler degisti. AKP'nin Suriye politikalarinda Kürtleri rahatsiz eden olgularin da fazla olmasi nedeniyle da AKP, oylarini büyük ölcüde burada kaybetti. AKP'den HDP'ye kayan oylar disinda, yurtdisindan gelen oylarin HDP oylarindaki etkisi de yadsinamayacak kadar önemli cünkü HDP, yurtdisindaki Türkler'in ikinci tercihi konumunda.

Dün aksam ise HDP oylarinin yaklasik 1 milyonunu kaybetti. Burada cesitli nedenlerden bahsedebiliriz. Bunlardan biri tabii ki AKP'nin "bakin 90'lara döneriz ha!" söyleminin yarattigi endise. PKK'nin da artan saldirilarinin sonucu iyice bunalan Kürt vatandasin bikip huzur gesin diye AKP'de dönmüs olmasi kuvvetle muhtemel. AKP'nin basa gelmesiyle yeniden dogabilecek bir Kürt süreci beklentisinin oldugunu saniyorum bu arkadaslar icin. Dua edelim de bu "Beyaz Toros" tehditi ile kazanilan oylar gercekten de basarili bir baris sürecine hizmet eder ve biraz nefes aliriz. Öte yandan ise Suruc ve Ankara gibi bombalamalarin Kürt hareketini destekleyenlerin yüreginde biraktigi o iz nasil temizlenebilir, onu hic bilmiyorum.

Geriye kalanlar

"AKP, 5 ayda nasil 4.5 milyon alir ya?" diyen arkadaslar icin sonuc acik sayilir. 1.5 milyona yakin MHP'den geri dönen oy, 1 milyona yakin HDP'den giden oy, 700,000 civarinda "milli ittifak" oyu, MHP tabanindan AKP'ye kaymalar derken yaklasik 3.5 milyonu buluyoruz zaten. Peki geri kalan 1 milyonu nasil aciklayacagiz? Erken secimde, bir önceki secime göre sandiga gitmeyen sayisi ve gecersiz oy sayisi düsmüs. Bu da demek ki 1 milyona yakin yeni bir oy girisi var sisteme. Bunun yarisinin AKP'ye gitmesi demek 500,000'lik oy artisi demek zaten.

Geriye kalani artisi da eriyip giden kücük sag partiler (basta Demokrat Parti) ve bu secime giremeyerek AKP'ye destek olan Hüda-Par gibi partilerden yasanan kayislarla anlayabiliriz.

Bundan sonra olacaklar

AKP, aldigi oy orani sayesinde düsme riski yasamayacak bir tek parti hükümeti kurmayi basardi. Ancak, anayasa degisikligi yapacaklarsa birileriyle ortaklik yapmak zorundalar. Bu ortakligin CHP ile beraber kurulma olasiligi düsük. Koalisyon kuramayan bu iki partinin anayasa degisikliklerinde anlasma ihtimalini düsük görüyorum. Detaylarda anlassalar da büyük degisikliklerde anlasamazlar. AKP-HDP ortakligi daha olasi gözükse de Demirtas ve Davutoglu'nun bu kadar sert gecen iki secim dönemi sonrasi nasil anlasacaklari soru isareti. Demirtas'in baskanlik sistemine onay verme ihtimali de yok. AKP-MHP ortakligi ise olabilecek en muhtemel durum. Ancak, MHP'nin anayasada isteyecegi degisikliklerin Kürtler'in istekleriyle tamamen zit oldugu düsünülürse büyük sikintilar yasanabilir. Öte yandan MHP'nin AKP ile ortakligi demek MHP'den AKP'ye giden hali hazirda var olan secmen akisinin da hizlanmasi demek. Bu nedenlerden ötürü 2011-2015 arasinda Türkiye ne yasadiysa onlari yasamaya devam edecek gibi duruyor.

Beşiktaş'ın forvetleri

by 00:07:00


Almeida'nın dengesiz performansından sonra Beşiktaş tarafları Demba Ba sayesinde yıllar sonra gerçek bir santrafor gördü. Bu sezon ise Gomez çıtayı bambaşka bir yere taşıdı. Ancak hangisi daha iyi bir forvet? Belki farklı zamanlarda farklı insanlarla Beşiktaş'ta oynayan bu futbolcuları siyah-beyazlı formayla gösterdikleri performanslarla karşılaştıramayız. Ancak, bu futbolcular aynı zaman dilimde Bundesliga'da forma giydiler. Bakalım birbirlerine karşı oynadıkları zamanlarda bu topçular neler yapmışlar.

Stuttgart'ı şampiyonluğa taşıyan genç çocuk

MARIO GOMEZ - DEMBA BA

Hoffenheim vs. Stuttgart


Mario Gomez ve Demba Ba, ilk kez 13 Eylül 2008'de karşı karşıya geldi. Bundesliga'ya o sene yükselmiş olan Hoffenheim'ın sağ beki, şu an Beşiktas'ta oynayan Andreas Beck'ti. Beck, o sezona kadar Stuttgart'ta Gomez ile beraber oynamıştı. Hoffenheim'ın kalesinde ise daha sonra kısa bir süre Besiktaş'ın kalesini de koruyan Ramazan Özcan vardı. Gomez'li Stuttgart'ın sağ kanadındaysa uzun süre Besiktaş forması giymiş bir isim olan Roberto Hilbert vardı. Macta golsüz eşitlikle bitti. Bu maçın rövanşında ise iki takim 3-3 berabere kaldı. Demba Ba, hat-trick yapıp, gol sayısını 11'e çıkarırken, Mario Gomez ise bu maçta iki gol atıp 13 gole ulaştı. Sezon sonunda Ba attığı 14 golle ligin en cok gol atan sekizinci ismiyken, Gomez 24 gol kaydedip gol krallığında ikinci siradaydı. Sezon sonunda da Gomez'in Bayern Münih'e transfer olması kimse için sürpriz olmayacaktı.



Hoffenheim vs. Bayern Münih



2009-10 sezonunun ilk haftasında Ba'lı Hoffenheim ve Gomez'li (ve şu anda Besiktaş forması giyen Jose Sosa'lı) Bayern Münih karşı karşıya geldi, ancak Ba sakatlığı nedeniyle bu maçta forma giymedi. İkinci yarıda oynana maçta ise iki takım 1-1 berabere kalırken, takımlarının ilk 11'lerinde yer alan Gomez ve Ba golle buluşamadı. Bir sonraki sezon Hoffenheim ve Münih birbirleriyle oynadıklarındaysa bu sefer Gomez yedek kulübesinde kalıp, oyuna dahil olmadı. Ba ise golle buluşamadı ve 6 gol kaydettiği sezonun devre arasında İngiltere'ye transfer oldu. İkili daha sonra hiçbir zaman karşı karşıya gelmedi.

Sonuç - Ba: 3 Gomez: 2, 3 maç karşı karşıya


Bir zamanlar gençti - Demba Ba

DEMBA BA - HUGO ALMEIDA
Hoffenheim vs. Werder Bremen


Demba Ba ve Hugo Almeida, 2.5 sezon boyunca aynı ligde mücadele etseler de talih onların karşı karşıya gelmesine çok fazla izin vermedi. 27 Eylül 2008'de Ba'lı Hoffenheim, Werder Bremen deplasmanında mücadele ederken Almeida yedek kulübüesinde bekledi. Aynı maçta Ba, bir de gol atmıştı. 7 Mart 2009'daki rövanş maçında ise iki futbolcu ilk kez karşı karşıya geldi ancak golle buluşamadılar. Sonraki sezon, Ba farklı dönemlerde yaşadığı sakatlıklar nedeniyle iki Werder Bremen maçını da kaçırdı. Bunlardan birinde Almeida da sakattı, diğerinde ise golle buluşamadı. İkili son olarak, 2010-11 sezonunun ilk yarısında karşı karşıya geldi. Ba'nın 20. dakikada attığı golden üç dakika sonra Almeida sakatlanıp oyunu terkedince, ikilinin son mücadelesi de oldukça kısa sürmüş oldu. Devre arasında iki futbolcu da Almanya'dan ayrıldı.

Sonuç - Ba: 1 Almeida: 0, 2 maç karşı karşıya



Tipe bak, çay demle
MARIO GOMEZ - HUGO ALMEIDA

Stuttgart vs. Werder Bremen

Gomez ile Almeida arasındaki rekabet eskilere dayanıyor diyebiliriz. İkili, ilk kez Eylül 2006'da karşı karşıya geldi. Stuttgart, 2-0 geriye düştüğü maçı Gomez'in bir gol iki asistiyle kazanmayı bildi (Aynı maç, Hilbert de hem kendi kalesine hem de Bremen kalesine gol atmıştı). Almeida ise o maçta sessiz kaldı. Bu maçın rövanşında da kazanmayı bilen Stuttgart'in attığı 4 golden birini yine Gomez kaydetmişti. Almeida ise oyuna 77. dakikada dahil oldu. O sezonun sonunda Stuttgart, Bundesliga şampiyonluğunu kazandı.

2007-08 sezonunda Gomez ve Almeida, birbirlerine hünerlerini göstermeye yemin etmiş gibiydiler. Sezonun ilk yarısında Bremen, Stuttgart'ı 4-1 yenereken iki golü Almeida attı. Stuttgart ise şeref sayısını Gomez ile kaydetti. Bu maçta Bremen takımında, şu an Beşiktaş'ın sol beki olan Dusko Tosic de forma giymişti. Stuttgart, bu maçın rövanşını 6-3 ile alırken, Gomez yaptığı hat-trick ve bir asist ile maçın adamıydı. Bu sefer de Bremen'in gollerinin birinin altında Almeida imzası vardı.

2008-09 sezonu ise bir önceki sezonun gölgesinde kaldı. Bremen ve Stuttgart'ın ilk maçında Almeida ve Gomez sadece 8 dakika karşı karşıya kalabildi ve ikisi de golle buluşamadı. Bu maçın rövanşını Almeida sakatlığı nedeniyle kaçırdı. Gomez ise gol kaydedemedi.

Bayern Münih vs. Werder Bremen

Gomez'li Münih, ligin ikinci haftasında ilk kez kendi seyircisi önünde sahaya çıkarken rakibi Almeida'lı Bremen'di. 1-1 berabere biten maçta Münih'in golünü Gomez attı. Bu gol Gomez'in Bayern Münih için ligde attığı ilk goldü. Almeida ise maçın son 5 dakikasında oyuna girdi. Bu maçın rövanşı Bayern Münih'in 3-2'lik üstünlüğüyle biterken, Gomez gol kaydedemişti. Bremen'in ikinci golünü ise Almeida bugün Trabzonspor'da oynayan Marko Marin'in asistiyle attı. Sezon sonunda oynanan Almanya Kupası finalinde Münih ve Bremen karşı karşıya gelirken, Almeida ve Gomez takımlarının yedek kulübesindeydiler. Almeida oyuna girse de golle buluşamadı ve kupa 4-0'lık galibiyet sonucu Münih'in oldu.

2010-11 sezonunun ilk yarısında oynanan Münih - Bremen maçında Almeida ve Gomez, oyuna sonradan dahil olan oyunculardı. Almanya Kupası ikinci tur maçında da iki oyuncu sadece 5 dakika karşı karşıya oynayabilmişlerdi ve golle buluşamadılar. Devre arasında Almeida'nın Beşiktaş'a transferi ile Gomez ve Almeida'nın yolları ayrılmış oldu.

Almanya vs. Portekiz

Almeida ve Gomez, 2008 Avrupa Futbol Şampiyonası'nda milli takım kadrolarında yer aldılar ve çeyrek finalde bu iki takım karşı karşıya geldi. Maçın galibi 3-2'lik skorla Almanya olurken, iki futbolcu da bu maçta forma giyemedi. Dört yıl sonra, ikili tekrardan aynı organizasyonda karşı karşıya geldi. İki ülke arasında oynanan maç Almanya'nın 1-0 galibiyetiyle biterken, golün sahibi Gomez'di. Almeida ise yedek kulübesinde şans bekledi ancak oyuna giremedi.

Sonuç: Gomez:7 Almeida: 4, 9 maç karşı karşıya

PEKİ HANGİSİ DAHA İYİ?

Aslında Demba Ba'nın performansının Almeida'dan da Gomez'den de daha iyi olduğunu görüyoruz. Ama bu futbolcuların birbirlerine karşı gösterdikleri performansa değil de o sezon boyunca neler yaptıklarına bakacak olursak, gol sayısı olarak da kupa kazanma sayısı olarak da Mario Gomez'in diğer ikiliden daha ileride olduğuna şüphe yok. Bu oyuncuların hem Almanya geçmişine, hem Beşiktaş kariyerlerine, hem de diğer ülkelerde yaptıklarına bakacak olursak da sıralama açık ve net olarak şöyle olmalı:

Mario Gomez >= Demba Ba > Hugo Almeida

Bu meydan kanlı meydan

by 20:02:00
Yazılabilecek çok şey var aslında da insan ciltlerce yazı yazsa ne değişecek? Ama yine de bir kaç şey diyeyim dilim döndükçe, elim çalıştıkça.


Suruç bombalaması olduğunda elimden geldiği kadarıyla hayatını kaybeden insanların Facebook profillerine bakmaya çalıştım. Bu cesur insanlar kimdi? Nerelerde yaşıyorlardı? Ne yapıyorlardı? Önce birini buldum, sonra onun arkadaşlarından başkalarını, derken geri kalanları. Bir kesim yaratığın daha ilk saniyeden öcüleştirmeye çalıştığı o insanlar senden benden farklı değildi. Arkadaşlarıyla kafelere gidip fotoğraf çektiren, gülen oynayan, sosyal medya profillerini siyasi mesajlara da öyle çok boğmamış insanlardı. Kobani'de kalmış tek tük çocuğa oyuncak, direnen bireylere ise manevi destek götürmeye nasıl karar vermişlerdi acaba? Bu asil cesarete nasıl sahip olmuşlardı?

Ankara'da ölenler de farklı değil. Sağolsun, bazı Twitter kullanıcıları hayatını kaybeden bu bahtsız insanların günlük yaşamlarından paylaşımlar yapmış. Bazısı gülerek selfie çekmiş, bazısı Boğaz kenarında fotoğraf paylaşmış, birisi ağaçtan kurtadığı kediyi nasıl sahiplendiğini anlatmış, biri de "annemi özledim" demiş, başka bir şey dememiş. Bir de "barış" istemişler tabii ki, bunu istedikleri için de öldürülmüşler.

Bir de sosyal medyada hemen bu gençleri "terörist", "vatan haini" diye yaftalayan onursuzlar var tabii ki. Profillerine bir bakıyorsun, Türkçü gezinip en basit Türkçe dilbilgisi kuralından haberi olmayan mı istersin, sabah "şehit öldü yastayız" diyip akşam saçma sapan bir pop şarkıcısına ya da dizi oyuncusuna yavşak yavşak mesaj atan mı istersin? Bunların biraz gelişmişleri de televizyonlarda cirit atıyor. "Bombalama doğru değil" diye başlayıp "ama" diye devam ediyorlar cümlelerine. Akıllarında ise tek soru: "Bu rejim yıkılırsa villamın kirasını nasıl ödeyeceğim?".

Öyle bir yaşama soktular ki bizi, "barış", "demokrasi", "özgürlük" gibi kavramlar için toplanan topluluklar ya polis copunun, ya esnaf tekmesinin, ya da terörist bombasının hedefi oluyor. Sonra bakıyorsun o upuzun ölü/yaralı listelerine, tanıdık bir isim var mı diye. Daha sonra o listedeki herkes senin tanıdığın oluyor. Daha da bütünleşiyorsun onların o masum istekleriyle.


Bugün bir fotoğraf vardı. Şerefsizler tarafından öldürülmüş Ali İsmail'in fotoğrafının önünde yürüyüşe katılmış bir çocuk fotoğrafı. O çocuk Ankara'da katledilmiş. Bu sefer o çocuğun aynı fotoğrafıyla yürüyüşe katılmış bir başka çocuk kameralara takılmış. Ellerinden gelse o çocuğu da öldürürler. Bazen umutsuzluğa katılıyorum ama bazen de diyorum ki istedikleri kadar öldürsünler, yeniden doğacağız. Çünkü haklıyız. Varsın hepimizi öldürsünler. Karanlıkların içinde, dış dünyadan soyutlanmış bir Ortadoğu ülkesi haline gelirsek, bugün bu aydınlık yüzlere "terörist" diyenler yarın ne kadar hatalı olduklarını görecekler. Bunu biliyorum.

Bu işlere kafa yormaya başladığım zamanlarda yapılan bir öğrenci gösterisinden sonra yazmıştım bu satırları. Üstünden kaç seçim, kaç 1 Mayıs, kaç demokratik gösteri geçti kim bilir. Gezi, yolsuzlukluk, saray vesaire. Ama bakıyorum ki ne bu ülkede bir şey değişti, ne de benim fikirlerim değişti.


"Biz hiç susar mıyız? Yanıldılar. Baştan aşağı yalandılar. Bir yalana inandılar. Onlar masallara kandılar. Hayal etmektir mesele. Mutlu sonla bitmese de kavgamızdan vazgeçmeyiz; öldürseler de eksilmeyiz.
Yoksunluğa inandırdılar. Bir sultanı andırırdılar. Sanki asla yıkılmazdılar ama kelepçe vuramazdılar. Panzerler ve silahları, piyon bunlar, saklı şahları. Kulu olmuş padişahların. En korkuncu bu zamanların. 
Bomba gördüm. Bin parçaya parçalandım. Sadece bir harcanandım. Sen görmedin, ben yanandım.
Zulmü gördüm. Bir kuytuda dövdürüldüm. Bir çukurda öldürüldüm. Bin yürekte tekrar doğdum."

Nice'te Osmanlı esintileri

by 00:20:00
16. yüzyıla dönelim ve Fransa'nın sevimli sahil kasabası Nice'e gidelim. Daha Nice, Fransa'nın en büyük beşinci şehri değil çünkü İngiliz asiller bu kasabayı önemli bir turizm cennetine çevirmemiş. Peki, bu küçük kasabanın Osmanlı ile nasıl bir alakası olabilir?

Osmanlıların Akdeniz'e ne kadar hakim olduğunu, günümüz İtalya'sında bile bir kale fethedebildiğini çoğumuz biliriz. Osmanlı'ların Nice gibi uzak bir Batı Akdeniz şehrinde ne aradığını ise pek bilmiyoruz. Şimdi şehirden fotoğraflar ile bu konuya bir göz atalım.

Yıl 1543. Fransız kralı Fransuva, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'na bağlı bir düklükten Nice'i geri almak ister ve dönemin süper gücü Osmanlı'ya danışır. Bu Fransa ve Osmanlı'nın ilk birlikteliği değildir. Fransuva, Sultan Süleyman'dan daha önce de yardım istemiş ve şu çok ünlü "Ben şuranın buranın hükümdarı Allah'ın gölgesi sultanlar sultanı Süleyman, sen ki Fransa vilayetinin kralı Fransuva'sın"mektubu ile yardım çağrısına olumlu cevap almıştı (Mektubun tamamı için buraya tıklayabilirsiniz). Nice kuşatması için de Sultan Süleyman, Fransuva'ya yardım olarak Barbaros Hayreddin Paşa ve Salih Reis önderliğinde 100 gemili 30,000 askerli bir grubu Nice'e yakın bir şehir olan Toulun'a gönderdi.

Fransız ve Osmanlı güçleri 6 Ağustos'ta Nice saldırmaya başladı ancak Nice halkı bu saldırılara karşı büyük bir direnç gösterdi. Bir temizlikçi olan Catherine Ségurane, bu direnişin kahramanı oldu. Rivayet o ki, Catherine eline aldığı temizlik sopası ile Osmanlı askerlerine saldırıp birini öldürdü. Rakibini aşağılamak için eteğini kaldırıp kaba etini Osmanlı askerlerine gösterip, ölen askerden aldığı sancağı da bu hakaretine meze yaptı. Bu olay Osmanlı askerlerinin moralini bozdu ve direnişin başarılı olmasının önemli bir sebebi oldu. Nice tarihine geçen bu hanımefendinin heykeli yapılmış, gidip bulduk. Altında taze bir buket çiçek vardı. Demek ki hala kendisi Nice halkı için önemli bir figür.


Catherine'nin çabalarına rağmen şehir 22 Ağustos'ta düşmüş ancak Fransızlar ve Osmanlılar, kaleyi almayı başaramamışlar. 8 Eylül'de ise Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu'ndan askerler Nice'e ulaşınca Fransız ve Osmanlılar şehirden çekilmiş. Bu sırada Barbaros Hayrettin, şehrin bir kısmını yakıp, 5,000'e yakın insanı da esir almış. Osmanlılar, kışı Toulun şehrinde geçirip, Fransa'nın bir kaç şehre yaptığı ataklara yardım etmişler. Bir yandan da Fransa'nın o sarışın gen havuzuna, bir miktar esmer gen soktuklarını da düşünmek istiyorum.

Bu kuşatmadan kalan dört tane Osmanlı topu şehrin iki yerinde sergileniyor. Birincisi eski şehirdeki iki sokağın kesiştiği bir yerde, öteki üçü ise bir kilise duvarına monte edilmiş.

Fransız Rivierası'nda üç gün

by 00:20:00
Fransız Rivierası da ne?

Fransız Riviera'sı Fransa'nın güney kıyılarına verilen isim. 19. yüzyılın sonlarına doğru İngiliz asillerinin burayı tatil amacıyla keşfetmesi sonucu kendi kişiliğini kazanan bölgeye Côte d'Azur (Mavi Kıyı) adı da verilmiş. Kuzey Fransa'ya göre iklimi daha güzel, insanları ise daha sıcak. Plajları, şık binaları, tıklım tıklım restoranları ve palmiye ağaçları, bu bölgeyi görmek için yeter de artar bile.

Nasıl gidilir? Nasıl gezilir?

Nice Côte d'Azur Havaalanı'na uçmak, Fransız Riviera'sını ziyaret etmek için en mantıklı seçenek olmalı. Ancak havalanı çok küçük ve düzen diye bir şeyden habersiz. Havaalanında minimum zaman geçirmeye çalışmanızı tavsiye ederim. Burada Nice merkeze gidecekseniz şunlardan birini seçmeniz lazım:
  • "Ekspres otobüsler". Havaalanı çıkışında bulunan 99 numara ile tren garına (Gare de Nice-Ville), 98 numara ile de Nice Riquier'e gidilebiliyor. Tek yön bilet fiyatı 6€. Şoförden alınabiliyor. Yolculuk süresi yaklaşık 25 dakika. 
  • "Normal otobüsler". Havaalanından çıktıktan sonra otobüs durağı işaretini takip ederek durağa gidin ve son durağı Vallon des Fleurs olan 23 numaralı otobüse binin. Tek yön bilet fiyatı 1.5€ ve bu bilet de şoförden alınabiliyor. Thiers / Gambetta durağında inmeniz lazım. Bu durak, tren garına 5 dakika yürüme mesafesinde. Yolculuk süresi yaklaşık 35 dakika. Ekspres otobüse göre biraz daha yavaş ve biraz daha kalabalık olmasına rağmen, gidiş geliş 10 euro kârda olmak fena değil. Unutmayın, Fransız Rivierası çok ucuz bir yer değil.
  • "Tren". Nice merkezde kalanlar için mantıklı olmasa da yakın bir şehirde kalanlar için mantıklı bir seçenek. Nice Sanit-Augustine adlı tren durağına yürümek 15-20 dakika sürüyor ve çok fazla bavulu olanlar için biraz sıkıntılı bir durum olabilir. Tren biletleri otomattan ya da havaalanı çıkışındaki ofisten alınabiliyor. Mesafeye bağlı olarak bilet fiyatları değişiyor.
Şehir içi ulaşımı ise "Lignes d'azur"un otobüsleri ve tramvayları sağlıyor. 5€'ya günlük bilet alınabiliyor. Tek yön bilet ise 1.5€ ve (sanırım) 75 dakika geçerli. Bu biletler otobüs şoförlerinden ya da tramvay duraklarındaki otomatlardan alınıyor. Bu biletleri otobüs içindeki ya da tramvay duraklarındaki makinalara okutup tasdik ettirmek gerekiyor. Yine de Nice ve Cannes şehir merkezlerini kolayca yürüyerek gezebilirsiniz. Monaco, biraz dağlık olduğu için bir düşünün derim.

Şehirler arası dolaşım ise genellikle trenle sağlanıyor. Bilet otomatlarında İngilizce seçeneği olması işleri kolaylaştırsa da otomatlar kağnı gibi işliyor ve dokunmatik ekranları çok iyi değil. Ancak genellikle gişelerdeki kuyruklar nedeniyle bu otomatlardan başka da seçenek yok gibi. Yolculuk mesafesine göre ve trenin hızına göre fiyatlar değişiyor. Bazı tren bağlantılarında 25 yaş altı indirimi var. Nice-Monaco arası tek yön 4€, Nice-Cannes arası ise tek yön 10€ (yaklaşık olarak). Yalnız trenleri (en kibarca tabirle) bok götürüyor, uyarayım.

Nice-Cannes treni
Havadan Nice havaalanı
Nice

Nice, yaşanılası ve çok canlı bir şehir. Tramvayın geçtiği sokak, sağlı sollu alışveriş merkezlerinin bulunduğu upuzun bir cadde. Bu cadde kırmızı binaların çevrelediği Masséna Meydanı'na çıkıyor. Bu meydanın sağı ve solunda uzayıp giden bahçeler var. Bu bahçelerdeki fıskiyeler sadece çocukların değil fotoğraf çektirmek isteyen büyüklerin de ilgi merkezi. Bu eğlenen kitleyi, fıskiye kenarlarındaki banklarda oturarak izlemek mümkün.


Bu meydandan sağa ya da sola sapmadan yürümeye devam edince o güzelim Akdeniz sahiline çıkıyorsun. Sahilde 18-19 tane plaj var. Bunların bazıları özel, bazıları halka açık. Halk plajlarında duş dışında hiçbir şey yok. 50 cent'e tuvalet, 1.50 €'ya ise soyunma kabinleri kullanılabiliyor. Özel plajlarda ise havlu, şezlong, şemsiye derken ücret 20€'ya kadar çıkabiliyor. Bunu ödeyen çok insan var çünkü halk plajında havluyu yatıp uzanmak çok rahat değil; sorun şu ki Nice sahili tamamen taşlardan oluşuyor. Denize girene kadar acı çeksen de Akdeniz'in güzelliği tüm bu acıları unutturuyor. Eylül'ün 12'sinde bile deniz sıcaklığı yüzmeye elverişli. Plajların yukarısında kalan sahil kenarı ise bisikletçiler ve koşmayı sevenler için bir cennet. Bu kaldırımlarda bulunan mavi sandalyelere oturarak denizi ve güneşi izlemek mümkün.


Labirent gibi dar sokakları ile Nice'in eski şehri (Vieux Nice) görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Onlarca restorant, kafe, pub ve farklı şeyler satan dükkan burayı cıvıl cıvıl kılan nedenler. Yürürken birdenbire insanın karşısına kiliseler, heykeller ve havuzlar da çıkabiliyor. Fiyatlar aşırı pahalı değil, sadece kahve ya da çay içecekseniz normal bile denebilir.

Görülmesi gereken bir yer de şehir merkezinin en yüksek noktası olan şato. Şehri korumak için yapılmış bu şatodan geriye sadece kalıntılar kalmış. Ancak bizlere cömertçe bağışladığı şehir manzarasının fotoğrafını çekmek isteyen turistlerin uğrak yerlerinden biri. Yukarı asansörle çıkma imkanı da var. Yemyeşil ağaçlar ve manzaranın yanında küçük ama çok da güzel bir şelale barındırmakta.


Nice'in ilginç bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu ile bir ilgisi olduğunu da bu gezi öncesi ve bu gezi sırasında öğrendim. Konuyla ilgilenenleri şuraya alabiliriz.

Cannes

Cannes diyince aklıma eli havada, gururla kameralara bakan bir Yılmaz Güney ve daha sonra aynı ödülü alırken aynı pozu veren bir Nuri Bilge Ceylan geliyor. Zaten Cannes'ı film festivalinden ayırmak imkansız. İlk durak olarak da film festivalinin düzenlendiği kongre salonuna gitmek lazım. Yerdeki altın palmiye logosu ve Avrupa sineması yıldızlarının kaldırımdaki el izleri ile festival olmadığı zaman bile bir sanat havasını şehre katıyor. Nasıl Avrupa sineması Hollywood'a göre daha sade ise, Cannes'daki bu sinema havası da Los Angeles'a göre daha mütevazı.



Cannes'ın La Croisette adındaki sahil kıyısı güzellik bağlamında Nice ile yarışır. Yüzmek için de Cannes, Nice'e göre daha iyi bir tercih olabilir çünkü plajları kumlu ve cüzdan/telefon koyabilecek kasalar koymuşlar. Ancak halk plajı sayısı çok az ve plajlar küçük. Bunun da nedeni Cannes'da çok rahat hissedilebilen üst sınıf havası. Halk plajlarının yerini, şık restoranlarıyla özel plajlar almış. Sahil kenarında yürürken çok sayıda sosyete oteli ve kafesi görmek mümkün.

En güzel şehir manzarası, Nice'te olduğu gibi, bir kaleden gözüküyor. Bu kaleye yaya olarak çıkmak çok kolay. Muhteşem bir şehir manzarası sonrası şehre geri dönmek için Cannes'ın eski şehrinden dolaşmak gerekiyor. Burası da Nice'in eski şehri gibi dar sokaklar ve merdivenlerden oluşuyor. Birkaç evden sonra restoranlar ve kafelerin bulunduğu merkeze inebiliyorsunuz.


Monaco


Peki Monaco denildiğinde akla ne gelir? Kumarhaneler, kraliyet ailesi, ve Formula 1. Gerçekten de Monaco'da bunlardan fazlası yok ama bu üçlü tek başına Monaco'yu ziyaret etmek için yeterli sebepleri oluşturuyor.

Monaco tren garından Monte Carlo Kumarhanesi'ne yürünerek gidilebiliyor. Kumarhane gerçekten görkemli. Bol bol fotoğraf çeken bir turist kalabalığının yanı sıra, kumarhane önüne park eden şık arabalar ve bu arabalardan inen bir o kadar şık insanlar barındırıyor. Kumarhanenin salonuna girmek serbest. Makinaların bulunduğu yere girmek için ise 10€ ya da 20€ ödemek gerekiyor. Yine de özel müşterilerin rahatça oyun oynayabildiği halka açık olmayan bir yer olduğunu da tahmin ediyorum. Kumarhanenin benim için en büyük sürprizi, salonunda kocaman bir Tarkan konseri afişi olmasıydı. Geçen yıl olduğu gibi bu sene de Tarkan, buraya konser vermeye gelecekmiş. Yemekli bu konserin biletleri 290€ ve buna içkiler dahil değil. Kumarhanenin hemen yanında Cafe de Paris adlı bir kafe bulunmakta. Bir bardak beyaz şarap 8€ ve yeşil zeytin / kraker ikilisi ile servis ediliyor. Monte Carlo'da oyuna girmeye çekinenler için ise Cafe de Paris'in yanında daha küçük bir boyutta bir kumarhane de bluunmakta.


Gelelim kraliyet ailesine. Monaco prensesi Grace Kelly'yi bilmeyen azdır. Genç yaşında Hitchcock filmlerinde başrol oynamış ve Oscar kazanmış bir artist olan Kelly'nin hayatı Monaco prensi ile tanışınca değişmiş, dört ay içinde prens ile evlenen Kelly bambaşka bir hayata yelken açmıştı. Bu masal maalesef çok uzun sürmemiş ve Grace Kelly 1982'de daha 52 yaşındayken trafik kazasında hayatını kaybetmişti. Prenses Grace ve Prens Rainier'in yaşadığı saray, Monaco'nun en tepesinde yer almakta. İçini görmesem de dışı pek görkemli değil. Ancak Monaco'nun en güzel manzarasını buradan izlemek mümkün. Sarayın yakınındaki dar sokaklar ise restoranları ve kafeleri ile Monaco standardlarına göre hareketli sayılabilir.

Benim en çok şaşırdığım şey ise küçük ülke Monaco'nun daracık sokaklarının yılda bir kez Formula 1 yarışlarına ev sahipliği yapıyor olması. Monaco Grand Prix'i Formula 1'in en zorlu etaplarından biri. Michael Schumacher'a göre Monaco etabı yılda bir kez alınmaya değer bir risk. Bu etapta güvenliği sağlamak çok zor çünkü sürücüler iki kıvrak virajdan sonra kısa sürede en düşük hızdan en yüksek hıza çıkmak zorundalar ve bu sırada bir tünelin içinden geçmeliler. Bu da Monaco etabını çok heyecanlı kılıyor. Yollarda hala Formula 1 arabalarının lastiklerinin bıraktığı izleri görmek mümkün. Bu yarışlar öncesi şehir trafiği 6 hafta süresince durduruluyor ve yollar Formula 1'e uygun hale getiriliyor. Yarışlardan sonra her şeyin eski halini alması ise 2 hafta sürüyor. Monaco'yu gezdikten sonra YouTube'dan yarış özetlerini izleyince, insan bu alelade yolların nasıl bu kadar değiştiğine inanamıyor.

Ne yiyelim?

Nice'te en bol bulunan şey deniz ürünleri. Somon balığının yanında bol bol kabuklu deniz ürünü tüketiliyor. Bunların da en başında midye geliyor. Midye, bizim alıştığımız gibi midye dolma şeklinde gelmiyor. Bir tencere dolusu midyeyi sade bir şekilde mideye indiriyorsunuz. Bunun dışında bol bol İtalyan restoranı bulmak mümkün. Ziyaret etmedim ama pizza ve makarna dışında bol risotto da tüketiliyor.

Ev sahibimiz atıştırmalık olarak socca'yı önerdi. Aslen İtalyan yemeği olan Farinata'nın bir çeşidiymiş kendisi. Nohutları haşlayıp, ezerek ipince bir tabaka haline getiriyorlar ve fırına veriyorlar. Çatal bıçak kullanmadan elinde koparıp koparıp yiyorsun. Biraz tuzsuz. Bu nedenle önce yavan gelse de birkaç lokmada alışıyorsun. Fiyatı 4€.

Şahsım ise ilginç yemekleri sevdiği için Nice'te bulunan tek kurbağa bacağı restoranına gitti ve kendilerini denedi. Tabii ki açılışı escargot ya da daha bilinen adıyla salyangozla yaparak. Escargot güzel bir şey, tavsiye ederim. Ama kurbağa bacağı inanılmaz güzel bir şey. Evet, herkes tavuğa benzetiyor tadını ama bence kendine has bir tadı var. Bunun da nedeni üstündeki kişniş ve sarımsak olabilir. Menü, beş tane kurbağadan oluşuyor. Yani tabakta 10 tane bacak var. Çatal kullanmadan, tavuk kanadı misali elle yeniliyor. Kötü bir kokusu yok. Aksine iştah açıcı.



Neleri sevmedim?

Fransız Rivierası'nı biraz çok övdüm, farkındayım. Hemen sevmediğim şeylerden bahsederek durumu biraz dengeleyelim derim. Birincisi, gerçekten ama gerçekten, Fransa trenleri rezalet. Bu trenler sadece gece gettolara hizmet veren trenler değil, turistlerin ya da orada yaşayanların her gün kullandıkları trenler ve bunlara adam gibi bakım yapamamalarını anlayamıyorum.

İkincisi, Fransızlar tuvaletlerine iyi bakamıyorlar. Toulouse'da da bunu düşünmüş ama genellemek istememiştim. Ancak Fransız evlerinin (ve bu evlerin altyapılarının) genellikle eski olması nedeniyle tuvaletler günümüz standardlarını yakalayamamış. Öte yandan havaalanı gibi daha yeni binaların da tuvaletlerinin çok iyi olmaması, bunun kültürel bir problem olabileceği konusunda kuşkular uyandırıyor.

Üçüncüsü, Fransız sürücülerin kırmızı ışıkta geçme ve de yayaya yol vermeme gibi huyları var ve bu gerçekten çok saçma. Yaya geçidine kendini atmadığın sürece en ufak bir yavaşlama gibi bir durum yok. Nice'in caddelerinin çok küçük olması nedeniyle şoförlerin sağa sola dönüşlerde hızlarını alamayıp kaldırımlara çıkmaları da cabası.

Neden Fransız Rivierası'na gideyim?

Bu kadar güzel bir yerle ilgili yazıyı kötü bitirmek olmaz. Son sözlerim ise burayı öven şeyler olsun.
Uyuz bir şekilde ısrarla Fransızca konuşmaya çalışan Fransızlar yerine, sıcak kanlı Fransızlar'la muhattap olmak için Fransız Rivierası'na gidilir. Ya da hem büyük şehir havası almak ama hem de iki dakikada mayoları girip mis gibi denize girmek için gidilir. Soğuk bir iklimde yaşıyorsanız azıcık ısınmak için gidilir. Belki kurbağa bacağı için değil ama güzel İtalyan yemeklerini yemek ve muhteşem Fransız şaraplarını içmek için gidilir. 

Gitmek isteyene bahane çok, fırsatını bulunca yollayın kendinizi buralara.

Eskiden...Bugün

by 00:27:00
Küçük bir çocukken de şehit haberleri geliyordu, koca adam olduğumda da. Hiçbir şey değişmedi. Sadece ölen çocuklar artık benden daha genç o kadar.

Bir de artık siyasetçiler daha ahlaksız.

Eskiden "bıçak kemiğe dayandı" der, dururlardı. Herkes bunun yalan olduğunu, bu adamların topunun kabiliyetsiz olduğunu bilirdi. Yerin dibine girmesi gerekirken üste çıkmaya çalışan yoktu. Mesela "bağımsız" bir cumhurbaşkanının terör olayları ile ilgili olarak "Terörden rant elde ediyorlar. Yaptıkları şey bu. Eğer 400 milletvekilini alabilecek veya bir anayasayı inşa edecek sayıyı bir siyasi parti yakalamış olsaydı, durum bugün çok daha farklı olurdu." dediğini hatırlamıyorum. Kendisini eleştiren şehit babalarına "Karakteri bozuk olanlar da var" dediğini de hatırlamıyorum. Gerçi ben herhangi bir cumhurbaşkanının her türlü açılış törenine gidip "400 milletvekili" istediğini de hatırlamıyorum. Seçim öncesinde başlayan bu açılış törenlerinin, seçim bitimiyle ile bıçak gibi kesildiğini de ilk kez bu dönemde gördüm.

Eskiden de şehit yakınları politikacılar tarafından ekranlara çıkarılıyordu. Politikacı ve avaneleri, hüzünlü bir şekilde cenaze namazında saf tutar, sonra işlerine giderlerdi. Şimdiki gibi futbol maçlarına katılıp, olan bitenden anlamayan şu zavallı çocuğun yanında neşeli görüntüler göstermezlerdi. Şu çocuk gibi hayatları boyunca eksik kalacak çocuk sayısının arttığını bildiği halde böyle neşeli olduğu ihtimalini düşünmek bile istemiyorum.


Peki durumdan nasıl kurtulacağız? Bilmiyorum.

Bir taraf birilerinin aklıyla önce "Cumhurbaşkanımız öyle bir şey demedi",sonra "Cumhurbaşkanımız öyle bir şey demek istemedi" dedikten sonra gazete binası taşlarken, diğer taraf "suçlu masum kim varsa temizleyelim" diye desteksiz atarken, bir diğeri barış isteğini hayatı boyunca dağda silahlı bir mücadele içinde olana anlatamazken, ötekisi haklı eleştirilerini kimseye anlatamazken bu işin çözülemeyeceği bir gerçek.

Bu saatten sonra terörü lanetlesen ne fayda. Bu coğrafyayı lanetleyen lanetlemiş zaten. Teröristlerle devletler savaşmış. Devletler birbirleriyle savaşmış. Emperyalistlerle yereller savaşmış. Yahudilerle Filistinliler savaşmış. İmparatorluklar birbiriyle savaşmış. Daha da git geriye kabileler birbirleriyle savaşmış. İşte bu yüzden mülteciler görece stabil olan Türkiye'de kalmak istemiyorlar, o dalgalı denizleri, dikenli telleri aşmaya çalışıyorlar.

Velhasılıkelam kardeşim, bu işler zor. Biz barış demeye devam, gerisi Allah kerim.

Mazhar ve Fuat - Türküz Türkü Çağırırız

by 15:26:00
Mazhar Alanson ve Fuat Güner: 1960'lardan beri Türkiye'de kaliteli müzik yapmaya çalışan iki tane adam. Özkan Uğur ile beraber MFÖ adı altında 1980'ler Türkiye'sini sallamış, ondan önce ise kendilerini kabul ettirmek için yıllarca çabalamış bir ikili. Bu şöhrete ulaşma döneminde "Mazhar ve Fuat" olarak bir albüm çıkarıp, on yıl sonra "Ele Güne Karşı Yapayalnız"ı yayınlayana kadar nispeten sessiz kalmışlardı. 1973'te çıkan bu kayıp "Türküz Türkü Çağırırız" albümü, MFÖ şöhrete kavuştuktan sonra değere binmiş, orijinal kopyaları yüksek fiyatlardan el değiştirmeye başlamıştı. Bu sene "Türküz Türkü Çağırırız" plak formatında yeniden piyasaya sürüldü de benim de elime bir kopyası ulaştı (kardeşim sağolsun).

Şimdi 1960'ların sonlarına gidelim ve bakalım Mazhar Alanson ve Fuat Güner ikilisi o dönemlerde neler yapmışlar.




Mazhar ve Fuat derken?


MFÖ'nün tarihini merak edip okuyanlar, The Beatles'ın 1966'da yayınladığı Rubber Soul plağının Mazhar ve Fuat'ı nasıl bir araya getirdiğini bilirler. Hikayenin devamını dallayıp budaklandırarak da anlatmak vardı ama ben özet geçeyim. 1966'da tanışan Mazhar ve Fuat, folk müziğinde çalışmalar yapan Kaygısızlar grubunu kurdu ve kısa süre sonra güçlerini adını büyük kitlelere daha duyuramamış olan Barış Manço ile birleştirdi. Dönem, Manço'nun kendini bulma dönemiydi. Yeri geldi Psychedelic Rock yaptılar (Trip), yeri geldi türkülere can verdiler (Kağızman), yeri gelidi yurtdışına açılmak üzere şarkılar söylediler (Susanna). Ama en önemlisi, Barış Manço ilk Türkçe şarkı denemelerini de bu yıllarda yaptı. Alanson ve Güner'e ise şarkı yazımına katılmadan arka planda müzik yapmak kaldı.


1969'da Kaygısızlar, Manço'dan ayrılarak kendi işlerini yapmaya başladı. İlk plakları alışık oldukları rock/folk öğeler içerse de iki yıl sonra çıkardıkları en son plaklarında Karacaoğlan şiirleri besteleyip, Alanson'un türkü formatındaki şarkılarını kaydetmişlerdi. Grubun son demlerinde Mazhar ve Fuat, ikinci bas gitarist olarak Özkan Uğur'u almıştı ve yıllar sonra efsane olacak MFÖ ilk kez beraber çalmıştı. Ancak M,F ve Ö beraber bir stüdyo kaydında yer alamadan Kaygısızlar dağıldı. Mazhar ve Fuat, beraber çalışmalar yapmaya devam ederken - kaderin cilvesidir ki - bu sefer Özkan Uğur, Barış Manço ile çalışmaya karar verdi.


Yeni basım plak


Bu kısa tarihçeden sonra gelelim "Türküz Türkü Çağırırız"ın yeniden basımına. Türkçe rock müzik klasikleri bir süredir emek verilerek ya da gelişigüzel bir şekilde tekrardan plak formatında basılıyor. Bu işin çoğunu yabancı firmalar üstlenmiş durumda. Daha önce Katalan "Guerssen" firmasının yeniden bastığı Barış Manço ve Kurtalan Ekspres albümü "Yeni Bir Gün"ü satın almıştım. Adamlar uğraşmış, orijinal bir plaktan sesi ve plak kitapçığını olabilecek en iyi kalitede kopyalayıp albümü yeniden piyasaya sürmüşler. Bir de o dönemin Anadolu Rock'ını ve Manço'sunu yabancılara tanıtmak için ekstradan sayfa koymuşlar. Bunları neden mi anlatıyorum? Mazhar ve Fuat plağını Mart 2015'te yeniden piyasaya süren Alman plak şirketi Shadoks Music işin kolayına kaçmış ve albümün orijinal kitapçığını eklememiş. Plağın kapağı ve ses kalitesi oldukça iyi olsa da toplamda bir yavan bir durum söz konusu.


Şarkılar


Mazhar Alanson, bu albümü kaydederken o dönemlerde yavaş yavaş adını duyuran ve kısa bir süre için Kaygısızlar'da da çalan Fikret Kızılok'tan etkilendiğini söylemişti. Gerçekten de Türküz Türkü Çağırırız albümünün sözü de müziği de MFÖ'nün 1980'lerde yaptıkları eğlenceli sözlü pop rock / new wave albümlerden çok farklı. Şarkıların çoğu Anadolu folklöründen etkilenmiş. Ee, adı üstünde "Türküz Türkü Çağırırız!".

Albümdeki beş şarkı halk edebiyatından uyarlanmış şarkılar. Tıpkı dönemdaşları Fikret Kızılok ve Cem Karaca gibi, Mazhar ve Fuat da müzik yaparken sırtlarını halk ozanlarına dayamış. Yine dönemlaşları gibi bu geleneksel eserlerin sadece sözlerini kullanıp müziklerini baştan yaratmış. "Türküz Türkü Çağırırız" ve "Derdimi Dökersem Derin Dereye" Aşık Veysel'den, "Adımız Miskindir Bizim" ıse Yunus Emre'den uyarlama. Türküz Türkü Çağırırız kıpır kıpır bir açılış şarkısı. Sözleri ve müziği ile bütün albümün bir özeti denilebilir. Adımız Miskindir Bizim ise plağın B yüzünü açıyor. Albümün zirvelerinden biri. Zaten bu şarkıyı MFÖ olarak 1986'da tekrardan yorumladılar. Derdimi Dökersem Derin Dereye, Mazhar Alanson'un eski eşi Hale Alanson tarafından söylenmiş. İnsanın aklını başından alacak bir sesi yok belki ama kendisinin yorumu oldukça duru ve albümün sakinliğine yakışmış. Fuat Güner'in ekolu gitarı sound'u dikkat çekiyor. Hale Alanson'un vokalist olduğu bir diğer şarkı ise Türkmen Güzeli, Bu anonim türkü daha önce Moğollar tarafından "Kaleden Kaleye Şahin Uçurdum" ismiyle bambaşka bir besteyle kaydedilmişti. Türkmen Güzeli'nde beni asıl vuran şey Mazhar Alanson'un geri vokali. İlginçtir, Mazhar Alanson bu şarkıyı 2009-2010 gibi evinde akustik gitarıyla yorumlamış ve Twitter'a koymuştu. O zamanlar buna çok sevinmiş ama nedenini anlayamamıştım. Hala da anladığımı söyleyemem. Hekimoğlu ise bu albümün diğer anonim eseri ve orijinali bozulmadan kaydedilmiş tek türküsü. Ancak benim içime işleyen bir yorum değil bu ve bana göre albümün en zayıf halkası.



Albümdeki iki tane şarkı edebiyat dünyasından uyarlanmış. Mevsimler Mazhar Alanson tarafından bestelenen bir İsmet Kür şiiri. Sonbaharı anarak başlayan şarkı oldukça depresif ilerliyor. Bunun nedeni sadece şarkının melodisi değil; şarkıya eklenen fırtına sesleri de insanı bu depresif moda sokuyor. Bu karanlık havada ilerleyen şarkının sözlerinde "Ne güzel şey mevsimler" demesi de güzel bir ironi. Sonuç olarak Alanson'un ilk ciddi şiir uyarlaması hedefi on ikiden vurmuş (ki kendisi ilerleyen yıllarda Cemal Süreya, Edip Cansever ve İsmet Özel gibi usta şairlerin şiirlerini başarıyla bestelemeye devam edecektir). Diğer şarkı ise Seviyorum Seni Canım. Bu şarkının sözlerini Füsun Demirer yazmış. Kendisinin kim olduğu hakkında pek bir bilgi yok ama Sherlock Holmes şapkamı takıp yaptığım ufak bir arama sonucu kendisinin 1970'lerde Ankara Konservatuarı'nda çalışmış bir oyuncu / yönetmen olduğunu buldum. Büyük ihtimalle Mazhar Alanson'un sınıf arkadaşı. Şarkının kafasının biraz karışık olduğunu düşünüyorum. Bir kadın sanatçı tarafından yazılan bu şarkı, erkek gözünden bir kız kaçırma isteğini anlatıyor. Bu kadar doğulu bir temaya rağmen şarkının girişi ise oldukça batılı ve melodik. Şarkının bestecisi ve vokalisti Fuat Güner. Bu şarkı sayesinde "Mazhar"ın damga vurduğu albümde "ve Fuat" etkisini bir miktar görebiliyoruz.


Albümdeki diğer dört şarkının söz ve müziği Mazhar Alanson'a ait. Bunlardan ilki Sür Efem Atını. "Seviyorum Seni Canım" ile sözleri oldukça benzeşiyor (at teması, kız kaçırma). Şarkının öne çıkan yeri ise vurucu melodisi. Gerçekten de dinleyene dört nala giden bir ata binmiş gibi hissettiriyor. Yabancı yorumculara göre albümün en iyi şarkısı. Athena'nın vokalisti Gökhan Özoğuz'dan övgü aldığını, Replikas'ın da bu şarkısı yeniden yorumladığını da eklemek lazım.



İkinci şarkı Nerde Hani. Yine kısa sözler ve etkileyici bir melodi. Özellikle gitar melodisi muhteşem. Hep aynı sözler ve müziğin tekrar etmesi şarkıyı sıkıcı değil, hipnotik yapıyor. Alanson'un yüreği bu şarkının kıyıda köşede çürümesine el vermemiş olacak ki sanatçı 1998'de oynadığı Her Şey Çok Güzel filmi için bu şarkıyı yeni sözleri ve Sami Özer'in etkileyici sesiyle birlikte "Bu Ne Biçim Hikaye Böyle" adıyla yeniden yorumladı.



Üçüncü şarkı Upside Down. Bu şarkının Türküz Türkü Çağırırız adlı bir albümde yer alması biraz abes çünkü şarkı ne folklorik ne de Türkçe. Ancak şarkının albüme yakışmaması, şarkının güzelliğinden hiçbir şey alıp götürmemiş. Yine Mazhar Alanson'un sözlerini yazdığı "Artık Yeter" adlı Kaygısızlar eseri gibi bir isyan şarkısı bu. Hatta ve hatta, Alanson'un bugün iktidara yakınlığını ve reklam oyunculuğu sevdasını düşündükçe şarkı daha da ironik bir hale geliyor.


Son şarkı ise Güllerin İçinden. MFÖ denince akla ilk gelen ilk üç şarkıdan biri olan eserin ilk versiyon bu albümün kapanış şarkısı olarak yer alıyor. Sevdiğin bir yemeği başka bir tarifle yapıp yine çok beğenmek gibi bir şey. Erkan Oğur'un etkileyici solosu yok belki ama arka plana ustaca döşenmiş klavye melodisi ve şarkının verdiği sakinlik insanı alıp başka bir diyara götürmeye yetiyor.

Sonuç

Pikabınız var ve kaliteli Türkçe mzüik dinlemek istiyorsanız, uygun fiyata satılan bu plağı alın. "Ya MFÖ sevmiyorum ki ben" deseniz de alın, çünkü bu bambaşka bir şey. Pikabınız yoksa da YouTube'dan albümün tamamını bulabilirsiniz.

Peki Mazhar ve Fuat'a ne oluyor? Albüm biraz satıyor, Mazhar ve Fuat adlarını biraz duyuruyor ama o kadar. O dönem popüler olan "Haydi Bastır" şarkısını 45'lik yapıyorlar ama tutmuyor. Bir süre kadroyu büyütüp "İpucu Beşlisi" adı altında bir 45'lik yapıyorlar. Klipleri TRT'de yayınlanıyor. Ancak bu grup da tutmuyor ve bir süre Seyyal Taner'in arkasında çalıp dağılıyorlar. Mazhar Alanson ve Fuat Güner ayrı ayrı şarkılar yapıp, TRT'de zaman zaman kendilerini gösteriyorlar. 1970'lerin sonuna kadar Mazhar ve Fuat, beraber konser vermeye devam ediyor. 1980'de ise Özkan Uğur'u yanlarına alıp, yeni bir maceraya çıkıyorlar: "Mazhar Fuat Özkan".

Güney Fransa'nın turuncu yüzü

by 21:55:00
Toulouse; bazılarının "Aa Fransa değil mi? Çok romantik", bazılarının ise "Umut Bulut, orada oynamıyor muydu?" dediği Fransa şehri. İş icabı gittim, biraz gezdim, gidecek olanlara da bir şeyler katmak için de bilgisayarın başına oturdum.

Yanlış bilmiyorsam Toulouse'a İstanbul'dan direkt uçuş var. Yoksa da diğer alternatiflerin Amsterdam ve Paris'ten olması lazım. Havaalanı, Toulouse merkezde olmasa da oldukça yakında. Çok da büyük değil, şaşırtıcı olmayan bir şekilde. İndikten sonra şehre gitmek için toplu taşıma oklarını takip etmek lazım. Bir Fransız klasiği olarak İngilizce tabela sayısı az olduğu için şekillere bakmakta yarar var. Şehre giden Airport Shuttle, otobüs duraklarından kalkıyor. Bileti havaalanından da alabiliyormuşsun ama ben şoförden aldım. İlk Fransızca'mı da burada kullanmak durumda kaldım. Dışarıda sigara içen şoföre gidip, o öğrendiğim afili cümlelerden kuracağımı düşünürken kilitlenip "Bilet...Toulouse...burası?" dedim. Adam ise sigaradan sonra geleceğini işaret etti. 8 €'ya bir kart alıp, otobüsün içindeki makinadan geçiriyorsun. Etraflarda dolaşmadan 10 dakikada şehirde oluyorsun. Yalnız hangi durakta ineceğinizi bilmeniz lazım. Ben bunu daha önceden not almadığım için ufak bir panik yaptım ama o da ne? Otobüsteyken havaalanının interneti çekiyordu. Hemen yarım saat bağlanayım dedim ama bir kez daha şaşkınlık: Adamlar sınırsız bedava internet vermişler! Şehir içinde bol bol "Free WiFi" yazısı gördükçe buna daha az şaşıracaktım.

İlk akşamımda ilk olarak bir Toulouse klasiği olarak söylenen meşhur ördekten tatmaya karar verdim. TripAdvisor ve otel resepsiyonu aynı restoranın adını verince hemen Mon Canard restoranına ilerledim. Burada işler İspanya gibi işliyor. Bir İsviçre'li için normal bir saat olan 19:00, Toulouse halkı için oldukça erkendi çünkü restoranı bizzat kendim açtım. €14.90'a salata, patates kızartması ve ördek budundan oluşan bir menü veriyorlar. Bir kadeh şarap, tatlı ve bahşiş ile birlikte €25'e çıktım ki normal bir fiyat olduğunu düşünüyorum. Garson hanımefendi İngilizce konuşuyor ve müşterilerle ilgili. Hatta karşımda oturan beyefendi yemeği ile ilgili bir şeyler sorunca, restoranın aşçısı geldi de bir şeyler açıkladı. Yemekleri şöyle görebilirsiniz:


Sonraki gün şehri gezmeye başladım. İlk durağım Canal de Brienne oldu. Bot gezintisi de yapılan, suyu da etrafı da yeşil, etrafında insanların bol bol koştuğu bir kanal kendisi. Kanalın sonu ise Garonne Nehri'ne çıkmakta. Nehir, Pireneler'den doğup, Bordeaux'da Atlas Okyanusu'na dökülüyor. Oldukça geniş, yer yer küçük şelaleler oluşturuyor. Üstünde su kayağı yapıldığını gördüm. Karşı kıyıda bir hotel, bir hastane ve bir dönmedolap var ve bunlar güzel bir manzara oluşturuyor. Ancak Toulouse'un kalbi o tarafta atmıyor.

Aslında Toulouse'un insanın aklını başından alacak bir simgesi yok. Halk pazarı kurulan (ve hemen gidip ucuz fiyata plak aldığım) Place du Capitole ve UNESCO Dünya Miras listesine 1998'de girmiş St. Sernin Bazilikası. Şehrin espirisi turuncu renkli binaların ve labirent gibi caddelerin arasında kaybolmak, yorulunca da kahvelerinde ya da  parklarında oturmak olsa gerek. Hava sıcaklığı bir Avrupa kentine göre oldukça sıcak. Şehrin insanlarına da bu yansımış ki Paris ve Strasbourg'da aldığım o soğuk ve asil havayı Toulouse'da bir kez bile almadım. Muhattap olduğum az sayıda insan ile de İngilizce konuşmayı başardık. Bu da Toulouse'u diğer Fransız şehirlerine tercih etmek için az buz bir neden değil hani. Bu sıcaklık, konferans için makale okumaya çalıştığım kuytu yerde bir torbacının sana gelip ihtiyacın olup olmadığını sormasıyla ya da Perşembe gece yarısında bile sokakların gençler ile tıklım tıklım olmasıyla da ortaya çıkabiliyor.



Şehirde hissedilmese bile, hediyelik eşya dükkanlarındaki mor renk Toulouse'un bir başka yönünü ortaya çıkarıyor: Menekşe. Bol kokulu ve mor renkli sabun, duş jeli, şampuan gibi eşyalar, hediyelik eşya dükkanlarının en önemli parçaları. Şehirde yavaş yavaş kendisini hissettirmeye başlayan diğer bir özelliği ise Euro 2016'nın ayaklarından biri olması. Şehre bir sayaç konulmuş ve Euro 2016 adlı bedava ama şu an çalışmayan kablosuz internet bağlantıları bazı noktalara konuşlandırılmış.

Avrupa'nın geri kalanına, en önemlisi Fransa'nın geri kalanına göre uygun fiyatlı bir şehir Toulouse. Kışın nasıl olur bilmiyorum ancak yazın da yeşil ve turuncunun birbirine karıştığı çok güzel bir yer. İki-üç günden fazlası sıkabilir ama bir Güney Fransa turunda es geçilmemesi gereken bir yer olduğu kesin.

Ben çektim, Google güzelleştirdi

Blogger tarafından desteklenmektedir.